TARİHİMİZİ DOĞRU BİLELİM AHMET HÜR
Mandacılığı kimler savunmuştur?
“Kentlerdeki gazeteci, yazar, sanat ve bilim adamları gibi aydınların, dış görünüşe göre ‘Batı fikirlerinin temsilcileri olmalarına rağmen, kesin bir tutumları yoktu. Bunlardan birçoğu başlarda, yabancı ülke himayesini benimsemişti. Tüm Avrupa ülkelerine bağımlı olmaktansa bir tek devletin himayesini istiyor ve hatta bu tutumu Türkiye’nin modernleşmesi için tek çare olarak görüyorlardı.”(1)
İlginç bir nokta ise Osmanlıca “müzaheret” ve “muavenet” kelimelerinin karışmasıdır. “1919’daki manda ve himaye tartışmalarında kullanılan müzaheret ve muavenet kelimeleri ile manda ve himaye birbirine karıştırılmıştır. Bunun sebebi, hem müzaheretin hem de muavenetin yardım anlamına gelmesinden olmuştur.”(2)Bu noktada, aslında iyi niyetli olarak, ülkenin koşullarına bakarak başka bir ülkeden yardım isteyenler ile başka bir ülkenin egemenliği altına girmek isteyenleri ayırmak gerekir.
Hürriyet ve İtilafçılar, Padişah ve yakın çevresi ile birlikte İngilizci olup, İngiliz Mandasını savunurken, Almancı olan İttihat ve Terakki taraftarları, Almanya’nın yenilmesi üzerine ABD’ci olmuşlardı. Genel olarak Mandacılık fikri, İngiltere ve ABD arasında geçmiştir. Fransız mandacılığını savunanlar çok azdır. Damat Ferit hükümetinde Maarif vekili yapan Ali Kemal bir ara Fransız Mandacılığını savunmuş, Fransız Yüksek komiserine “Kendisine teklif edildiği takdirde, Türk hükümetinin Fransız himayesini kabule hazır olduğunu” bile söylemiştir.(3)
Doçent Dr. Nurettin Gülmez, Türkiye Barolar Birliğinin Sivas’taki sempozyumunda/bilgi şöleninde sunduğu tebliğde, manda konusunda şunları söylüyor:
“Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanı Albay Şevket Bey’in Mustafa Kemal Paşa’ya daha Amasya’da iken gönderdiği bir telgraf, hem İstanbul’da bulunanların ümitsizliğe düşmelerine ve hem de İtilaf devletlerinin etkin faaliyetlerde bulunmasına bir örnek olarak gösterilebilir.
Büyük devletlerden birinin himayesi altına girmedikçe Türk milleti yaşayamaz düşüncesinde bulunanlar, Amerika veya İngiliz mandası istemeyi tasavvur ediyorlar ve Amerika’yı tercih etmenin faydalı olacağını söylüyorlardı. Kuvayi Milliye’ye taraftar görünen önemli bazı kişilerin de mandacı olduğu gelen haberler arasındaydı.”(4)
İstanbul’da işbirlikçi, Ali Kemal Bey, Refi Cevat (Ulunay) Bey, Refik Halit (Karay) Bey, Sait Molla gibi işbirlikçiler ve Ahmet Emin (Yalman) Bey, Yahya Kemal (Beyatlı) Bey gibi Milli Mücadeleden yana ama umutsuz ve kötümser kişiler “manda” fikrine sıcak bakıyorlardı.
İstanbul basınına gelince; Tasviri Efkar, gazetesi “Kendi kendimizi kurtarmaya çalışalım” yazısıyla mandacılığa karşı çıkarken, Vakit Gazetesi “Müzaheret ve Yetenek” başlıklı makalesinde ABD mandacılığını savunuyordu. Tarık Gazetesi “Bağımsızlık Tartışılamaz” başyazısı ile Açıkgöz gazetesi “Mandadan önce Bağımsızlık” yazılarıyla mandacılığı eleştiriyorlardı. Eski sadrazam Tevfik Paşa “Tarık Gazetesi” ile yaptığı röportajda “Manda Bağımsızlıkla Uyuşmaz” derken, Damat Ferit Paşa gazeteler ile yaptığı röportajda mandacılığı savunuyordu.
Yeri gelmişken, ABD başkanı Wilson’dan ve meşhur Wilson ilkelerinden de söz etmek gerekir. Amerika Birleşik Devletleri başkanı Woodrow Wilson’ın 8 Ocak 1918 günü ABD Kongresi’nde yaptığı konuşmada bahsettiği ilkelerdir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulmasını istediği dünya düzenine ilişkin görüşlerini ifade eder.
ABD 6 Nisan 1917’de I. Dünya Savaşı’na İtilaf Devletlerinin yanında dahil olmuştu. Ancak, bu giriş siyasi açıdan önemli sorunlar çıkardı. Çünkü ABD hükümeti ve özellikle Başkan Wilson’ın savaş sonrası dünya hakkında bağlaşıklardan çok farklı görüş ve düşünceleri savunuyordu. Wilson’ın bu görüşleri savaş sonrasında toplanan barış konferansını etkilemiş ve iki savaş arası dönemde (1918-1939) Avrupa’nın açık sömürgeci devletlerini güç durumda bırakan sorunlar çıkarmıştır.
1918 yılının Ocak ayında Başkan Wilson, savaş bitmeden, savaş sonrası dünya ile ilgili görüşlerini ünlü 14 noktası (fourteen points) ile açıkladı. Başkan Wilson, bu genellemeleri yapmadan önce, I. Dünya Savaşı’nın nedenleri üzerinde düşünmüş, savaşı ortadan kaldıracak önlemleri ve kendine göre adil olan sınır düzenlemelerini de içeren bir açıklamada bulunmuştu. Başkan Wilson’ın 14 maddeden oluşan bu önerilerine savaş sırasında hiçbir devletten olumlu cevap gelmedi. Meşhur 14 madde şöyledir;
- Tam bir açıklık içinde varılmış barış anlaşmalarından sonra hiçbir özel uluslararası anlaşmaya gidilmemeli ve diplomatik etkinlik her zaman içtenlikle ve kamuoyunun gözü önünde yürütülmelidir.
- Denizlerin uluslararası sözleşmeler gereğince bütünüyle ya da kısmen kapatılabilmesi dışında, savaşta ve barışta karasuları dışındaki bütün denizlerde mutlak seyrüsefer serbestliği sağlanmalıdır.
- Barışı onaylayan ve korumak için anlaşan ülkeler arasındaki bütün ekonomik engeller olabildiğince kaldırılmalı ve ticaretin eşitlik temelinde yürütülmesi sağlanmalıdır.
- Her ülkede silah gücünün iç güvenliği sağlamaya yetecek en düşük düzeye indirilmesi için yeterli güvenceler karşılıklı olarak verilmelidir.
- Sömürgelerin bütün talepleri serbest, açık görüşlü ve tümüyle tarafsız bir yaklaşımla ele alınmalı, bu tür egemenlik sorunlarının çözümünde ilgili halkların çıkarlarıyla egemenliği tartışılan devletin adil taleplerinin eşit ağırlık taşıması ilkesine kesinlikle uyulmalıdır.
- Rusya İmparatorluğu’na ait bütün topraklardan yabancı askerler çekilmeli, Rusya’yı ilgilendiren bütün sorunlar, kendi siyasal gelişimini ve ulusal politikalarını bağımsızca belirlemesine olanak verecek biçimde dünyanın öbür uluslarının en uygun ve özgür işbirliğiyle çözülmeli, Rusya’nın kendi belirleyeceği kurumsal yapıyla özgür uluslar topluluğuna içtenlikle kabul edilmesi, hatta gereksinim duyabileceği ya da isteyebileceği her türlü yardımın yapılması sağlanmalıdır. Gelecek birkaç ay içinde öbür ulusların Rusya’ya karşı tutumları iyi niyetlerinin, Rusya’nın gereksinimlerinin kendi çıkarlarından farklılığını kavrayıp kavramadıklarının ve bencillikten uzak, akıllı bir yaklaşımla onun sorunlarına yakınlık duyup duymadıklarının kesin göstergesi olacaktır.
- Yabancı askerler Belçika’dan çekilmeli ve bu ülke hiçbir kısıtlama olmaksızın bütün öbür özgür ulusların sahip olduğu egemenlik haklarına yeniden kavuşmalıdır. Bunun gerçekleşmesi, ulusların birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek amacıyla koydukları kurallara duydukları güvenin yeniden sağlanmasında en önemli rolü oynayacaktır. Bu düzeltme yapılmadan uluslararası hukukun yapısı ve geçerliliği örselenmiş kalacaktır.
- Bütün Fransız toprakları özgürlüğüne kavuşmalı ve işgal edilen kesimler geri verilmelidir. 1871’de Alsace-Lorraine konusunda Fransa’ya Prusya tarafından yapılan ve yaklaşık elli yıldır dünyada istikrarlı bir barışın kurulmasını önleyen haksızlık, herkesin çıkarlarına olan barışın yeniden sağlanabilmesi için düzeltilmelidir.
- İtalya’nın sınırları, açıkça belirlenmiş ulusal sınırlar temelinde yeniden çizilmelidir.
- Avusturya-Macaristan halklarının uluslar arasındaki yeri korunmalı ve güvence altına alınmalı, bu halklara özerk gelişme olanağı tanınmalıdır.
- Yabancı askerler Romanya, Sırbistan ve Karadağ’dan çekilmeli, işgal edilen topraklar geri verilmelidir. Sırbistan’a denize serbest ve güvenli çıkış sağlanmalıdır. Çeşitli Balkan devletleri arasındaki ilişkiler tarihsel bağlılık ve ulusal sınırlar temelinde dostça görüşmeler yoluyla yürütülmelidir. Balkan devletlerinin siyasal ve ekonomik bağımsızlığıyla toprak bütünlüğüne ilişkin uluslararası güvenceler anlaşmada yer almalıdır.
- Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.
- Polonyalıların yaşadığı tartışmasız olan toprakları içine alacak bağımsız bir Polonya devleti kurulmalı, bu devletin denize serbest ve güvenli çıkışı sağlanmalı, siyasal ve ekonomik bağımsızlığıyla toprak bütünlüğü de uluslararası sözleşmeyle güvence altına alınmalıdır.
- Büyük küçük bütün devletlerin siyasal bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü konusunda karşılıklı güvence vermek üzere özel sözleşmelerle bütün ulusları içine alan bir birlik oluşturulmalıdır.
“İşte Wilson’un ilkelerinden esinlenerek Aralık 1918’de kurulan Wilson Prensipleri Cemiyetinin amacı, Osmanlı Devletini ABD’nin himayesine girmeye ikna etmektir. ABD’den destek görmeyen bu cemiyet kısa sürede sönüp gitmiştir. Ancak İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ve 28 Nisan 1919’da Paris Konferansının manda sistemini getiren Milletler Cemiyeti Misakının kabul edilmesi, ABD manda ve himaye yönetimini tekrar canlandırmıştır. Saray yönetimine karşı olanlar, Hürriyet ve İtilaf muhalifleri, bazı milliyetçiler, milliyetçiliğe açık bazı kimseler, Amerikan Mandası taraftarı olmuşlardır.
Sivas Kongresinin toplanışına kadar Vakit, İstiklal, İleri gibi gazetelerde aşağı yukarı her gün Amerikan mandası savunulmuştur. “(5)
İngiliz Yüksek Komiser vekili R. Webb’e göre ise, Amerikan mandasını isteyenler tüccar, genç subay ya da misyonerlerden oluşmaktaydı. Para, güvenlik ya da emperyalizm adına Türkiye üzerinden Amerikan mandasını görmek istiyorlardı.(6)
Amerikan Mandasını savunanların bilmediği ya da bilmek istemediği konu, Ermeni meselesi idi. ABD hükümeti Doğu Anadolu’da Ermeni devleti kurulmasını düşünüyor ve bu konuda çalışmalar yapıyordu. Dolayısıyla, Osmanlı’nın yıkılıp, Anadolu’nun parçalanması ABD çıkarları için uygundu. Osmanlının enkazını himayesine almak Amerikan hükümetinin işine gelmiyordu. Amerika Birleşik Devletlerinin amacı Türkleri Avrupa’dan atmaktan başka bir şey de değildi.
Amerikan mandasını “şiddetli” savunanlardan Halide Edip Adıvar, İstanbul Amerikan Koleji mezunuydu ve ABD mandasının Türkiye’ye liberal ekonomi modelini ve düşünce özgürlüğünü getirebilecek tek güç olarak kabul ediyordu. Yine ABD’de okumuş gazeteci Ahmet Emin Yalman’da Amerikan mandasını savunanlardandı. Yunus Nadi’de Amerikan taraftarıdır. 7 Mayıs 1920 tarihinde ABD Başkanı Wilson’a mektup yazarak destek de istemiştir.(7)
Padişah yanında, Babıali’de İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi emperyalizm maşası cemiyetler tarafından destekleniyordu. Açıkça ülkenin bölünmesi ve mandacılık propagandası yapan bu örgütlerin yanında, aydın ve eğitimli Türklerde tek çare olarak mandacılığı savunur hale gelmişti.
Falih Rıfkı Atay’da, pek çok yurtseverinde, tek çare olarak Mandacılığı bulduğunu söyler; “Vatanseverliklerinden hiç şüphe olmayan, asker sivil, birçoklarına göre iki ihtimal vardır: Biri Hürriyet ve İtilaf Partisi ile Saraya ve Babıâli’ye dayanan İngilizler elinde parçalanmak, bölünmek, ikincisi yalvara yakara Amerikan mandası altına girmek ve böylece yurt bütünlüğünü korumak! Büyük devletlere meydan okuyucu bir bağımsızlık savaşı bunlar için imkânsız bir şey…”(8)
Mustafa Kemal’in ordu müfettişi olarak Anadolu’ya gidişine saray ve İngilizler nasıl izin verdi diye şaşıranlara sözüm; o günlerin İstanbul’unda milli mücadele, düşmanı ülkeden kovma, bağımsızlık gibi kavramlar çok çok küçük marjinal gruplar dışında konuşulmazdı. Başkentte konuşulan “ABD mandasına mı girerim yoksa İngiliz Mandasına mı?” konusuydu. Onun için ne saray çevresinin, ne İstanbul hükümetinin, ne İşgalci güçlerin ve ne de Osmanlı aydınının, Mustafa Kemal’in Samsun’a gidip Milli Mücadeleyi başlatacağına dair kafalarında bir soru işareti bulunmuyordu. Onlar için Mustafa Kemal İngilizlere sempati ile bakan kibirli bir Osmanlı Paşasıydı. Yapabileceği en fazla İngiliz mandacılığı yerine ABD mandacılığını savunmak olabilirdi. Tarihi yorumlamaya çalıştığımızda dört boyutlu düşünmek gerekir. Zaman boyutu çok önemlidir. Sosyolojik açıdan bir değerlendirme yapmadan, o günün demografik yapısını bilmeden yorumda bulunmak insanı yanlışlığa götüreceği inkâr edilemez.
Yeri gelmiş iken, Mustafa Kemal’in Samsun’a ordu müfettişi olarak gitmesi ve geniş yetkilerle donatılmasının bir nedeni de Mondros mütarekesi sonucu, Ordunun tasfiyesi ve silahların İtilaf devletlerine teslimi içindi. Çünkü o günün şartlarında özellikle İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesinde yolların durumu iyi değildi ve düzgün ulaşım aracı yoktu. İtilaf devletleri bile bu bölgelere gidemiyor ve silahları teslim alamıyordu. Örnek olarak Erzurum kalesinde silah sayısı mütareke gereğince 15.000 ni geçmemesi gerekirken 100.000 silah bulunuyordu. Mustafa Kemal ordu müfettişi olarak bu silahları toplayıp itilaf devlerine ulaştırması görevini de almıştı. Bunun için yetkisinin geniş olması gerekiyordu.
İngiliz Mandacılığının kabul edilmesi için ‘Alemdar’ gazetesi bir bildiri yayınlayarak imza kampanyası başlatmış, bir gün içinde 40.000 imza topladığını iddia etmiştir. ‘Alemdar’ gazetesinin yazarlarından Refi Cevat köşesinde açıkça şöyle yazılar yazıyordu:
“…Bütün dünya İngiliz adaletine hayrandır. Karşımızda böyle bir yardımcı kuvvet olsun ki bütün gücümüzle ‘hak isteriz’! diye bağırabilelim.” Başka bir yazısında; “İngilizleri istiyoruz. Türkler kendi gücüyle adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak.”(9)
İzmir’in işgali üzerine Padişah 20 Mayıs 1919 tarihinde Saltanat Şurasını Yıldız Sarayında toplantıyı çağırdı. Kısa bir açılış konuşması sonrası yerini Sadrazam Damat Ferit Paşaya bırakarak ayrıldı. Toplantıda İzmir’in işgaline karşı savunulan tez mandacılıktı. Toplantıya katılanların bir kısmı, İngiliz bir kısmı da ABD mandasını savunuyordu. Saltanat Şurası tavsiye niteliğinde kararlar alabiliyordu. Son yapılan toplantıda genel hava mandacılık idi ve İngiliz ya da Amerikan manda konusunda anlaşma sağlanamayınca, karar alınamadan dağıldı.(10) Bu arada toplantıya İstanbul Hukuk fakültesini temsilen katılan Profesör Selahattin Bey’in tam bağımsızlık fikrini tek başına savunduğunu da belirteyim. Tabi ki bu görüş ciddiye bile alınmadı.
Bu arada İstanbul’da Üniversite gençliği açıkça Mandacılığa karşıydı. 5 Haziran 1919 tarihinde Üniversite’de yapılan toplantıda Paris’e Barış Antlaşması için gidecek olan Damat Ferit Paşa’ya sunulmak üzere üç maddelik karar almışlardı. Bu kararlar şöyleydi:
“1-Osmanlı devletinin çoğunluğunun Türk olduğu bölgelerde toprak bütünlüğü ve bağımsızlığın sağlanması.
2-Manda ve vesayet gibi yönetim biçimlerinin reddedilmesi.
3-Türk gençlerini bunlara aykırı barışa itaat etmemeye kesinlikle kararlı olduğudur.”(11) O günün koşullarında dahi üniversite gençliğinin bu yaklaşımını takdirle karşılamak gerekir. Darısı bugünün üniversite gençliğinedir.
Sivas Kongresinde ele alınan konulanlardan biri de Manda meselesidir. Burada bir kez daha bir ülkenin egemenliği altına girmek ile bir ülkenin yardımını istemek arasındaki farka dikkat çekmek istiyorum. Tabi ki devlet adamlarının aslında başka bir devletin, yardım teklifini dostluk veya düşman olmamakla açıklamaları abestir. Rauf Orbay Manda meselesinde şöyle diyor:
“Sivas Kongresinde üzerinde önemle durulan olaylardan bir de ‘Manda’ meselesi idi. Bu manda, yani o günkü şartlar içinde, kendi gücümüzle derlenip toparlanamayacağımız mülahazasıyla, İngiltere ve Amerika gibi bir büyük devletin geçici bir zaman için himaye şeklinde yardımını isteyip, kabul etmek meselesi, bize İstanbul’dan geliyordu.
Biz Anadolu’da ne Erzurum, ne de Sivas’ta böyle bir şey düşünmemiştik. Biz Anadolu’ya geçtikten sonra, İstanbul’da kurtuluş işini düşünen çoğu eski arkadaşlarımızdan mürekkep çeşitli gruplar, bu mesele üzerinde durmuşlar ve bilhassa İstanbul’a gelen Amerika Tahkik Heyeti’yle temastan sonra, manda meselesine tek kurtuluş çaresi olarak adeta dört elle sarılmışlardır.
Yüreklerinin istiklal ateşiyle yandığından ve vatanseverliklerinden zerrece şüphe etmediğimiz bu arkadaşların bu düşüncelerinde samimi oldukları da şüphesizdi.”(12)
Karakol Cemiyeti adına Sivas’ta delege olan Kara Vasıf Bey’de Amerikan mandasını savunanlardan biriydi. Bu konuda kongreye bir tebliğ de sunmuştu.
Yine Refet Paşa’da “Manda bağımsızlığa engel değildir” diyerek Kara Vasıf Bey’e destek çıkan ve ABD mandasını isteyenlerdendir.
Amerikan mandasını uygun bulan Rauf Bey’de Sivas kongresinde şunları söylemiştir:
“Bu şekilde tartışmalardan bir netice alınması güçtür. Biz esasen Erzurum Kongresinde ‘İktisadi, mali ve sınai ihtiyaçlarımızı takdir ile devlet ve milletimizin iç ve dış istiklali ve vatanımızın tamamiyeti mahfuz kalmak şartıyla, memleketimize karşı istila emeli beslemeyen herhangi bir devletin fenni, sınai ve iktisadi yardımını memnuniyetle karşılayacağımızı ve bu insanca ve adil şartlara havi bir sulhu, beşerin selameti ve alemin sükunu adına yapmaya hazır olduğumuzu ilan etmiştik.
Şimdi bu yardımı Amerika’dan istememiz muvafık görülüyor. Amerika da buna talip oluyorsa, kanaatimce, bunun açıkça ifadesinde bir mahzur olamaz. Hatırlayınız ki, bir müddet evvel, Avrupa’da memleketimizin taksimi meselesi bahis mevzuu olmuştur. Paris’teki Sulh konferansında verilen kararı unutmadık. Bu karara göre yurdumuz İstanbul ve İzmir’de dâhil olmak üzere parça parça edilerek büyük devletler arasında paylaşılıyor. Ve bize ancak Orta Anadolu’nun bir kısmı bırakılıyordu. Nitekim bu kararın tatbikatından olarak, İzmir Yunanlılara işgal ettirilmiştir. Bu işgal elbette Allah’ın izniyle defedilecektir.
Fakat zayıf kaldığımız müddetçe, taksim tehlikesi de baki kalacaktır. Bu sebeple, bir an evvel kuvvetlenmenin çaresini bulmamız lazımdır. Kanaatime göre bu da ancak, tarafsızlığı malum olan Amerika’nın yardımını kabulle kabil olabilir.”(13)
“Amerika dün nasıl mühimmat ihracı mecburiyetindeyse bugün de adeta para ihracı mecburiyetinde gibi bir vaziyettedir, bu sebeple bu sefer de servet-i nakdiyesine bir mahreç bulmak isteyeceğini pek tabii addederim. Acaba dünyada para için bizim memleketten mükemmel mahreç tasavvur edebilir mi? İkinci sebep de Amerikalıların malum olan ahvali ruhiyeleridir. İnsaniyet endişesi gibi manevi ve ahlaki bir merak kendi vaziyetiyle atisinden emin olan zengin milletlerde olabilir… Mandanın cisminden ziyade ismine itiraz edenler beyhude telaş ediyorlar. Kelimenin ehemmiyeti yoktur, ehemmiyet için hakikatinde ve mahiyetindedir. Manda altına girdik demiyelim de isterlerse devlet-i ebed müddet olduk diyelim… Müzaharete muhtacız. Bunun için müstakil yaşamaya vaziyeti maliyemiz müsait değildir… Bize mantader olacak devlet hem gayet zengin, hem de memleketimizin menabi-i servetine/kaynaklarına vakıf olmalıdır. Böyle iki devlet vardır: İngiltere ve Amerika. Fakat Amerika ehveni şerdir. Amerikan donanmasının bir kuvvet-i beriye/kuvvetli halk ile takviyesi lazım gelir, bu da ancak bizim ordumuzla olabilir. Binaenaleyh hem siyasetçe, hem askerlikçe kendilerine lazım olduğumuzdan bizi hoş tutacakları tabiidir. Zaten İstanbul’daki Amerikalılar ‘Mandadan korkmayınız. Cemiyeti Akvam Nizamnamesinde dahildir diyorlar. İsmail Hami Danişmendi”(14)
İsmet Fazıl Paşa, İsmail Hami Bey, Bekir Sami bey, Osman Nuri bey hep mandacılığı savunuyorlardı; üstelik böyle saçma gerekçe ve iddialar ileri sürerek. Ancak bu kişilerin yanlışlığı Mandacılığın bağımsızlığa engel olmayacağı düşüncesine sahip olmaları yada manda sözcüğünden dış yardımı anlamalarıydı. İsmet Fazıl Paşa şöyle diyordu:
“Raif Efendi kardeşimiz istiklalimizin refiyel mandanın kabulü gibi bir fikir dermeyan ettiğimizi söylüyor. Ben deniz bu iddiayı, Bekir Sami ve Hami Beylerde dâhil olduğu halde her üçümüz namına redderim. Biz mandayı kabul ediyoruz da, İstiklal istemiyoruz demedik. Eğer maksadımız bu ise, her üçümüzü de hain-i vatan telakki ederim. Manda demek, siyaseten olmaktan ziyade iktisaden memleketin imar ve i’lası için lazım gelen muavenet ve müzaheret demektir. Zaten okunan raporda nasıl bir manda istediğimiz musarrahtır. Kuvve-i teşriiyemiz, siyaset-i hariciyemiz, istiklalimiz baki kalmak şartıyla bir manda istediğimiz musarrahtır. Mandater ancak iktisadiyatımıza, ziraatımıza, idaremizin ıslahına çalışacak memleketin imarına para sarf edecek ve bu sarf ettiği para da tabii bize ikraz edilmiş mahiyette olacaktır. İstiklal siyasi, adli ve malimiz baki kalacaktır. Mandater buraya bir i’la (kalkınma) ve imar programıyla gelecektir, işte bizim istediğimiz manda budur.”(15)
Rauf Orbay’ın önerisi üzerine ABD’ye mektup yazılmasına ve ülkemize bir heyet yollanıp, inceleme yapılmasına karar verilmiştir. Bu mektup yazılıp, Sivas Kongresi Heyeti reisi olarak Mustafa Kemal, Birinci reis vekili olarak Rauf Orbay, İkinci reis vekili olarak İsmail Fazıl Paşa tarafından imzalanmış ve telgraf olarak ABD’ye çekilmiştir. Telgraf haline getirilen mektup şöyledir:
“Rumeli’nin ve Anadolu’nun bütün Müslüman halkını temsil eden ve Osmanlı imparatorluğunun Anadolu’daki ve Rumeli’deki bütün vilayetlerinin temsilcilerinden mürekkep olan Sivas Milli Kongresi, 4 Eylül 1919 günü bir araya gelmiştir. Gayeleri şunlardır: Memleket halkının çoğunluğunun istekleri yerine getirmek, bütün azınlıkları himaye altında bulundurmak ve bütün vatandaşların can, mal ve adalet yolundaki haklarını teminata bağlamak.
Sivas Kongresi, Osmanlı İmparatorluğu halkı içindeki çoğunluğunun isteklerini ifade eden bir karar suretini 9 Eylül 1919 da oy birliği ile kabul etmiştir. Bu kararı ihtiva eden prensipler Sivas Kongresinin dağılmazdan evvel azası arasından seçeceği Merkez Komitesinin ve imparatorluk hudutları içindeki diğer bütün tali teşkilatın gelecekteki hareketlerine rehber olacaktır.
Takip edilecek siyasetle ilgili olan bu karar gereğince, Sivas Milli Kongresi, Birleşik Amerika Devletleri Ayan Meclisine şu ricada bulunmayı bugün yine oy birliğiyle kararlaştırmıştır. Azalarınızdan mürekkep bir komiteyi, Osmanlı İmparatorluğu’nun her köşesine göndermenizi diliyoruz. Bu komite, hususi menfaat ve alakaları olmayanlar ve millete has olan berrak görüşle, Osmanlı İmparatorluğunda fiili surette hüküm süren hal ve şartları tetkikten geçirmelidirler. Böyle bir tetkik, Osmanlı İmparatorluğuna ait nüfusun ve arazinin mukadderatı hakkında, bir sulh maddesi gereğince, keyfi kararlar verilmesine meydan bırakılmadan evvel yapılmalıdır.” (16)
Sivas Kongresinin bitiminde General Harburd başkanlığında bir ABD heyeti Sivas’a geliyor, Mustafa Kemal ve arkadaşları ile görüşüyor. Bu görüşmeden bir şey çıkmıyor. Çünkü Mustafa Kemal ve arkadaşları mandacılığı kabul etmiyor, daha çok iktisadi yardım ağırlıklı, iç ve dış siyasete karışmayacak bir şeyler istiyor. Doğal olarak böyle bir talep mandacılık olmadığı gibi, emperyalist emelleri olan ABD için de anlamlı değildir. Bu görüşmeden Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öğrendiği bir şey de, ABD’nin Ermeni devleti talep ettiği ve Misak-i Milli sınırlarını kabul etmediğidir.
ABD Büyükelçisi Charles N. Sherrill, Amerikan Mandacılığı üzerine “Amerikancı bakışıyla” ilginç bir yaklaşım sergilediği için, büyükelçinin “Mustafa Kemal” isimli kitabındaki “mandacılık” bölümünü aynen koyuyorum.
“Bu arada, Türkiye’nin tamamı ya da bir kısmı için ortaya atılan ‘Amerikan Mandası’ üzerinde de duralım. Bu konu gerek Sivas Kongresinde gerekse ülkenin her yanında tartışılmıştı. Sivas Kongresi 4 Eylül 1919 tarihli toplantısında ‘Geçmişte uzun yıllardan beri, Amerika’da aleyhimize yapılmakta olan propagandaların etkilerini ortadan kaldırmak amacıyla, ülkeyi incelemek ve gerçek durumuyla ilgili bir rapor vermek üzere Amerikan Kongresinden bir heyet çağrılması’ konusu oybirliğiyle kararlaştırılmıştı. Bu Türk isteğini belirleyen yazı, Kongre’nin başkanı olarak Mustafa Kemal tarafından imzalanmış ve gönderilmişti. İstek üzerine Amerikan Birleşik Devletlerinden ‘King-Crane Komitesi’ denilen bir heyet gelmişti. Ayrıca General Harbord başkanlığında bir askeri grup da, diğer heyetten sonra hareket etmişti. General Harbord 22 Eylülde Sivas’ta Mustafa Kemal’le görüşmüştü.
23 Temmuzda toplanan Erzurum Kongresinden sonra, General Harbord Amerikan Birleşik Devletleri Kongresine verdiği raporda, ‘Lider Mustafa Kemal Paşa, Çanakkale’de bir orduya şan ve şerefle kumanda etmiş, eski bir Türk generali olup, keskin zekalı ve çok güçlü, genç bir zattır. Kendileri bu hareketin başına geçmek için ordudan istifa etmişlerdi’ diyordu. Heneral Harbord’un bu raporunu hatırlamak, Türk dostu bir Amerikalı için sevinç vericidir.
Amerika Birleşik Devletleri tarafından kabulü istenen bu ‘Amerikan Mandası’ sorunuyla ortaya çıkan yanlış düşünceleri ortadan kaldırmanın zamanı gelmiş, hatta geçmiştir. Önce, bu düşünce tamamen Türkiye’de doğmuştur. Amerika’da değil. Sonra, durumu incelemek üzere gelen heyetler ve komiteler, Sivas’ta Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanmakta olan ‘Ulusal Kongre’nin isteği ve çağrısı üzerine gelmişlerdi. Ve sonunda, Birleşik Amerika önerilen mandayı kabul etmemiştir. Bu üç önemli noktanın yarısı Türkiye’nin, diğer yarısı da Amerika Birleşik Devletleri’nin yararınadır ve bunlara daha başka görüşlerde eklenmelidir.
Türkiye için şunu söyleyelim ki, bu ‘Amerikan mandası’nin başlıca propagandacıları Anadolu’da değil, İstanbul’da idi. Plana taraftarlık eden Türkler, ‘Amerikan mandasını’ Avrupa devletlerinden herhangi birine verilecek mandaya göre daha ehven-i şer görüyorlardı.
Mustafa Kemal, Amerikan mandası düşüncesini hemen geri çevirmedi. Bir süre beklemeyi uygun buldu. Hatta bunu yalnız ve yalnız ‘ulusun birliğini, anayurdun bütünlüğünü, bağımsızlığını ve özgürlüğünü sağlamak için’ bir araç saydı. Görüşümüzü şöyle belirtelim: Mustafa Kemal’in Amerika’ya güveni verdi. Türkiye’nin ayağa kalkmasına yardım ettikten sonra Amerika’nın hemen ve tam olarak çekilip gideceğini biliyordu.
Şimdi de sorunu Amerikalılar yönünden ele alalım ve Türkiye’nin çok görkemli kalkınmasını kendi başına başarmış olduğunu görerek, bu mandayı kabul etmediğimize sevinelim. Fakat çok kere gözden kaçan ve burada açıklanması gerekli olan iki önemli gerçek vardır: Birincisi, bütün Türkiye’yi içine alacak bir Amerikan mandası düşüncesinin açıkça ortaya atılması ve tartışılması, Türkiye’nin İngiltere, Fransa ve İtalya arasında, ayrı ayrı mandalar şeklinde dağıtılmasını önlemiştir. Bunların kabul edecekleri mandalar, Suriye ve Filistin’deki benzerleri gibi, çok uzun süreli olabilirdi. Bu konu Türkiye’de çoğunlukla unutulmaktadır. Oysa Amerikan mandasının açıktan açığa ve geniş ölçüde tartışılması Türkiye’nin kendini toplaması ve kalkınması için birkaç aylık bir zaman kazandırmıştır.
Avrupa’da ender sözü edilen ikinci gerçek de şudur: Büyük savaştan galip çıkan devletler arasında, ortak zaferin sonucu olarak, toprak, para ya da manda kabul etmeyen tek devlet Amerika Birleşik Devletleri’dir. Amerikan mandasının söz edildiği günlerde Amerika’ya güvenmekte haklıydılar. Biz de, manda önerilerini geri çevirmekle bu güveni doğrulamış bulunuyorduk.” (17)
Meclisi Mebusan başkanlığı yapmış, İttihat ve Terakkici Ahmet Rıza’nın anılarını okuduğumuzda ise, ABD Büyükelçisinin söylediklerinin bir kısmının doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. Özellikle Amerikan mandacılığını ABD’nin istemediği doğru değildir. Başta İstanbul olmak üzere ciddi araştırmalar yapılmış ve Türklerin devrimci-milliyetçi/ulusalcı kesiminin efendi değil dost aradığı anlaşılınca bundan vazgeçilmiştir. Elbette ki vazgeçmede başka unsurlar da vardır. Ahmet Rıza, anılarında mandacılık konusunda şu bilgileri veriyor:
“Amerikan senatosundan Mösyö Kreyn, birkaç arkadaşıyla birlikte İstanbul’a gelmişti. Amerikan elçisi aracılığıyla tanıştıktan sonra bana dedi ki:’İstanbul’a bir misyonla(özel görevle) geldim. En önce sizinle görüşmek isterim, sonra birkaç kişiyi daha göreceğiz. Ulemadan bir kişiyle de konuşmak isterim.’
Kendisi Arnavutköy okulunda oturuyordu. Fatin Hocayı aldım, bir sabah gittim; İslam siyasetiyle ilgili şeyler sordu. Fatin Efendi, gereken yanıtları verdi. Birkaç gün sonra resmen görüşmek üzere ayrıldık.
Vahdeti Milliye temsilcisi olarak Çürüksulu Mahmud Paşa, Nabi Bey, Reşid Bey ve ben, dört kişi elçiliğe gittik. Onlar da dört kişiydiler. Bir de çevirmenleri vardı. Amerikan mandasını isteyip istemediğimiz sordular.
Ben yanıt verdim; mandadan, himayeden maksadın ne olduğunu sordum. ‘Siyasal bağımsızlığımıza en küçük bir zarar verecek bir himayeyi, istemediğimizi söyledim ve Türkler kendilerine efendi değil, dost istiyorlar. Amerika, hem insanlık ve hem kendi çıkarları için bize yardım edecek olursa, makbuldür. Bayındırlık işlerinde ayrıcalıklar tanınır, tarım gereçleri kendisinden alınır. Amerika’yı seçmekten maksadımız, yansızlığı, siyasal araçlarla çıkar sağlamaktan kaçınması ve yayımladığı ilkelerle kendilerini, bütün uygarlık dünyasına karşı bağlamış bulunması ve dış yatırıma ayırabilecek pek çok sermayesi bulunmasıdır. Yapılacak fabrikalarımıza Amerika kendi adamlarını getirir. Amerika dış ülkelere karşı haklarımızı savunur ve bizim ilerlememize ve gelişmemize yardım eder’ dedim. Ermeniler konusunda düşüncemizi sordular, ona da uygun yanıtlar verildi.
Bizden sonra gazetecileri, Hürriyet ve İtilaf Fırkasını, kişisel olarak Ali Kemal Beyi ve başkalarını da çağırmışlar. Bu soruşturmanın sonucu açıklanmadı, öylece kaldı.” (18)
Bir başka kaynakta ABD Başkanı Wilson’un senatonun onaylaması kaydıyla Ermeni mandasını kabul ettiğini belirtmektedir.
“İtalyanlar, böyle bir maceraya yanaşmazlar. Klemanso 29 Ağustosta, Kilikya üzerinden Ermenistan’a 12 bin Fransız göndermek vaadinde bulununca Wilson, bu teklifi iyi karşılar ve hatta buna katılmak arzusunu da gösterir. Amerikan başkanı, Senatonun muvafakati kaydıyla, 14 Mayısta kabul ettiği ‘Ermeni Mandasını’ Akdeniz’e kadar genişletmeye hazır olduğunu açıklar.”(19)
Tıbbiye öğrencileri İttihat ve Terakkinin oluşmasında önemli rol oynadığı gibi, Milli Mücadeleyi de başında itibaren desteleyen bir güç olarak yer almıştır. Sivas kongresine genelde İstanbul gençliğini, özelde Tıbbiye öğrencilerini temsilen katılan Hikmet (Boran) bey, mandacılığa açık olarak karşı olan bir gençti. Sivas kongresinin mandacılık ile ilgili hararetli tartışmalarından sonra akşam yemeğinde Hikmet Bey’in Mustafa Kemal’e söyledikleri ve Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği cevap çok önemlidir. Türkiye Barolar Birliğinin “Cumhuriyetimize Giden Yol” adlı Sempozyumunda, Dr. Fevzi Çakmak’ın tebliğinden aktarıyorum:
“Hikmet Bey: Paşam murahhası (delegesi) bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya İstiklal davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunları her kim olursa olsun şiddetle ret ve takbih ederiz. Farzımuhal manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz.
Hikmet bey’in yürekten kopan bu sözleri karşısında hazır bulunanların gözleri yaşarmıştı. Mustafa Kemal Paşa’da çok duygulanarak, heyecanlı bir sesle, ‘Arkadaşlar gençliğe bakın, Türk milli bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkate edin’ dedi ve sonra Hikmet Bey’e dönerek; ‘Evlat müsterih ol, Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyetle kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez, Ya İstiklal Ya ölüm’ ifadelerinde bulunmuştu.”(20)
Günün koşullarına göre hareket eden Mustafa Kemal’in, “farklı” düşünen Yalçın Küçüğün dediği gibi(21) ya da bazı kişilerin dediği gibimandacı olduğu fikrine katılmıyorum. Mustafa Kemal müzaheret ve muavenet sözcükleri arasındaki farkı gayet iyi bilen ve günün koşullarında işine geleni uygulayan biriydi.
Nitekim bu konuda Mustafa Kemal gerçek düşüncesini nutukta açıkça söylemektedir:
“Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız, tek kelimeyle bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak”(22)
46. Soruda Yararlanılan Kaynaklar:
(1) Atatürk Devrimi Sosyolojisi. Kurt Steinhaus. Sander yayınları. 1973. Ekim Sf:76
(2) Amerikan Mandacıları. Hayri Yıldırım. Togan yayıncılık. Haziran 2012. Sf: 35
(3) Atatürk Anadolu’da. Tevfik Bıyıklıoğlu. Cumhuriyet gazetesi yayını. Mayıs 2000. Sf:23
(4) Cumhuriyetimize Giden Yol. Sempozyum. TBB yayını. 2012 Sf:404
(5) Cumhuriyetimize Giden Yol. Sempozyum. TBB yayını. 2012 Sf:405
(6) İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi. Abdurrahman Bozkurt. AAM. 2014. Sf:35
(7) Amerikan gizli belgelerinde Türkiye’nin Kurtuluş yılları. Orhan Duru. T.İş Bankası yy. Ocak 2020 Sf:81
(8) Çankaya(2) Falih Rıfkı Atay. Cumhuriyet gazetesi yayını. Ekim 1999. Sf:107
(9) İlk Kurşun Savaşı. Alev Çoşkun. Ödemiş Belediyesi yayınları. Ocak 2014. Sf:145-146
(10) Amerikan Mandacıları. Hayri Yıldırım. Togan yayıncılık. Hazxiran 2012. Sf: 219
(11) Amerikan Mandacıları. Hayri Yıldırım. Togan yayıncılık. Haziran 2012. Sf: 135
(12) Cehennem Değirmeni. Rauf Orbay. Truva Yayınları. Eylül 2004. Sf:261
(13) Cehennem Değirmeni. Rauf Orbay. Truva Yayınları. Eylül 2004. Sf:269.
(14) Atatürk yaşadı mı? Oktay Akbal. Cumhuriyet gazetesi yayını. Haziran 2000. Sf:26
(15) Atatürk ve Tam Bağımsızlık. Muammer Aksoy. Cımhuriyet gazetesi yayını.Eylül 1998. Sf:86
(16) Cehennem Değirmeni. Rauf Orbay. Truva Yayınları. Eylül 2004. Sf:270
(17) Mustafa Kemal(1) Charles N. Sherrill. Cumhuriyet gazetesi yayını. Şubat 1999. Sf:71
(18) Anılar. Ahmet Rıza. Cumhuriyet gazetesi yayını. Haziran 2001. Sf:102
(19) Atatürk Anadolu’da. Tevfik Bıyıklıoğlu. Cumhuriyet gazetesi yayını. Mayıs 2000. Sf:19
(20) Cumhuriyetimize Giden Yol. Sempozyum. TBB yayını. 2012 Sf:463
(21) Türkiye Üzerine Tezler. Yalçın Küçük. Salyongoz yayınları. Mayıs 2007. C.lt.5 Sf:102
(22) Nutuk/Söylev. Mustafa Kemal Atatürk.