EKÜMENOPOLİS – UCU OLMAYAN ŞEHİR

Gamze Güven
3.313 views

“Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” Karl Marks

Bu belgesel film, dünyanın en önemli kentlerinden biri olan İstanbul’ un neoliberal kentleşmesinin fotoğrafını çekerken, aslında çoktandır evrensel bir sorun olarak tüm dünyayı ilgilendiren küresel bir yıkımı anlatmakta. Ekolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki tahribatın çığırından çıktığı, insana ait doğanın değil, sermayenin “doğasının” egemen kılındığı bir küresel yıkımı…

Ekümenopolis, 2011 yılında çekiliyor. Ekümenopolis kavramı dünyadaki yanlış kentselleşme ve nüfus artış yoğunluğu nedeniyle, gelecekte bütün kentlerin birbiri ile birleşeceği ve dünyanın tek bir kent olacağı fikrini temsil eder. Bu olasılığı düşünmek insana korku verir ancak insanlar halen, yaşadıkları kentlerdeki bu kötü ve hastalıklı gidişi durdurmak ve sonrasında tersine döndürmek için gerekli olan evrensel çabayı ortaya koyamamaktadırlar.

Yönetmen İmre Azem ve yapımcı Gaye Günay bu belgesel niteliğindeki filmi çok küçük bir bütçeyle çekerler, ticari kaygıları yoktur. İstanbul, cumhuriyet öncesine kadar geri gidilerek kentleşme bağlamında ele alınır. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı sonrası kentin geçirdiği dönüşüm, 1950’li yıllarda başlayan köyden kente göç olgusu, 1970 sonrası ortaya çıkan neoliberal ekonomi politikalarının kente etkisi özetlenir. 1980 sonrası küresel piyasaların etkisi ve finans merkezi masalları ile her karışı ranta dönüştürülen bir kent, kent adaletini sağlayamayan ve tüketim toplumu yaratma çabasındaki devlet analiz edilir. Kentsel dönüşüm adı altında evinden, yaşam alanından sürülen insanları, katledilen ekolojik yaşamı ve yok edilen kentsel hafızayı da sosyolojik tespitlerle anlatır.
Bundan on yıl önce bu günlerin derinleşen barınma sorununu, kentsel ve yaşamsal kaosu haber veren, çok çarpıcı görsellerle zenginleşen bu belgesel filme Ayazma ve Sulukule sakinleri ve pek çok aktivist ve bilim insanı bilgi ve görgüleri ile katkı sağlamıştır. Belgeseldeki Mücella Yapıcı, Oktay Ekinci, Mustafa Sönmez, Hüseyin Kaptan’ın söyleşileri dinlenmeye değer. Gecekonduların yerine beton binalar dikerek bunları gecekondu sahiplerine de pazarlamaya çalışan Ali Ağaoğlu 2010 yılında kendisinin de oynadığı reklam filmi ile girer kadraja. “10 bin peşin daire senin.” diyerek sırıtır.
Belgesel altı bölümden oluşmaktadır. Öncelikle “Küresel Kent” başlığı altında, kapitalizmin yükselişi ve küreselleşme neticesinde kentlerin yaşadığı dönüşümler, sermayeye peşkeş çekilen ve her karışı rant uğruna talan edilen İstanbul özelinde anlatılır.
Tarihsel süreçte devlet ve sermayeyi temsil edenler, çoğu göçle gelen, yoksul ve işçi sınıfı ailelere barınmaları için konut yapmaz ve kendi konutlarını (gecekondu) yapmalarına ilk başta ses çıkarmaz. Gecekondularda yaşayan insanlar sadece seçim dönemlerinde hatırlanır ve oy alabilmek için bir seçimde yol yapma, su getirme, diğerinde elektrik verme vaatleri ile sömürülürler. Bu gecekondu bölgelerinde, yoksul işçi sınıfının yeni hayatı filizlenir ve tutunabildiği kadar kök salar. Ancak, küresel kentin arka planında küresel aktörlerin sermaye yatırımı için mekân arayışları hiç bitmez.

Bu mekân arayışları bu kez kentsel dönüşüm adı altında devam eder. Sistem rant üzerine kurgulanmıştır. Pek çok insan hem ekonomik hem de sosyo-kültürel açıdan mağdur edilerek, topraklarından ve hatıralarından sürgün edilir. Bu şehirleri asıl inşa eden emekçiler zorla yerinden edilerek, yeni bir göçe zorlanır. Değerlenen gecekondu bölgelerindeki evler yıkılır, hızla betonlaştırılır ve zenginlerin hizmetine sunulur. Oysa insanların doğduğu ve doyduğu yerde, anılarının olduğu yerde yani kendini ait hissettiği yerde yaşamak ve barınmak hakkı en temel haklarındandır.

Bu hakkın hiçe sayıldığı ve insanların çadırlarda yaşamaya sonrasında da TOKİ’ne mahkûm edildiği süreç, İstanbul Başıbüyük, Sulukule yıkımları ve 2008 yılı Ayazma kentsel dönüşümü ile gözler önüne serilir.

Ayazma ’ya bir olimpiyat Stadı inşa edilir. Bir stat buradaki tüm yaşamı değiştirir. Ayazma’ da yaşayan insan artık burada yaşamamalıdır. Bölge ranta açılmalıdır. Burası artık değerli bir mülktür, “değersizlerin” yani Ayazma insanının, o tabiatla bütünleşmiş ve onun tüm zorluklarını yaşamış insanın artık orada yeri yoktur. Bu emekçi ve yoksul halkın şehrin dışına atılması gerekir. Neredeyse sınırsız yetkilerle donatılmış TOKİ eliyle devlet Ayazma’ da insanları zorla göç ettirip, kendisine borçlandırarak sömürüsüne devam eder.

TOKİ şehir planı yapma yetkisine dahi sahip olacak kadar geniş yetkilerle donatılmış ve konut yapımında tekel haline getirilmiştir. TOKİ eliyle müteahhitlere teslim edilen mülkler hızla beton bloklara dönüşür. Oysa bu yapılaşma şeklinin zararları dünyada çoktan görülmüş ve tüm OECD ülkelerinde bu yapılar yıkılmıştır. Türkiye’de ise hala devam etmekte ve beraberinde pek çok sorunu da getirmektedir. Bu çok katlı, her şeyden izole konutlar mahalle kavramını yok etmiş, varlıklılarla yoksulları birbirinden tamamen uzaklaştırmış, toplumu oluşturan kesimleri birbirine iyice yabancılaştırmıştır.

İstanbul için finans merkezi adı altında planlanan yıkım süreci, bunu en iyi bilen kişiler tarafından anlatılır belgeselde. Bu belgesele önemli katkılar sunan Yüksek mimar, kent aktivisti ve eski TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube yöneticilerinden Mücella Yapıcı, 1995 yılında alınan Dünya Bankası kararından bahseder. Türkiye için alınan karar şudur; büyük şehirlerimizden biri dünya çapında metropole dönüştürülmek zorundadır. “Kapitalist sistem hizmet iş gücü deposu ve tüketimin çok rahat örgütlendiği yerler yaratmak zorundadır.” İstanbul’dan pek çok bölgeyi kontrol etmek mümkündür bu nedenle sermaye burada konuşlanır. Köprüler, otoyollar, bunların çevresinde büyük alışveriş merkezleri yapılarak, hazır tüketim pazarı hedeflenmektedir. Emlak piyasası ise devlet eli ile özele aktarılmak zorundadır. İnsanları betona hapseden, yaşamı sığlaştıran, insan doğasına aykırı şekillenen toplu konutların inşası ile sınıfsal farklar yaratılacak ve bu fark giderek insanları ötekileştirip, yoksul sınıfları yok sayma aşamasına gelecektir.

İstanbul’da yaşanan kentsel dönüşüm projeleri şehircilik bilimi hiçe sayılarak yapılır. Kent sadece ekonomik ve politik olarak şekillendirilir. Bu da konunun uzmanı şehir bilimcilere şu soruyu sordurur: “Acaba demokrasi, bilimin inkârı sonucunu bu kadar yaratmalı mıydı? Cevabı açıktır, hayır! Ancak proje sahipleri ya da devlet yetkilileri bu kentsel dönüşümün gerekli olduğunu, bunun hem deprem riskini önlemek hem kalabalıkları barındırmak hem de hayat kalitesini yükseltmek adına yapıldığını savunurlar. Oysa gelinen sonuç şudur, TOKİ’ler depreme dayanıklı değildir, iki yıllık binaların dahi duvarlarında çatlaklar oluşmuştur. Barınma ve yaşama kavramı başını dört duvardan ibaret beton bloklara hapsetmek değildir.

Neoliberalizm, sosyal devletin yerini almıştır. Dünyada yılda yaklaşık 6.5-7 trilyon dolar kentlere yatırım olarak akmaktadır. Kenti şekillendiren bu devasa sermaye yatırımından kâr etmeyi amaçlar. Bu nedenle de kentler, bu yatırımın kâr etme ihtiyacı üzerinden şekillenir. Rant için yaratılan tüketim toplumu da en doğal hakkı olan barınma hakkını elde edebilmek için gırtlağına kadar konut kredisi borcu altına sokulur. Bu da kentin asıl sahipleri olan emekçi sınıfı her tür sömürüye açık hale getirir. Bu küresel kentleşme ve kapitalist sistem kentlerin sosyo-kültürel dengelerini tamamen bozmuş, doğayı olduğu gibi insanı da yutmaya devam etmektedir.

Kentlerin artık bir hafızası yoktur!

Belgeselde ayrıca, toplu taşımanın önemi büyük metropollerdeki sayısal oranlamalarla verilir. İstanbul’da her yapılan otoyolun, köprünün kendi trafiğini yarattığı bilimsel gerçeğinin karar mekanizmasının başındakilerce görmezden gelindiği, üstü çizilerek belirtilir. Toplu ulaşıma ve raylı ve alternatif ulaşım sistemlerine yeteri kadar kaynak ayrılmadığından, insanlar saatlerce trafikte eziyet çeker, parayla satın alınamayacak olan zaman ise aslında kaybedilen en değerli şeydir. Peki çözüm olarak devlet ne yapar? Daha çok yol, daha çok köprü!
Belgeselin üzerinden geçen on yılda, çocuklarımızı dahi borçlu duruma soktukları, kullansak da kullanmasak da para ödeyeceğimiz yollar, köprüler, havalimanları ile donatıldık. Yapılan üçüncü köprü, Marmaray, şu anda gündem de olan Kanal İstanbul gibi mega proje olarak sunulan projelerin, hükümetin kentsel alanlar üzerinde rant sağlamak amaçlı yapıldığı aşikardır. İzlenen bu neoliberal politikalar ile kentin kapasitesi düşünülmeden, ekolojik sistem hiçe sayılarak sadece rant alanları yaratılmaktadır. Ekonomik gelir elde etmek ve doymayan belli kesimleri doyurmak için satılan yaşamlar, evsiz barksız bırakılan, ömür boyu borçlandırılan insanlar sadece İstanbul’un değil, tüm ülkenin ve tüm dünyanın acı bir gerçeğidir.
Belgeselin yönetmeni İmre Azem, yapılan bir röportajda; “Ekümenopolis’in ilk gösterimlerinde birçok kişiden çok karamsar bir film yaptığımız eleştirisini duyuyorduk. “Hiç mi iyi bir şey yapılmıyor?” diye soruyorlardı. “Bence az bile söylemişiz,” diyor ve devam ediyor: “Bizim belgeseli yaptığımız sırada tahmin bile edemeyeceğimiz kadar kötüye gitti İstanbul. Kuzey Ormanları ekolojik bütünlüğü bozulacak şekilde yok edildi. Su havzaları, kenti besleyen kuzey ekosistemleri Üçüncü Köprü ve yeni havalimanı projeleriyle yoğun bir imar faaliyetine kurban edildi. Kısacası bizim belgeselde öngördüğümüz bütün kötülüklerden fazlası yapıldı. Hepimizi, hatta henüz doğmamış olanları onlarca sene büyük borçlar altına sokacak şekilde araç geçiş garantili köprüler, otoyollar, tüneller inşa edildi. Bir proje ile hem doğa talanı hem kamusal zarar hem de kenti, geleceği garanti olan küresel ısınma kaynaklı felaketlere karşı daha da kırılgan yapmak: bu üçü hep bir arada. Böyle bir dönemde bu kadar aymazca bir doğa talanını tarif edecek kelimeleri bulamıyorum. Mücella Yapıcı’nın bu konuda çok başarılı bir sunumu var, ‘planlı ekolojik çöküş’ olarak nitelendiriyor, İstanbul’a yapılanları.” diyerek, ekonomik, ekolojik ve nüfus anlamında bütün eşikleri aşmış bir kentin planlı bir yok oluşa doğru hızla sürüklendiğini net olarak ifade etmiştir.
Mücella Yapıcı ise yine bir röportajında şunları dile getiriyor: “Umudum şudur benim: Bu artık evrensel, gezegene dair bir mesele olmaya başladı ve etrafındaki farkındalık çok arttı. Bu küresel yıkıma karşı ancak küresel bir mücadele platformuyla bazı şeyleri durdurabiliriz. Bir durdursak, geriye nasıl döndürürüz, nasıl iyileştiririz, nasıl rehabilite ederiz onu tartışmaya başlarız. Ama şimdi bunu tartışamıyoruz, habire daha kötüsünü engellemeye çalışıyoruz. Bu aynı zamanda ekonomik, sosyal ve politik bir mesele. Bu noktada siyasetçiler ve sermayedarlara bakıyorum; siyasetçileri ayırıyorum ama sermayenin ahlâkı olmaz. Sermayenin doğası budur: Gölgesini satamadığı ağacı keser. Bizim asıl kaybettiğimiz bunu dengeleyecek olan denetleme mekanizmalarındaki yozlaşmadır.”
Pek çok üniversitenin mimarlık bölümünde hâlâ ders olarak da gösterilen Ekümenopolis, Sulukule, Ayazma, Tozkoparan gibi mahallelerdeki benzer kentsel dönüşüm sürecinde yaşananlar özelinde yukarıda özetlenen pek çok sorunu ortaya koyan bir belge niteliğindedir. Belgeselde örneklerini gördüğümüz gibi kentsel dönüşüm üzerinden kim rant sağlıyorsa, kent üzerinde söz sahibi de bu ayrıcalıklı sınıf oluyor. Bu sınıfsal ayrışmanın sona erdirilmesi, yaşanabilir kentler inşa edilmesi ve kent halkının yaşadığı yer için insanca yaşam hakkı için mücadele etmesi yönünde farkındalık yaratması açısından önemli bir belgesel. Çözüm için örgütlenme ve toplumsal mücadele gerektiren bu önemli konularda, bilimsel verilerle yol gösteren bu belgesel izlenmeli ve izlettirilmelidir.
“Her yer ne kadar gri. Açmıyor çiçekler. Penceremde kuşlar yok.”
Ucu Olmayan Şehir, Art Diktatör ’ün bu şarkı sözleriyle sonlanıyor.
İyi seyirler diliyorum.