SİLAHLAR NEYİ ÇÖZER Kİ?
Gece yarısı el ayak çekildiğinde caddeleri aşındırıyorum adım adım. Bu da çok hoşuma gidiyor; sessiz ve terk edilmiş caddelerde yürümek. Hafiften bir rüzgâr çıkıyor bu efsunlu yaz akşamı. Mutlu olmasına mutluyum ama düşüncenin verdiği derinlik ve bu havalar beni kedere sürüklüyor. Bağrım açık, özgürce rüzgârın üzerine üzerine sırıtarak yürüyorum. Rüzgâr bazen küçük hortumlar yaratıyor, caddenin tozlarını kaldırıp yüzüme çarpıyor. Karanlık da olsa görüyor, hissediyorum sahra çöllerinden gelmiş bu gizemli tozları. Bazen rüzgâra karşı tükürüyorum ama tükürük gelip tozlu, salyalı bir balçık halinde sakallarıma yapışıyor. Sakalımdaki tükürükleri elimle kirli kort pantolonuma sürüyorum. Bu durumdan mustarip oluyorum aslında. Yorucu bir iş. “Tükürmeyi tamamen bırakacağım,” diye söz veriyorum bu akşam kendi kendime. Çünkü daha büyük hedeflerim var. Onlarla uğraşacağım. Tükürüğe takılamam. Sümük ise dert değil. Kollarıma rahatlıkla silebiliyorum. Bu ahval ve şerâit içinde yürümeme devam ederken, ardım sıra bazen sert ayak sesleri geliyor ve bana karşı sinkaflı küfürler savruluyor, ama umurumda olmuyor, “vicdansız insanlar” diyorum. Ben kopuğum onların dünyasından ne de olsa. Yani bu güzel yaz akşamı, hafif üşüme dışında her şey yolunda gidiyor.
Yürürken dostlarım bana eşlik ediyor, kafalarını okşuyorum. Birlikte yolumuza devam ederken, en az beş, on tane oluyorlar. Bizi gören diğer dostlarımızda takılıyor peşimize. Bazen koşar gibi hızlanıyoruz. O sırada, biraz ileride, yolumuzun üzerinde sokak lambasının altında bir adamı fark ediyorum. Direğe yaslanmış, yüzü yere bakan, baştan ayağa siyah giyinmiş bu gizemli, sıska adamdan tedirgin oluyor, şaşırıyor ama korkmuyorum. Ben ve yanımdakiler git gide adama yaklaşıyoruz. İyice yaklaştığımızda birden önümüzü kesiyor. Elindeki uzun, ince bıçak parlıyor sokak lambasının altında. Dostlarımdan da korkmuyor. Kalabalığız oysa.
“Hey dostum, bıçağı bırakmalısın,” diyorum suratına gülümseyip.
Yüzüme bakıyor, hiçbir şey demiyor. Zayıf yüzündeki beyaz kısa sakalları, kaba burnunun arkasındaki kısık gözleri aynı renkteydi sanki. Göz bebekleri sokak lambasının ve sakalının solgun beyazını almış gibi. Suratında, renksiz gözünde hiçbir ifade yok. “İlginç biri,” deyip biraz yana çekilerek yürümeye devam ediyorum sonra. Yürürken aniden aklıma takılıyor, bıçağı bırakmadığı. Tekrar gerisin geri dönüyorum yanı başımdaki dostlarımla. Kendimize güveniyoruz. Ama bir göz işareti yapıyorum “siz kesinlikle karışmayacaksınız” diyorum onlara. Beni anlarlar zaten ve dediğimi yaparlar. Karşı kaldırım kenarına geçip, beni izliyorlar. Geldiğimde adama;
“Hey dostum, elindeki bıçağı bırakmanı söylemiştim. Anlamadın herhalde.” Diyorum.
Bana bakıyor, sesi çıkmıyor yine, yaklaşıyor ve suratındaki belirsiz ifade çatık kaşlara bırakıyor kendini.
“Ne bakıyorsun, bırak diyorum bıçağı. Ne yapıyorsun bu bıçakla? Bıçakla hiçbir şey elde edemezsin, dostum. Eğer fikrine, bilgine güvenmiyorsan bıçağa başvurursun. Ama sen böyle biri değilsin, biliyorum! Ver şunu, sorunlarını başka şekilde hallet,” diyorum ve elimi uzatıp bıçağı almak istiyorum.
Aniden sol kaburgalarımın altında bıçağın ucunu, o soğuk demirini hissediyorum. Şaşırıyorum. Karşı kaldırımdaki dostlarım hareketlenir gibi oluyor ama onlarla göz göze geliyoruz “sakın” diyorum, anlıyorlar. O arada adam yanıma gelip bir bıçak darbesi daha savuruyor. Yere düşüyorum. Eğilip ceketimin cebindeki parayı alıyor. “Sen mi aldın yukarıdaki yaşlı adamın parasını?” diyor bana. “Bıçağı bırak” diyorum. Yüzüme yumruklar, tekmeler atıyor. “Sen mi aldın adamın parasını?” diye tekrar soruyor. Bahanesi güzel. Kendimden geçer gibi oluyorum. Yerde kanlar içinde yatarken yavaş yavaş yürüyerek uzaklaştığını görüyorum. Zar zor ayağa kalkıyorum. Sendeleyerek ona yaklaşıyorum ve kanlı ellerimle onu tutup “Bıçağı bırakmalısın dostum,” diyorum. Dehşetli gözlerle bana bakıyor, hızlı bir şekilde itiyor. Yere düşüyorum tekrar. Ama kararlıyım, kalkıyorum. Yakasına yapışarak, aynı cümleyi tekrar ediyorum. Karnıma yumruk atıyor. Canım acısa da yakasını bırakmıyorum, bıçağı bırakmalı. O sırada yanımızdan hırsız kılıklı biri koşarak geçiyor. Elindeki paralardan bazıları dökülüyor. Koşan adamdan düşen yüz lira rüzgârla uçarak ikimizin önüne geliyor. “Yaşlı adamı soydu” diye bağırıyorlar arkasından koşanlar. İkimiz de şaşırarak birbirimize bakıyoruz. O sonra kendini toparlıyor, eğilip yüz lirayı alıyor ve yürümeye devam ediyor, beni tamamen unutarak. Ama ben koşarak arkasından gidiyorum, kana bulanmış ellerimle itip düşürüyorum onu yere. “Bıçağı bırakmalısın dostum, neye çözüm ki bu?” diyorum. Yerden dönüp dehşetli gözlerle bana bakıyor. “Manyak mısın sen?” diyor, kalkıyor ayağa. Gerisin geri dönüyor, adımları hızlanıyor, koşar gibi yürüyor. Başım dönse de, canım acısa da, koşuyorum peşinden, yaklaştığımda üzerine atlıyorum ve düşürüyorum onu tekrar. Yerde yuvarlanıyoruz. Benim de, onun da yüzü, gömleklerimiz kanımla kıpkırmızıya boyanmış gibi. “Bıçağı bırakmalısın dostum, neyi çözer ki bu?” diyorum. Artık diğer sokak lambasının altındayız. Sokakta kimse yok. Ölü toprağı serpilmiş gibi ortalık, rüzgârın ulumasından başka ses çıkmıyor, dostlarım suspus, diğer köşede boş sokağa uzanmış sakince bizi izliyorlar. Yerde yuvarlanırken yakasını bırakmıyorum. “Lütfen dur,” diyor kendinden hiç beklenmeyen naiflikle. Bıçağı atıyor yere, ardından da kana bulanmış paraları. Sıyrılıyor gevşeyen ellerimden, ayağa kalkarak hızlıca koşuyor. Kalkıp arakasından bakıyorum, ileride durup, gerisin geri dönüp bana baktığında, gece karanlığında sokak lambasının ve dolunayın ışığı altında beliren, korkmuş suratını yarı baygın gözlerimle görüyorum. Rüzgârda kana boyanmış paralar uçuşuyor, kanlı bıçağı alıp ilerideki çöpe atıyorum. O sırada bir evin ışığı ve perdesi açılıyor. Dışarıya meraklı gözlerle bakan meraklı güzel bir kadınla yüz yüze geliyoruz.
Kadının nasıl bir dehşete kapıldığını, korktuğunu düşünürken, düşe kalka yürümeye devam ediyorum. En sonunda fazla gidemeden kaldırım kenarında düşüyorum yere. Yattığım yerden gökyüzüne doğru bakıyorum. Bu gece yarısı, sıcak evimden niye çıkmıştım, onu düşünmeye başlıyorum. Hatırlamıyorum. Kendimden geçer gibi oluyorum. O sırada, yarı baygın bir halde camdaki kadını yanı başımda dikilmiş halde görüyorum ve o elindeki battaniyeyi üzerime çektiğinde dayanamayıp bayılıyorum.
Gözümü hastane odasında açıyorum. Yanı başımda bir doktor, hemşirelerle konuşuyor. Bir hemşire çok da kısık olmayan bir sesle heyecanlı bir şekilde anlatıyor;
“Doktor bey, bu adamın adı İlyas Karameşe’dir. Biz ona kısaca Karameşe deriz. Her ay neredeyse bir olaya karışır, dayak yer ya da bıçaklanır.”
“Kimi kimsesi yok mu?”
“Kimsesi yoktur.”
“Sedyede ‘dostlarım bekler beni’ diye mırıldanıp duruyordu.”
“’Dostlarım” dediği dışarıdaki sokak köpekleridir. İlerideki ormanlık alanda küçük bir kulübesi var, orada kalıyor. Bazen sokaklarda yatar. Nereye gitse sokak köpekleri takılır peşine, hep yanı başında olurlar. Taburcu olup yürüyerek çıktığında hepsi sevinerek arkasından yürür, kuyruklarını sallar, sürtünür, bazen de üzerine atlamaya çalışırlar. Bu yüzden yürümesi zorlaşır. Biz de ambulansla ormana kadar yollarız onu. Köpekler ambulansın arkasına takılıp koşarlar. Ah, ne sadıktır onlar.”
Yanı başımdaki doktorun elinde neşteri görüyorum. “Dostum, elindeki neşteri bırakmalısın,” diyorum zar zor. Bana bakıp “kendine geldi,” diyor. O sırada yasal aşısıyla bir hemşire yaklaşıyor bana ve beni ters çevirtip iğnesini vuruyor. Ben ise hiç bir şey yapamıyorum. Sadece ağzımdan acı bir küfür süzülürken yavaş yavaş bayılıyorum.
Eğer biraz gücüm kalmış olsaydı o iğneyi yemeyecek, neşteri de alacaktım doktorun elinden. Silah görünümündeki her şeyden nefret ediyordum. “Silahlar neyi çözer ki?” diyecektim onlara. Bu son darbeyi yemeseydim.