Dünya dönmüyor arkadaşlar! Bunu herkes birbirine duyursun lütfen veya bilen bilmeyene söylesin. Yok, dünyanın döndüğüne inanıyorsanız şayet, size edeceğim bir iki kelamım var. Dünya dönüyor olsaydı bu kadar acı, bu kadar sefalet, vicdansızlık, kötülük ve vasatlık olur muydu? Mesela, insanoğlu emek harcamadan, hakkaniyetsiz şekilde zengin olabilir miydi veya iyi niyetli çabası, emeği ve rızkı boşa gider miydi? Kıskançlık yapar mıydı, yalan söyler miydi, iftira atar mıydı, hırsızlık yapar mıydı? Soruları çoğaltabiliriz.
Dönen dünya işlerin yolunda olduğu anlamına gelir. Hayata iki doğrultuda bakıyorum ben: Yatay (dünya işleri) ve dikey (öte âlemlerin işleri). Dünyaya yatay doğrultuda, aklın duygularla sentezlendiği bir perspektifle bakıp “olmamış” derken, dikey doğrultuda ise tamamen hayal ve gönül gözüyle bakıp, sonunda ölümün olduğu bir “kâbus” demekteyim. Ölümden korkmadığım gibi ona yeni bir başlangıç olarak da bakmaktayım. Bu yatay kâbusta sonu olan şeyleri ve sonları severim, aklım dikey sonsuzlukta olduğu için.
Bir dönüşüm, bir döngü olduğu ve yenilendiği için her şeyin dönmesi beni umutlandırır. Evrende hiçbir şeyin yok olmadığı fikriyle, bu döngüde varlıkların döndüğüne kesin inancım var, dünya hariç. Bana göre, insanların kurduğu dünya dönmüyor. Bir sonu olmadığı için yeni bir başlangıcı da yok. Bu beni bedbaht ediyor aslında. Bir balçık halinde sanki. Ömürler bu balçıklarda çalınıyor. Kan deposu gettolarda yaşamlar çürüyor. İnsanın dünyası eskiden beri adaletsizlikler üzerine kuruluydu biliyorum. Hatta Kabil’in keskin baltasını ilk örnek olarak ele alırsak, kötülük her zaman vardı. Ama kötülüğün egemen hale geldiği ve köleleşen toplumların bu kadar acizleştiği, bireyin değersizleştiği, renklerin kaybolduğu ve birbirine benzeyen insanların bu kadar çoğaldığı bir dönem dünya tarihinde hiç olmuş mudur? Düşünmek lazım.
Nitekim insanın kurduğu dünyayı kantara koysak çok ağır olduğunu anlarız. Ağır ve hantal dünya dönme ve düşünme yetisini kaybetmiştir. Düşüncenin değil ezberlerin olduğu bir dünya belki bir zamanlar dönüyor olabilirdi. O zamanlar hafifti büyük olasılıkla. Hafif olan uçucudur. Uçucu olan sonsuzluğu ve rüyaları içinde taşır. Rüyaların olduğu hafif dünya hızla döner. İnsanın gözü açılır ve hakikati görür. Böyle bir dünyada gökyüzü alabildiğine geniş, deniz lacivert, dağların etekleri çiçek açmış, göllerin üzeri döne döne düşen çınar yapraklarıyla dolmuştur. Manolyalar biraz daha ileridedir. Begonvilleri hiç söylemeyeyim.
Şimdi geceler gündüze, gündüzler geceye dönmüyor. Mevsimler hep aynı. Umudum, yine dünyayı iterek döndürecek insanoğlunda. Buna rağmen neden bu kadar karamsarım diyeniniz çıkabilir. Yaşlanıyorum da ondan mı? İnsanlar var olduğundan beri, yaşlılar gençliğini kaybettiği için gençlere bakıp nefret etmiş, gençler de yaşlılara bakıp yaşlanacağız diye onlardan nefret etmiştir, tamam. Şunu da söyleyebilirsiniz, “gençler yaşlıların aptal olduğunu sanır, yaşlılar gençlerin aptal olduğunu bilir”. Ona da tamam. Hatta dünyaya hakaret ettiğimi söyleyeniniz de çıkabilir. Bu, düpedüz yalan ve yanlıştır. Ben durum tespiti yapıyorum o kadar. Yoksa güzelim dünyaya hakaret ettiğim veya yaşlandıkça yitirdiklerimin verdiği kaybediş psikolojisi ile karamsarlığa düştüğüm doğru değil. Nitekim sonları sevdiğimi söyledim. Beni cezbeden sondan sonrakilerdir. Geçmişi buruşturup çöpe atabilirim çok rahat. Eyvallah doğrudur, alıp beni götürmesi sonbahar yapraklarının, mazinin sedef sedef parlaması, uğruna bedeller ödediğim rüyalarım doğrudur. Alır gider beni masallar. Unuttuğum yalandır, acılarla örselenen yüreğimi. Ama bunlar benim duygularımdır. Bedenimle hiç ilgisi olmayan. Rüyalarım, anılarım sonbahar yapraklarıdır, yar yüreğinden esip gelen rüzgâr gibi. Uçuşan polenler aklımdayken unuttuğum bedenimdir, rüyalarım değil.
Bu mevzu bahisle içimdeki hal ve durumda, mazi yaralar açsa da, kangrene dönüşmüş değildir. Bir mum alevinde titreyen gölgeler, bir varmış bir yokmuş misali. Ama gölgelerin hep yaşayacağını bilirim, yeter ki ışık olsun, parıltıya dahi razıyım. Duvara vuran gölgeler ruhumuzdur. Biz görmesek bile hep var olacaktır. O yüzden hep derim ışıklar içinde olun. Ampulle ışıldayan dünya gibi değil, nurani ışıkla aydınlanan ve huzur veren, gölgelerin esaretten kurtulduğu sonsuzluk gibi. Nitekim bütün bunlardan yola çıkarak diyorum ki dünya karanlık, ağır ve dönmüyor, öküzün boynuzları üzerinde titriyor o kadar.
Gelelim dünyanın yuvarlak oluşuna. Uzaktan gelen geminin önce direğini, sonra burnunu, sonra da gövdesini görürüz açıklaması tek başına yeterli olabilir mi dünyanın yuvarlak olduğuna dair? Yani sadece geminin direği mi mevzu bahis olan? Yok, başka örnekler de bulabiliriz elbet. Hem direkten önce eskiden duman vardı, şimdi gelişen teknoloji sayesinde sadece direk kaldı elimizde.
Neyse bir örnek de ben vereyim dünyanın yuvarlak olduğuna dair. Dünya yuvarlaktır, çünkü düz olsaydı her şey ilk bakışta görünür olurdu. Oysa her şey bir şeyin arkasında gizli, ikiyüzlü. Ayrıca yuvarlak olan bir varlığın üzerinde hiçbir şey yerli yerinde durmaz. Kayar gider her şey ve hiçbir şey kalmaz elimizde. O yüzden bakar dururuz maziye ve hayıflanırız. “Ah nerede o eski günler” deriz. Aslında bir noktadan harekete başladığımızda tekrar o noktada buluşan daire kemaleti, evrenseli anlatan önemli bir kavramdır. Ama bu işin yüceliğinde olan anlam, bizim bahsettiğimiz insanın kararı ile yarattığı yuvarlak ve dönmeyen dünya. Noktadan noktaya gelemeyiz duran dünyada. Kemalete ermek zor, duran dönmeyen dünyada. Bir noktaya gelmek için çabalamak, dünyayı durduranlara karşı direnmek gerekir aslında.
Günümüzde insanın kurduğu dünyanın yuvarlaklığını, uzaktan ilk gözüken ve gelen geminin direğinden değil, kapitalizmin gökten demir direklerinden, gelen geminin gövdesinden değil, karanlık insanın yarattığı obur, canavarın göbeğinden tanıyoruz. Gelen sömürüyü anlamamız için ilk işaret; oburların silahı olan ve ilk gözüken gökdelenlerin direğidir. Geminin direği nostaljiktir. Yuvarlaklığa dair gerçek kanıt gökdelenlerin direğidir. Yani bir yerde demir direkler üzerine kurulu gökdelenleri görmeye başlıyorsanız, oraya obur bir canavarın geldiğinden ve yaklaştıkça toplumlar üzerinde ağır gövdesini daha iyi hissettireceğinden emin olun. O kadar obur bir canavardır ki, yukarıdan bakar yiyeceklerine, ileride daha neler var diye. Nerede o çağlayan ırmaklar, yitip gitmeyen yeşil tarlalar? Nerede o nazlı kelebekler? Gökdelenlerin direği yükseliyor bak, karanfilin açtığı yerde.