Hadım Mantık, Refleksiflik ve Şımarıklık

Dengir
266 views

 

Bu coğrafyanın insanlarını ilk var edildiği yıllardan bu yana inceleseydik, hakkında birçok şey söylenebilirdi: cahil bırakılmış bir toplum.

Elbette uluslar icat edilir ve devlet tarafından belirli kodlarla bir mantık dünyası yaratılır. Bu coğrafyanın insanları ise Cumhuriyet döneminde, baskın ulusçu ve “halkçı” bir diktatörlük tarafından icat edilmiştir. Kendisi de siyaseti de yanlış ve eksik bir aydınlanmanın ürünüdür.
Belki de Kürt halkının siyasetindeki ikna etme çabasının sonuç vermemesi de buradan kaynaklanmaktadır. Ve yine Kürt hareketinin son zamanlarda Türklerle her münakaşasında “Türkmen” vurgusu yapmasının sebebi de budur.

Bir dağ düşünelim ki hiç çıkılmamış, zirvesini bilmeyiz. Bir köy düşünelim ki nüfusunu, oradaki insanların isimlerinin ne anlama geldiğini bilmeyiz, şarkılarını anlamayız. Yani en basitinden o halkın hiçbir anına ortak değiliz.
Bu coğrafyanın insanları için de buna örnek olarak kimleri gösterebiliriz, bir düşünelim: Çinliler, İngilizler, Ugandalılar, Berberiler ve mesela Kürtler.
Asimilasyon politikasının bazı sonuçları da şunlardır: Türklerin Kürtlerden üstün olduğu ya da Kürt’ün iradesinin Türk’ün elinde bulunabileceği gibi absürt düşünceler… Bu mantık o kadar yaygın bir hâl almıştır ki, kendi maaşıyla Kürt’ün sorunlarını aynı cümle ve küme içerisinde değerlendirme gafletine düşmektedir. Elbette aynı ülkede yaşıyoruz, bunlar ortak sorunlardır denebilir. Ancak bir ulusun yaşam hakkı ile kıyas yapmak ve bundan doğacak problemleri küçümsemek ne denli yanlıştır, kolayca söylenemez.
Kendine özgü hiçbir fikir üretememiş, son yüzyılda şifa niyetine bir tane düşünür dahi çıkarmamış, “vatanseverlik” kelimesini ırk düşmanlığı düzeyinde algılayan bir toplum aydın toplum değildir. Aydın toplum; kendi fikirleri olan, yaptığı işin neden ve sonuçlarını hesap edebilen toplumdur.
Nitekim Nazi Almanyası’nda yayınlanan mektuplarda, Nazi generallerinde bile özgün sorgulamalar ve sorular varken; Türkiye’deki komünistler, liberaller ve bilumum İslamcılar hariç tüm fikir akımları, Kemalizm denilen üçüncü dünya ülkesi ideolojisini aşamamaktadır. Zihnen 1930’larda yaşayan bir toplum devingen değildir, durağandır. Durağan toplum da aydın olamaz; ancak aydınlanma illüzyonu yaşar.

Nasıl ki Nazi Almanyasında Alman üstünlükçü bir Yahudi görmüyorsak. Türkiyede de (asimilasyon politikalarına yenik düşmüş olanlar hariç) Kürtlerde tam olarak aynı sosyolojiyi görmüyorum.

İlk kısmı atladıktan sonra çözüm sürecinin Türkiye tarafı için ne manaya geldiğini açmak gerekiyor. Tarihi bağlamdan koparmadan, basitçe bir anlatım bu konuda yeterli olacaktır.

Emperyalistler bir harita çizer ki istedikleri zaman değiştirebilsinler. Emperyalistler, açık pazar hâline getirmek istedikleri devletin iç işlerine müdahale ederler ki, istediği zaman bölebilsinler, karıştırabilsinler. Bundan yüz yıl önce de bir plan oluşturuldu ve bu plan emperyalist güçler için gayet de rahat işledi. Ama artık bölgede daha büyük bir sorunları vardı: İsrail’in güvenlik endişeleri için gerekli olan, daha karışık bir Arap coğrafyası ve bir tampon devlet.
Çözüm süreci başarılı olursa ne olacağını belki tam detaylarıyla kestiremiyor olabiliriz. Ama eğer başarılı olmazsa, Türkiye’deki tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarının emperyalistlerce talan edileceğini kestirememek, düşünme gücünün hadım edildiği anlamına gelir.

Yazımın ilk kısmı için Cemil Meriç’in şu sözü, anlatmak istediklerimin tam karşılığıdır:
“Bu hadım edilmiş idrakle, bu ‘izinli’ hürriyetle kalkınmak mümkün mü?”

Bugün Türkiye’nin en temel siyasal meselesi, kuşkusuz Kürt sorunudur. Bu sorun yalnızca etnik farklılıkların tanınması meselesi değil, aynı zamanda devletin kuruluş mantığı, ulus inşası ve merkezileşme politikalarıyla doğrudan ilgilidir. Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan inkâr, asimilasyon ve güvenlikçi yaklaşımlar, sorunu çözmek yerine derinleştirmiştir. Bunun sonucu olarak mesele, yalnızca kültürel haklar düzeyinde değil, siyasal temsil ve yönetim modeli bağlamında da ele alınmak zorundadır.

Kürt sorununun çözümü, üç temel eksen etrafında şekillenebilir:

1. Anayasal tanınma ve eşit yurttaşlık
– Kürt kimliği ve dili, anayasal güvence altına alınmadıkça sorun yapısal olarak çözülemez. Dilin eğitim, medya ve kamusal yaşamda serbestçe kullanılması, bireysel haklar meselesi değil, kolektif bir varlık hakkıdır.

2. Yerel demokrasi ve yönetişim
– Merkezileşmiş devlet yapısı, farklı kimliklerin kendini ifade etmesini imkânsız hale getiriyor. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, adem-i merkeziyetçi bir sistemin kurulması, yalnızca Kürtler için değil tüm yurttaşlar için daha işlevsel bir yönetim modeli sunar.

3. Siyasal temsile saygı
– Kürt siyasetinin meşru temsilcileri sürekli olarak kriminalize edilirse, demokratik çözüm kanalları kapanır ve sorun tekrar şiddet sarmalına hapsolur. Çözüm için siyasal aktörlerin, özellikle de Kürt hareketinin, meşru muhatap olarak tanınması gereklidir.

 

Bu üç eksen, yalnızca Kürt sorununun çözümünü değil, aynı zamanda Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonunu da mümkün kılar. Zira Kürt meselesinin demokratik çözümü, devletin otoriter reflekslerini törpüleyecek ve toplumsal barışı güçlendirecektir.

Çözüm süreci bu açıdan kritik bir eşikti. Ancak süreç, devlet tarafından stratejik bir barış planı yerine taktiksel bir “çatışmasızlık dönemi” olarak görüldü. Bu yaklaşım, kalıcı çözüm üretmediği gibi, güven krizini daha da derinleştirdi. Ahmet Davutoğlu’nun 2014’te dile getirdiği “Çözüm süreci yarım kalırsa o bölgeyi yönetemez hale geliriz” ifadesi, aslında devletin kendi kırılganlığını itirafıydı.

Kürtlerin belki de sayısız seçeneği var; birçoğu da çok kolay — İsrail ile taktiksel bir ittifak mesela. Ama onlar, sosyal ve siyasal zemin açısından zor olanı seçip Türklerle beraber stratejik bir ittifak kurma çabası içerisindeler. Bunun tüm Ortadoğu coğrafyası için müthiş bir önemde olduğunu kavramak gerekiyor. Emekçilerin, kadınların, gençlerin özgürlük umutları için, ortodoks tavırlardan vazgeçip gerçekçi bir yurtseverlik sergilemek gerekiyor.

Bugün Kürt hareketi, bölgesel ve uluslararası konjonktür açısından farklı seçeneklere sahip: Ayrışma, dış ittifaklar (örneğin İsrail ile taktiksel bir ortaklık) ya da statü arayışları bunlardan bazılarıdır. Buna rağmen stratejik tercih, hâlâ Türkiye içinde ortak ve eşit bir yaşamı inşa etmek yönünde kullanılmaktadır. Bu tercihin kıymetini anlamak, yalnızca Kürtlerin değil, bütün bölgenin geleceği için kritik önemdedir.

Sorunun çözülmemesi halinde ise risk açıktır: Devlet, güvenlikçi politikaları derinleştirir; toplumsal kutuplaşma kalıcı hale gelir; yeraltı ve yerüstü kaynakları uluslararası güçlerin nüfuz alanına girer. Bu tablo, yalnızca Kürtler için değil, bütün ülke için ağır sonuçlar doğuracaktır.

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR