Türk edebiyatında kendine özgü bir yeri olan, yaşamı mücadelelerle geçen, düşüncelerinden hiçbir zaman ödün vermeyen Sabahattin Ali’yi anlatmanın kolay olmadığının bilincindeyim. Yaşamış olsaydı, geçtiğimiz aylarda doğum gününü kutlamış olacağımız Sabahattin Ali’nin değeri yakın tarihlerde bir kez daha ortaya çıktı.
Çoğunuza belki garip gelecek ama Sabahattin Ali’nin “Sırça Köşk” isimli kitabını ilk kez ilkokul yıllarımda okumuş ve o yaşlarda çok etkilenmiştim.
Bir zamanlar kitapları yasaklanan Sabahattin Ali şimdilerde Türkiye’nin ender yetişen yazarları arasında. Haklı olarak edebiyat tarihimizde önemli bir yeri var.
Bu vefasızlık yalnız bizde mi?
Hiç sanmıyorum; dünyada ve edebiyatımızda pek çok araştırmacı, sanatçı ve yazar yaşamları boyunca sıkıntılarla acılarla boğuşmuşlar, ölümlerinden sonra gerçek değerleri anlaşılmış, hakları olan itibarlarını kazanmışlardır…
Ne gariptir ki yaşamlarını sıkıntı içerisinde sürdürenlerin eserleri başkalarına kazanç kapısı açmıştır.
Yeri gelmişken bu konuda birkaç örnek vermek isterim; XIX. Yüzyılda yaşamış filozof, politik, ekonomist, devrimci ve komünizmin kurumsal kurucusu, Kapital isimli ölümsüz eserin yazarı Karl Heinrich Marx sefalet içerisinde ölmüştür. Ailevi sorunları yüzünden evinden kaçan Lev Tolstoy Rusya’da küçük bir tren istasyonunda soğuk bir havada ateşler içerisinde yaşamını yitirmiştir. Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından Ömer Seyfettin o zamanlar tedavisi imkânsız olan şeker hastalığından ötürü Haydarpaşa Hastanesi’nde ölmüş, kimsesi olmadığından cesedi kadavra yapılmıştır. Başı kesilen cesedi ise onu tanıyan bir arkadaşı tarafından teşhis edilince gömülmüştür. Konumuzu fazla dağıtmamak için bu örnekleri daha çoğaltmak istemiyorum. Nazım Hikmet’i, Orhan Kemal’i ve Sabahattin Ali’yi de bunların içine katmalıyız.
Sabahattin Ali, solculukla, komünistlikle suçlanmış, yaşamı kendisine zindan edilmiştir.
Sabahattin Ali haksız olarak toplumun sakıncalı kişisi olmuştu. (!) Nereye gitse peşine birilerinin takılması olağandı. Yazdığı yazılardan ötürü hakkında yayın yoluyla hakaret iddiasıyla peş peşe davalar açılmıştı. Aziz Nesin’in “Topunuzun Köküne Kibrit Suyu” yazısını sahiplenmiş ve Cemil Barlas’ın açtığı davada üç ay hapse mahkûm olmuş, 1947’nin Eylül ayında hapisten çıkar çıkmaz; bu kez de “Adalet Koridorları” yazısından ötürü hakkında yeni bir dava açılmış, 19 Aralık 1947’de Sultanahmet Cezaevi’nde 12 gün hapis yatmıştı.
Sabahattin Ali yeniden tutuklanmamak için kendisini gizlemeye çalışmıştı.
Sabahattin Ali belki de kendine sormuştur; “Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
İnançları uğruna öyle çile çeken, yaşamlarını mahveden, ailesi ve sevdiklerini hüsrana uğratan ve belki de sonradan pişman olan birçok aydın kişi olmuştur.
Hapishaneden çıktıktan sonra yazdığı “Zincirli Hürriyet” yazısının onu yeniden mahkemeye götüreceği çok açıktı… Belki de yazarlığa noktayı koymayı düşünmüştü. Ne var ki ailesini geçindirme sorumluluğu sırtına binmişti. Elinde kalan parasıyla bir kamyon alıp nakliyecilik yapmaya başlamıştı ancak bu onun yapacağı iş değildi. Ayrıca sürekli gözaltında tutulduğunu hissetmek, peşinde birilerinin dolaşarak her hareketini izlemesi onu olumsuz etkiliyordu. Bu yüzden sokağa çıktığından tebdili kıyafet yapıyorsa da, bu da onun tarzı değildi.
Ama çaresizdi…
Son çare olarak yurt dışına gitmeyi ve yazarlığını orada sürdürmeyi düşünmüştü. Fransa’ya gitmek istiyordu, pasaport başvurusunda bulunduysa da kendisine pasaport verilmedi.
Sabahattin Ali yasal yollardan yurt dışına çıkışına izin verilmeyince bu kez yasa dışı bir yolla Türkiye’den kaçmayı denedi. Nazım Hikmet kadar şanslı olmadığından başarısız kaldı.
Trakya’dan kaçmayı denedi. Oraya kadar her şey yolunda gitti, sınır yakınlarında, Kızılcadere Köyü civarında kayboldu ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Öldürülmüştü!
Sabahattin Ali neden ve nasıl öldürülmüştü?
Onun ölümünde kimlerin veya hangi kurumun parmağı vardı?
Bu konuda ortaya atılan çeşitli rivayetler olduysa da bu sorulara bugüne kadar sağlıklı bir yanıt verilmedi. Aradan yıllar geçmesine rağmen ölümü hala esrarını koruyor…