Bu film, tüm yalınlığı ile doğusundan batısına çarpıcı bir Türkiye panoraması koyar ortaya. “Sürü” gibi güdülmemek için yaşadığın hayatı, toplumu, sistemi sorgula der, farkında ol der… İnsanı, insana anlatır!
Kendi ülkesinden sürgün edilen bir filmdir Sürü. Uzun süre kendi topraklarında yasaklı kalmıştır. Yıllarca bütün dünya sinemalarında gösterilmiş, pek çok ödül almış ama ne acıdır ki ancak çekildikten on dört yıl sonra kendi ülkesinde gösterilebilmiştir.
Yılmaz Güney, filmin senaryosunu uzun bir tutukluluk döneminde, hapishanede yazar. Usta yönetmen Zeki Ökten ile birlikte de yönetir. Bu film aslında daha oluşumu, doğumu aşamasında bize “zor” kavramını sorgulatmaya başlar. Hapishanede yazılan bir senaryo, paranın sözünü dahi etmeyen, usta oyuncular, başta Tuncel Kurtiz ( Hamo), Tarık Akan (Şivan), Melike Demirağ (Berivan), Levent İnanır (Silo), Yaman Okay (Abuzer) olmak üzere büyük bir dayanışma ile emek verirler filme. Usta müzisyen Zülfü Livaneli, bu güzel ve özel filme eşsiz müzikler yapar, para talebi yoktur!
Filmin doğumu, Livaneli’nin filmin müziğini yapma sürecini anlattığı şu sözleriyle aslında çok iyi anlaşılır;
“Türkiye’ye yeni dönmüştüm, Yılmaz’ı tanımıyordum. Bir gün Ali Özgentürk ve Mahmut Tali Öngören bana, ‘Yılmaz İzmit hapishanesinde, seni görmek istiyor’ dediler. Kalkıp gittik, bizi müdürün odasına aldılar, sonra Yılmaz’ı da oraya getirdiler. ‘Yeni bir film yapıyoruz’ dedi Yılmaz. Çok da ilginç bir şey tabii, hapisteki bir adam ‘yeni bir film yapıyoruz’ diyor.
‘Senden de bir isteğim var” dedi, ben de müziklerini yapmamı isteyecek sanıp ‘Tabii Yılmaz, elbette, görevimizdir’ dedim. Çünkü Sürü filmi imeceyle yapılıyordu ne kimse para alıyor ne kimse bir şey istiyordu.”
İşte Livaneli’nin anlattığı gibi eşi görülmeyen bir dayanışma ile bu başyapıt çıkar ortaya. Türkiye sinemasının en çok uluslararası ödül kazanan filmi olmuştur. Koşullar ne kadar zor olursa olsun, sinema yapılabilir dedirten bir filmdir SÜRÜ!
1980 ihtilaline yaklaşılan bir dönemde 1978 yılında çekilen filmde, sancılı bir değişim sürecinde bulunan bu ülkenin, toplumsal ve kültürel görüntüsü ustalıkla verilir. Dönem her yönüyle mercek altına alınıp, eleştirilir. Yılmaz Güney sineması artık politikleşmektedir. Senaryo özgündür. Yaşadığı topraklardaki çarpık düzeni, tüm gerçekliği ile sarsıcı bir şekilde ortaya koyar. Oyuncular da aslında oynamaz, ustaca yaşar ve bize de yaşatırlar anlatılan her şeyi.
Sürü, yaşanılan düzene, dönemin koşullarına, makineleşmeye uyum sağlayamayan, güç şartlar altında yaşamaya çalışan, dağlı göçer ve feodal bir aşiretin, Veysikanların çöküşünü ve dağılma sürecini anlatır. Veysikanlar, geçimini küçükbaş hayvancılıkla kazanan bir aşirettir. Ancak kapitalist sistemde makineleşmenin yaygınlaşması, köyün yamaçlarındaki meraların dahi sürülmeye ve ekilmeye başlanması ile otlaklarını, yaşayacak alanlarını kaybederler. Tek kazanç yolları olan hayvancılık yok olmaya yüz tutmaktadır. Parasızlık, zamana ayak uyduramama, ilkel ve feodal yapının getirdiği çarpık zihniyet içinde insanlar boğulmaktadır. Aşiret yaşamak için yeni bir yol bulmak zorundadır. Ellerinde kalan son şeyi, koyun sürüsünü Ankara’ya götürüp satmaktan başka çıkar yol yoktur.
Aşiretin reisi Hamo Ağa; Tuncel Kurtiz’in hayat verdiği efsane karakter! Son derece inatçı, dediğim dedik, tüm gelişmelere kapalı, şiddet yanlısı ve kadınları yok sayan bir zorba… Kendi aşireti ile kan davası olan Halilan aşiretinden Berivan’ı oğlu Şivan’a gelin alır ancak Halilan aşiretinin barış çabalarına yine de yüz çevirir. Berivan’ın doğurduğu üç çocuk da öldüğü için onu uğursuz sayar ve aşiretin başına gelen her kötü şeyden onu sorumlu tutar. Kadın olmak bu coğrafyada hiç olmaktır. Kadının dirisi de ölüsü de önemsizdir, yerlerde sürüklenir.
Berivan susmuştur, hastadır… Son doğurduğu çocuğunun da ölmesi üzerine sessizliğe gömülür. Çok sevdiği Şivan’ından dayak yediği zamanlarda, aşiret kurşun yağmuruna tutulduğunda, Şivan Hamo Ağa tarafından dövüldüğünde onun önüne siper olurken ses etmediği gibi kocası tarafından sevilirken de hiç sesi çıkmaz. Ama biz izlerken onun sessiz çığlıklarını duyarız. Berivan karakteri ile devleşen Melike Demirağ, bu ülkede mal gibi alınıp satılan, sürekli aşağılanan ve hiçe sayılan kadınların tüm acılarını, bize film boyunca gözleriyle ve tüm bedeniyle, hiçbir sözün anlatamayacağı kadar çarpıcı bir dille anlatır.
Şivan aşiretin aydınlık ve gelişmelere açık yüzüdür. Feodal aşiret yapısı ile bağdaşmayan, insancıl, barışçıl ve uzlaşmacı biridir. Bu nedenle sürüden yani aşiretten ayrılmak ister. Şivan karısı Berivan’ı çok sever. Babası Hamo Ağa’nın tüm zorbalığına rağmen, ondan dayak yeme pahasına korur karısını. Berivan ve Şivan, filmde arada gösterilen kafesteki iki keklik gibidirler. Aşiretin içinde tutsak olan ve tüm güçleriyle uçup kaçmak isteyen iki kuş… Onların aşkı büyüktür ve gözlerde resmedilir. Şivan, karısının sessizliğe gömülmesinin acısını onunla yaşar ve onu tedavi ettirmek umudu ile sürünün Ankara’ya götürülüp satılması için son kez aşiretle yolculuk yapmayı kabul eder. “Ankara’da her derde derman var” der ve sürü ile onun da umuda doğru olan yolculuğu başlar.
Yolculuk için yük vagonları kiralanır. Film bu uzun tren yolculuğunda bize tüm gerçekliği ile bir dönem Türkiye’si panoraması sunar. Bürokrasiden başlayarak, toplumun tüm kesimlerindeki yozlaşma, insanın insanı sömürüsü, cehaletin ve kötülüğün sınırsızlığı ustaca işlenir. Sürüyü bilerek zehirli vagonlara doldurup pek çoğunun ölümüne neden olan rüşvetçi demir yolu memurları, ani fren yaparak onları yaralayan aç gözlü makinistler, sara hastası çobanın hastalığından istifade ederek koyunları çalan ve oracıkta boğazlayıp kaçan hırsızlar ve daha fazlası, Hamo Ağa’ya bile “eşkıya artık düze inmiştir” dedirtir. Sürünün büyük kısmı telef olmuştur.
Trende siyasi mahkumlar da taşınmaktadır. Sorarlar birine suçun ne diye, “saz çalmak” der. Elinde sazı, yanında askerler uzaklaşır ardına bakarak… Belli ki devrimcidir.
Yolculuk boyunca, belge niteliğinde görüntüler akar ekrandan ve trenin geçtiği yollardaki halk gündelik, özgün halleri ile izleyiciye sunulur. Tren artık Ankara’ya varmak üzeredir. Gecekonduları bunların yanında yükselen yeni binaları ile yetmişli yıllar Ankara’sı görünür.
Şivan Berivan’ı sırtında taşır. Onun hastalığına bir çare bulacak, kendine bir iş bulacak ve yeni bir hayat kuracaktır. Ancak işsiz ve parasız insanlar için hayat Ankara’da da çok zor ve acımasızdır. Parası olmayan Şivan hastanede iki gün beklemesine rağmen sıra bile alamaz. Berivan’ın sonu, izlenmesi gereken bir trajedidir.
Bütün film boyunca sürü metaforu üzerinden anlatılmaya çalışılan gerçekler, bir de Şivan’a yardımcı olan kapıcı ailesinin genç oğlunun sözleri ile sunulur izleyiciye; “Bu devirde zor yaşatırlar adamı. Kimler yaşıyor bu anlattığın evlerde söylesene? Sen mi, Şivan abi mi? Toplumda sınıflar var. Çalışan emekçi sınıflar, bir de çalıştıran hâkim sınıflar var, burjuvalar, sermayedarlar. Bu adamlar nasıl yapıyorlar sermayelerini? Seni, onu, emekçi sınıflarını çalıştırıp sömürerek. Sen hangi sınıftasın şimdi Şivan abi söylesene.”
Sürü, sadece dönemini değil aslında bugünü de anlatır. Yılmaz Güney sinemasının en önemli filmlerinden olan bu ödüllü filmi “karanlıkta kalmadan” izleyelim, günümüzü de sorgulayalım diyorum ve büyük ustanın bir sözüyle bitiriyorum;
“Arkadaşlar! Dışarıda bir şeyler oluyor, farkında mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın… Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir… Karanlıkta ne yapacaksınız?”
Önceki