Ve sustuğum her şey, yolun sessizliğinde yankılandı.
Hemen hemen herkes, bir yerlerde yaşayamadığı bir hayatın sessiz yasını tutar. Bazı günler gelir, umutsuzluğun içinde umut ararız. Kimi zaman büyük bir karanlığın içinde aydınlığı bulmaya çalışırız, sonu gelmeyen tünellerin içinden geçeriz.
Bu hayatta bazen istediğimiz şeylerin hayalini çok fazla kurarız ve onlara ulaşmak için muazzam bir çaba gösteririz. Ama hâlâ cevabını bulamadığım bir soru var: Hayallerimize ulaşmak mı daha iyidir, yoksa onlara ulaşmak için verdiğimiz mücadele mi? Belki de insanı asıl büyüten, varmaya çalıştığı yer değil, yürüdüğü yolun kendisidir.
Yola çıktığınızda ardınızda bıraktığınız insanlar, anılar ve hikâyeler sizi terk etmez. Kimi geceler sessizce gelip otururlar yanınıza. Çünkü düşünmek için bolca zamanınız, susmak içinse türlü “nedenleriniz” vardır.
Konya’da kıymetli bir ağabeyimiz, kurduğu mütevazı rakı masasında hep derdi ki:
“Önemli olan masadaki sandalye sayısı değil, o masada kimin oturduğudur.”
Bu işte mahirdi… Ben ise geçmişte, oturmamam gereken masalarda bulundum. Herkes hayatında hatalar yapar. Yaşarken öğrendim.
Hayal etmek, gerçeğin tahtına göz dikmektir. Bir yerlere gitmeden önce ya da bir şey yapmadan önce hayalini kurarız; sonra da ona ulaşmak için bir gayretin içine gireriz. Fakat hayallerimize ulaştığımızda bizi bekleyen büyük bir boşluk vardır. Bu durum, aslında elde ettiğimiz aşklara da benzer. Hayalini kurduğun şeye ulaşmak her zaman güzel değildir; bazen ulaşamamak onu daha anlamlı kılar.
Yollara düşmeden önce, bulunduğum topraklardan farklı yerlere gitme arzum vardı. Yeni yerler görmek, farklı yaşamları deneyimlemek ve hiç tanımadığım insanların hikâyelerine tanık olmak istiyordum. Evrimin bize bıraktığı en büyük miras, kuşkusuz “merak” duygusudur.
O vakit, yollara düşme zamanıydı…
Amerika kıtasına ilk geldiğim günlerde, her yeri ve her şeyi gözlemlerken en çok dikkatimi çeken şey, yaşlı insanların hemen her alanda iş gücüne dahil oluşuydu. Neredeyse yürümekte güçlük çeken insanlar bile hâlâ çarkın bir dişlisi gibi görevlerine devam ediyorlardı. Bu üzücü tabloya kayıtsız kalamıyorsunuz. Durup düşünüyorsunuz. Uzunca bir süre anlamlandırmaya çalışıyor, en önemlisi de dünyayı bir kez daha sorguluyorsunuz.
Bizden önce yaşayan insanlar, bizler adına kararlar almışlardı. Kafes gibi evlerde yaşarken, cehennem gibi işlerde çalışıp günün sonunda hiçbir şeye sahip olamayan milyarlarca canlı türü… Bizden önce yasalar koymuşlar ve bizi cehennem gibi bir hayatın içine hapsetmişlerdi. Bugün ise milyarlarca insan, hayatta kalabilmek için bir avuç zengine amansızca hizmet etmeye devam ediyor.
Bir insan, yaşadığı cehennemi birkaç kelimeyle kavrayabilir mi? Hadi o an “anladım” diyelim… Kaç gün sonra unuturum? Sonuçta hepimiz unutuyoruz; unutup kendi hayatlarımıza devam ediyoruz. Başkalarının yangınını, kendi balkonumuzdan izler gibi…
Bir sistemin içinde hayatta kalmaya çalışıyoruz; eleştirdiğimiz bir yapının tam ortasında, onunla bütünleşerek.
Kölelik kalkmıştı öyle mi? Gerçekte, birbirine benzeyen milyarlarca insanı yönetebilme meselesini hâlâ başarıyorlar. İzlediğimiz haberlere inanıyorduk. Bütün bir dünyayı avucumuzun içine sıkıştırmadılar mı? Yalanlarla besleniyorduk;
düşünmüyor, sorgulamıyor, gerçeğin peşine düşmüyorduk. Önümüze düşen bir dakikalık videoların çoğu gerçek dışı bir algı operasyonuydu. Her gün, her saat yok oluyorduk; ama yok olduğumuzun bile farkında değildik.
Yola çıkmıştım bir kere; tahayyül bile edemeyeceğim şeyler başıma gelmişti…
Günlerce sokaklarda yaşadım. Hava karardığında gidecek bir eviniz yok, duş alıp rahatlama şansınız yok, akşam yemeğiniz yok; “sıcak bir yatakta her şeyi unutturan öpücükler” de yok. Amansız bir soğuk ve kaygılarla dolu bir gece sizi bekliyor. O an anlıyorsunuz ki, hayatta kalmak sadece fiziksel bir çaba değil, ruhun da direnç göstermesi gereken bir mücadele. Bu gerçek, insanın içini acıtıyor ama aynı zamanda direncin, azmin ve yaşam iradesinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Amerika kıtasında beni en çok düşündüren ve sorgulatan şey, insanların zor şartlarda sokakta yaşamasıydı. Derin bir yoksulluk vardı. Anadolu’dan kalkıp başka bir kıtaya gelmiştim, hep düşünürdüm ki bütün acılar Anadolu’da yaşanır. Meğer başka kıtalarda da aynı gözyaşları, aynı sessiz çığlıklar varmış. Hollywood, bize yüksek gökdelenlerde mükemmel bir hayat yaşandığını gösterirken, o gökdelenlerin altında hayatta kalmaya çalışan milyonlarca insanı sır gibi saklamaya çalışmıştı. Bir nesil, Amerikan rüyasının yalanlarıyla yaşadı. Ama gerçekler gözünüze çarptığında anlıyorsunuz: Bunu anlamak için bakıp geçmek yetmez; empati yapmak her zaman bir mana ifade etmiyor. Bakmak yetmiyor, görmek yetmiyor… Hissetmek gerekiyor. Onların açlığını, üşümesini, yalnızlığını, umutsuzluğunu içinizde bir yerde hissetmek gerekiyor.
hâlâ duyabiliyorum. Bu şehir, bu kıta, bu dünya… Acılarla, yalanlarla, göz ardı edilen hayatlarla dolu. Ama bir yandan da, insan ruhunun direncini, umudun kırılgan ama vazgeçilmez ışığını görüyorsunuz. Hayatta kalmak sadece fiziksel bir çaba değil; aynı zamanda yüreğinizle, empatinizle, gözlerinizle o hayatın yükünü taşımak demek.
Ve ben, o sokaklarda yürürken, hem çaresizliği hem de umudu bir arada hissettim. İnsan olmak, bazen yıkılmak, bazen dayanmak ve bazen de sessizce bir başka insanın acısını kendi kalbinde taşımak demekmiş. İşte o an anladım; dünyanın en büyük gerçeği, göz ardı edilen hayatların sessiz çığlıklarında saklıydı.
Bütün bunların sonucunda sadece hayatta kalmak yetmiyor. Emeğin değeri görülmeyen, adaletin rengi solmuş bir dünyada değil, herkesin insanca yaşayabildiği bir yaşam istiyorum. Bir gün mutlaka…
