Kasım ayını yılın en hüzünlü ayı olduğunu hep düşünmüşümdür. 10 Kasım 1938’de cumhuriyetimiz kurucusu ve aynı zamanda Türklerin onurunu kurtaran Atamızı yitirmiştik.
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” diyen Atatürk’ün düşüncelerini, devrimlerini içtenlikle benimsemiş milyonlarca insan bu ülkede yaşıyor. Belirli günlerde kimsenin zorlaması olmadan Anıt Kabir’e koşanlar, o gün saatler dokuzu beş geçtiğinde sirenler çalınca insanların saygı duruşuna geçmeleri, araçlardakilerin klaksonlarına basmaları bunun en açık göstergesidir.
Atatürk’ü kaybettiğimizde binlerce insan Dolmabahçe Sarayının muayede salonuna konulan katafalktaki bayrağa sarılı tabutunun önünden ağlayarak geçmişti. Dolmabahçe Sarayının önündeki ziyaretçilerin oluşturduğu kuyruk hava kararmış olmasına rağmen Ortaköy’e kadar uzanmıştı. Onu izleyen yıllarda da hala binlerce insan Anıtkabir’e giderek Ata’nın mozolesi önünde saygı duruşunda bulunuyor, dualarını ondan esirgemiyor.
Bütün bunlar O büyük adamın ebediyen payidar olacağının nişanesidir. Her 10 Kasım günü Atatürk ve silah arkadaşlarını, devrimleri yapan kadroları sevgi ve rahmetle anıyor.
Kuşku yok ki; çoğumuz Atatürk olmasıydı ne olurdu diye düşünmüştür. Atatürk olmasıydı bugün özgür bir ulusun vatandaşları olmak yerine, yabancı güçlerin yönettiği ezilen bir ulusun bireyleri olacaktık.
Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen yıllarda dünyada tarihin en zor günleri yaşanıyordu. I. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa parçalanmış ve yeni devletler ortaya çıkmıştı. Osmanlı büyük toprak kayıplarına uğramış, müttefiki Almanya gibi ekonomik çöküntü içerisinde bocalıyordu. Rusya’da Sovyet devrimi yaşanıyordu. Kısacası barışı gölgeleyen olaylar birbirini izliyordu. İtalya’da Mussolini’nin saldırgan siyasetinin yanı sıra Almanya’da Nasyonal Sosyalistler hükümeti ele geçirmişti. Nazi Almanya’sının Versailles Anlaşmasını tanımayışı II. Dünya Savaşının sinyallerini veriyordu. Dünyanın içinde bulunduğu bu ortamda Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözünün büyük önemi vardı. O günlerin batılı liderleri Atatürk’ün dış siyasetine yansıyan devrimciliğini, liderliğini ve siyasi stratejisini çok iyi kavramışlardı. Buna karşılık Atatürk sorunlar yaşamaması için başta komşularımız olmak üzere diğer devletlerle barışçıl bir politika izliyordu. Kuşkusuz bunda kararlı ve mantıksal bir hesap adamı olmasının da büyük payı vardı. Başka bir deyişle akılcı ve gerçekçiydi. Ulusal sınırlar içerisinde, kendi gücüne dayalı, tam bağımsız çağdaş Türkiye’yi yaratmak istiyordu. Bunda da başarılı olmuştu.
Atatürk’ün yurt dışına hiç çıkmadığını söyleyen, tarihten nasiplenmemiş olanlarla ara sıra da olsa karşılaşıyoruz. Oysa Picardie Manevralarını izlemek üzere 1910 yılında Fransa’ya gitmiş, Hollanda, Belçika ve İsviçre’yi görme olanağını bulmuştu. Sofya Askeri Ataşeliğini 1913 yılında yapmış ve bir yıl da orada kalmıştır. Veliaht Vahdettin ile birlikte 1917 yılında Almanya gezisine katılmış, tedavi amaçlı 1918’de Viyana’da bulunmuştu. Cumhurbaşkanlığı döneminde ise yurt dışına çıkmamıştı. Kuşku yok ki bunun da kendince bir nedeni olmalıydı. Afgan Kralı Amanullah Han (1928), Irak Kralı Emir Faysal (1932), İran Şahı Rıza Pehlevi (1934) ve İngiltere Kralı VIII. Edward (1936) O’nunla görüşmek için Türkiye’ye gelmişlerdi.
Türkiye ile Afganistan arasındaki diplomatik ilişkiler 1920 yılında Abdurrahman Bey’i oraya temsilci olarak göndermesiyle başlamış, 1 Mart 1921’de Moskova’da Türk-Afgan Dostluk Antlaşması imzalanmıştır. Amanullah Han’da Milli Mücadele’de Atatürk’ün yanında yer almış Türk komutanlarına nişanlar göndermişti. Bunun ardından 1928’de Türkiye’ye gelen ilk devlet başkanı olmuştur.
O yıllarda Türkiye ile Irak arasında Musul sorunu ve İngilizlerin emperyalist siyasetinden ötürü soğukluk yaşanıyordu. Bu yüzden Atatürk Irak’a karşı mesafeli bir siyaset izliyordu. Irak Kralı Faysal Türkiye’yi ziyaret ederek bu soğukluğu gidermek istemişse de kabul görmemişti. İngiltere Irak’a 30 Haziran 1930’da muhtariyet verilmesinden sonra Faysal, 6-8 Temmuz 1931’de Türkiye’ye gelmiş ve Atatürk tarafından kabul edilmişti.
İran’da Kaçar Hanedanı 1925’de yıkılmış ve yerine Pehlevi sülalesi geçmişti. Bu dönem Türk-İran ilişkilerinin bir bakıma dönüm noktası olmuştu. Rıza Pehlevi’nin 25 Nisan 1936’da kendisini İran Şahı olarak ilan etmesinin ardından Atatürk taç giyme törenine bir heyet göndermiş ve kendisine değerli taşlardan süslü bir de kılıç hediye etmişti. Bunun ardından İran ile sınır güvenliği, dostluk ve tarafsızlık ve ekonomi anlaşması imzalanmıştı. Böylece her iki taraf arasında başlayan dostluktan ötürü Şah 1934 yılında Atatürk’ü ziyaret etmişti
İngiltere Kralı VIII Edward’da 4 Eylül 1936’da İstanbul’a gelerek Atatürk’ü ziyaret etmiş ve her iki devlet arasındaki dostluğu başlatmıştır. Atatürk’ün Dolmabahçe rıhtımında karşıladığı VIII. Edvard’ın bu ziyaretinin özel anlamını Prof. Dr. Hikmet Özdemir, “Atatürk ve İngiltere/Bir Barışmanın Diplomatik Tarihi” isimli kitabında bu ziyareti şöyle anlatmıştır:
“İngiltere Kralı VIII. Edward’ın 1936 Türkiye ziyaretini, resmi olmamasına karşın, hasım ülkeler arasında görülen barışma ziyaretleri arasında saymaktadır. Dünya diplomasi tarihinde hasım ülkeler arasındaki barışma ziyaretleri türüne ilk örnek olarak, İngiltere Kralı’nın bu ziyareti gösterilmiştir. O sıralar II. Dünya Savaşı’na giden yolda, Avrupa’da değişmeye yüz tutan dengeler, faşist İtalya’nın saldırgan tutumu ve sonraları yalanlamasına rağmen, Doğu Akdeniz üzerindeki emelleri Doğu Akdeniz’deki İngiliz çıkarlarını tehlikeye sokabilirdi.
Bu tür düşünceler de İngiltere Kralı’nı, Türkiye ile ilişkilerinde dönüm noktası oluşturacak yeni bir sayfa açmak için harekete geçmeye, en azından bir nabız yoklamaya zorlamış olabilirdi.
Mustafa Kemal’in ‘Yurtta barış dünyada barış’ ilkesini uygulayan Cumhuriyet Hükümeti’nin bu girişimi olumlu karşılaması bekleniyordu ve nitekim öyle oldu: Kral, umduğundan fazla ilgi gördü.”
Ürdün Emiri Abdullah’ta Ankara’ya gelerek Atatürk’ü ziyaret etmiştir.
Balkan, I. Dünya ve ardından İstiklal Savaşından sonra adeta harabeye dönmüş, esaretle karşı karşıya kalmış bir memleketin lideri Atatürk ülkesini çağdaş bir düzeye ulaştırmış, izlediği politikayla dünya liderleri arasında dostluk ilişkileri kurmuştu.
O yıllarda Türkiye’yi krallar ve devlet adamları ziyaret etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti birçok devletin ittifak yapmak istediği saygın bir konuma gelmişti. Olağanüstü devrimleri gerçekleştirirken emperyalizme karşı koymuş, insanlar arasında dil, din, ırk ayrımı gözetmeyerek Türkiye’yi dünyada benzeri olmayan bir konuma getirmiş, birçok devlet adamı O’nu örnek almıştır.
Winston Churchill’in, “Siyasetçinin en önemli özelliği, gelecekteki olayları doğru teşhis edip önlemini zamanında almasını bilmektir.” sözündeki gerçek payını acaba kaç kişi anlar.