Bu eser, sevdiklerine “KİMSENİN PAPAĞANI OLMA” öğüdünü veren bir babaya, Mehmet Tokşen’e ithaf edilmiştir.
Onun bu öğüdünün, kitabın yazarı Muhammed Yıldırım ve eşsiz anlatım bölümlerinin kahramanı Nazım tarafından tam olarak benimsendiği ve özümsendiği, kitabın her sayfasında hissedilmektedir. Öyle ki; bu roman, sadece “Katil kim?” sorusunu sorduran ve son sayfasına kadar sadece bunun cevabını arattıran basmakalıp ve sıradan bir polisiye roman değildir. Yani yazar ve anlatıcısı “Kimsenin Papağanı olmamış” özel ve öznel bir kurgu ve anlatım yolunu seçmiştir.
Dorlion Yayınlarından çıkan bu eserin özü bence şu soru ve cevapta gizli!
- Empati yeteneğini kaybetmiş bir insan, insan olarak kalabilir mi?
- Hayır, kesinlikle kalamaz.
- Kalamadı da zaten!
“Çığlıkları duyuyor musun?”
Roman bir cinayetle başlar. Mirsad Selimoviç adında bir mülteci havuzda boğularak öldürülmüştür. Katil, havuzun kenarına beş tane çakıl taşı ve Lavinia çiçeği bırakır, maktulün giysilerini de yanına alır. Sonraki tüm cinayetlerinde yapacağı gibi…
Cinayetler ara vermeksizin devam eder. Mirsad’dan sonra sırayla arkadaşları Elvir, Tarık, Miralem ve Faris arka arkaya öldürülür. Hepsinin ortak bir özelliği vardır, cinayete kurban gidenlerin tümü Bosna Hersek vatandaşıdır ve savaş mağduru olarak Türkiye’ye yerleşmiş olarak görünen mültecilerdir. Bunlar farklı işkenceler çektirilerek öldürülür. Katil tam bir profesyoneldir, arakada hiçbir iz bırakmadan ilerler.
Kurgu son derece başarılı olup, kitabın sonuna kadar merak ve heyecan hiç sona ermez. İçiniz yana yana ve duygudan duyguya atlayarak yaşarsınız karakterlerle beraber. Yazar bu cinayet örgüsü içerisinde, konakta yaşanan bir yasak aşkı, haklarından taviz vermeyen, bu nedenle işten atılan mücadeleci ve önder bir işçinin Elvir’in yaşam kesitinden emek-sermaye çatışmasını ve kan emici bir işvereni de anlatır. Sonra bir sergideki Gustave Courbet’in melankoli ve hayal kırıklığını temel aldığı oto portresi “Çaresiz Adam” üzerinden başlayan, son derece doyurucu bir anlatı ile sanatın ve sanatçının ruh derinliği, beslendikleri çevreden ve toplumdan aldıkları ve onlara geri verdikleri üzerine enfes sohbetler de yer alır.
“Acaba onun güneşi de benimki kadar soğuk mu?”
Bu cinayetlerin çözümü için cinayet masada görevli iki komiser Cengiz ve Şenol görevlendirilir.
Cengiz bize en insani vasıflarımızı anlatır. Aşk, acı, terkediliş ve yalnızlıkla başlar öyküsü ve sonrasında iyi polis kötü polise ve belki de katile kadar uzanır.
Çok yalnızdır, dağılmıştır. Yalnızlığına, terk edilmişliğin verdiği acı ve yüreğindeki bitiremediği aşk eşlik eder. Yazar bu yalnızlığı “… yalnızlık çoğu zaman mutlak bir inançla güneşin doğumunu beklemek ama ne yazık ki doğan güneşin sıcak merhabasını senden esirgemesiymiş demek ki” diye anlatır. Onun güneşi soğuktur… Gözleri ışıl ışıl bakan “güneşi” Hülya’sı gitmiş, geride bir enkaz bırakmıştır. “Şairi ölmüş şiirler gibi kaldım” der Cengiz, bir yanı hep eksik, yetim…
Kendini bırakır bazen bir rakı masasında, “Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin” diye inleyen Zeki Müren eşliğinde “Konuşmadan anlaşmalara ve iyi ki varsın dediklerimizin” şerefine içer. Sabah tüm “hükümsüz hüzünlerini” bir yana bırakıp, işinin başına döner. Yüzüne yerleştirdiği gülümseme, ruhundaki büyük acının yansımasına engel olamaz. Gülmek için verdiği çaba bir işkencedir…
Şenol, sanatsever, meraklı genç bir polis. Cengiz’in bu cinayetlerin çözümünde birlikte çalışacağı iş arkadaşı. Bir sergide büyük bir hayranlıkla resimlere bakarken, yüzünde samimi bir gülümseme ile yanına yaklaşan ve ona baktığı resimler hakkında bilgi veren Nazım’la karşılaşır. Nazım’ı hayranlıkla dinler ve sergiyi birlikte gezmeye devam ederler. Nazım, köylülerin ve işçilerin gerçek hayatlarını resmeden Realizmin merkezi figürü olan usta ressam Gustave Courbet’in Çaresiz Adam, Taş Kırıcıları ve Ornans’ta Cenaze isimli eserlerini ve Gustave’yi anlatırken siz kendinizi o sergide anlatılan resimlere bakarken bulursunuz. Gezmeye devam edersiniz, ta ki İskoç ressam Peter Howson’un “Srebrenitsa Katliamı” adlı son tablosunu görünceye kadar…
İnsanı dehşete düşüren bu tablo ve asıl bu tabloyu yaptıran korkunç katliam Nazım’ın dilinden tüm gerçekliği ile öyle çarpıcı anlatılır ki fiilen yaşamadığınız bir acıyı ruhunuzun derinlerinde hissedersiniz.
“Srebrenitsa’da kendi cehennemimden geçtim.” diyen bir ressamdır Peter Howson.
Evet bir cehennemden geçilmiştir. 2.Dünya savaşından bu yana Avrupa topraklarında yaşanan en büyük soykırımdır bu. 1995 yılında yaşanan bu soykırımda, çoğu erkek sekiz binden fazla kişi öldürülür. Öldürülmeden önce akıl almaz ve sınırsız kötülüğü hafızalara kazıyan işkenceler yaşar insanlar. İnsanların ne kadar zalim olabileceğini tüm çıplaklığı ile gösteren bir mezalimdir bu. Kadınlar ve kız çocukları sistematik tecavüze, akıl almaz işkencelere maruz kalırlar. O dönemde savaş ressamı olarak Yugoslavya’ya gelen Peter Howson “Ben kendi cehennemimden geçtim bu da yıllar sürdü. Srebrenitsa katliamı gibi olayların yaşanıyor olmasını aklım almıyor. İnsan doğasının karanlık yanına da bakmak zorundayız. Bu cılız medeniyet kisvesi altında terör, dehşet, kargaşa ve kan var.” Diye açıklar yaşanan vahşeti. Depresyondan çıkamaz, içkiye ve uyuşturucuya teslim olur, tüm hayatı altüst olmuştur. Sadece gördükleri yüzünden, ya bunu yaşayanlar, onlar ne haldedir? Bu sorunun cevabını tüm detayları ile kitabın ilerleyen bölümlerinde Nazım’ın hiçbir detayı atlamayan, şahane anlatımından okuruz.
Şenol Nazım’ın anlatacaklarının bu seri cinayetleri çözmede yardımı olacağını hissetmiştir. Nazım Tito’dan başlayarak Yugoslavya’nın tüm tarihini anlatır. Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi Amerika’nın Yugoslavya’ya sözüm ona nasıl “demokrasi ve özgürlük” getirdiğini tüm detayları ile ortaya koyar. Bosna savaşını ve bu savaşın korkunç bilançosunu, 1995 Temmuz’unda yaşanan Srebrenitsa Katliamının tüm ayrıntılarını içimiz yana yana okuruz. Bir kez daha insanın karanlık yüzüne lanet okuyarak…
“Mağdur konuşamazsa suçlu da olmaz.”
İlerleyen bölümlerde, bu soykırımın yaşandığı zaman henüz 11 yaşında olan ve şimdi polis olan Elmas devam eder gördüklerini ve yaşadıklarını anlatmaya. Bir gece evlerinin kapısını kırarak içeri giren ve yan komşuları olan iki Sırp, annesine ve kendisine bütün gece tecavüz etmiştir. Ömrümün en uzun ve en mide bulandırıcı gecesiydi diye anlatır. Bu diğer yaşadıklarının yanında çok basit kalacaktır. Ülkenin her yeri, her şehri toplama ve tecavüz kampı olmuştur. Annesiyle birlikte götürüldüğü tecavüz kampında kendilerine kaç kişinin tecavüz ettiğini bilmez. Hamile kalmayan kadınlar öldürülür. Annesi dayanılmaz işkenceler sonrası ölür… Toplama kamplarında günlerce aç-susuz bırakılıp, dışkısını yiyen insanları, yüzlerce kişinin tecavüz ettiği kadın ve çocukları anlatır. Sırplar, Boşnak aile yapısını bilmektedir. Bu nedenle sistematik bir tecavüzün Boşnak toplumuna vereceği zararı da iyi bilirler. Kadınlar yaşadıkları travma nedeniyle insan içine çıkamayacak ve susacaktır. Mağdur susarsa suçlu da olmayacaktır. Ama Boşnak kadınlar susmamayı başarır. Başlarına getirileni, yaşatılan mezalimi tüm dünyaya anlatırlar. Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi 2001 de sistematik tecavüz ve cinsel köleliği ilk kez insanlığa karşı bir suç kapsamına almıştır. Ancak görülen mahkemede sadece üç Bosnalı Sırp suçlu bulunmuştur.
Tabi ki bu mezalimi çok daha ayrıntılı okuyacaksınız bu kitapta. Dünya hala nasıl dönüyor ve biz hala bu canavarca hislerimize nasıl yataklık yapıyoruz diye düşüneceksiniz. Ruhunuz bir cenderenin içinde çırpınacak. Gözlerinize bilmem söz geçer mi…
Bu sıra dışı polisiyede, tüm öldürülenlerin Bosna Hersek kökenli olmasıyla bağlantılı şekilde Bosna Savaşı ve Sırpların yaptığı soykırım ustaca anlatılmış, acılarla dolu, tarihi bir yolculuğa çıkılmıştır. Kitabı kapatınca tüm insani yüzlerimizle yüzleşmemiz istenir. İntikam kavramı da içten içe sorgulanır.
Yolculuğun sonunda birisi bize der ki “Onlar benim oyuncak bebeklerimi, onlar benim çocuğumu, onlar benim oyun arkadaşımı aldılar.”
Burada anlatılan aşkın ve acının bir SON SÖZÜ yok…