Cumhuriyetin ilk dönemlerinde edebiyatımızın önemli yazarları ve şairleri yetişmiştir. Ne acıdır ki; oy uğruna toprak ağalarının baskılarına boyun eğmek zorunda kalan o dönemin iktidarı, değerli yazarların yetiştiği Köy Enstitüleri’ni kapatarak toplumun aydınlanmasına darbe vurmuştur. Köy Enstitüleri dışında yetişen ve düşüncelerinden ötürü yaşamlarının büyük bir kısmını baskı altında ve hapishanelerde geçirenler yine de edebiyatımızın önemli eserlerini vermekten geri kalmamışlardır. Kuşku yok ki bunların başında Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Orhan Kemal gibi yazarlar gelmektedir. Bir zamanlar sakıncalı olan, yazdıkları ile günümüze de ışık tutanların ünleri Türkiye sınırlarını aşmıştır. Romanları, hikâyeleri ve şiirleriyle ezilen insanların dramlarını, aşklarını yansıtan, bu uğurda çektikleri bilinen, bugün bile ne şekilde ve kimler tarafından katledildiği bilinmeyen Sabahattin Ali’nin edebiyatımızda kendine özgü bir yeri vardır.
Yaşamı mücadele içerisinde geçen Sabahattin Ali’yi ilk kez ilkokul yıllarımda “Sırça Köşk” isimli kitabıyla tanımış, çocuk yaşta olmama rağmen etkilenmiştim. O yıllarda kendime küçük bir kütüphane kurmuştum ve Sırça Köşk de baş kitaplarımdan biri olmuştu. Sonraki yıllarda Sırça Köşk’ün yeni baskısını bir kez daha okumuş, kendimce o yaşlarda beni neden etkilediğini düşünmüştüm. İnsanları kandırarak bir yerlere gelenlerin sanıldığı kadar güçlü olmadıkları, zamanı gelince kolayca yıkıldıklarını anlamıştım.
II. Dünya savaşının çalkantılı, baskıcı siyaseti içerisinde Sabahattin Ali bir süre yasaklı yazarlardan olmuş, ölümünden sonra da yayıncılar bir süre onunla ilgili yazılara yer vermekten kaçınmışlardı. Ülkemizdeki pek çok yazarın başına geldiği gibi, ölümünden sonra değeri ve kendisine yapılan haksızlıklar anlaşılınca, Türk edebiyatında hakkı olduğu yeri almıştır.
Gizemli şekilde öldürülmemiş olsaydı, edebiyatımız daha nice eserler kazanacaktı. Bu yönde çağdaşı Nazım Hikmet kadar şanslı olamamıştır…
Sabahattin Ali, bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan, Gümülcine Sancağına bağlı Eğridere Köyü’nde Balkan Savaşı başlamadan önce, 12 Şubat 1907’de dünyaya gelmiştir. Osmanlının son savaşları içerisinde, acılar, sıkıntılar ve mahrumiyetler içerisinde çocukluğunu yaşamış, bu yüzden öğrenimini çeşitli okullarda yapmak, bazen de ara vermek zorunda kalmıştır. İstanbul Muallim Mektebi’ni 1926 yılında bitiren Sabahattin Ali, doktor dayısının yardımıyla Yozgat Merkez Cumhuriyet Okulu’na öğretmen olarak atanmıştır. Ancak bu ilk görevinde hiç mutlu olmamıştır. Öğrencileri dışında çevresinde edebiyat, siyaset ve kültürel konularda konuşabileceği, tartışacağı insan bulamamıştır. O sırada Maarif Vekâleti’nce yabancı dilde öğretmen yetiştirmek için bir sınav açıldığını öğrenince sınava katılmış ve burslu olarak da kazanmıştır. Almanya’da bir süre yaşamış, batı kültürünü, edebiyatını tanımıştır. Almanya’da ırkçı bir Alman öğrenciyle tartışmış ve yurda geri gönderilmiştir.
Gazi Eğitim Enstitüsü’nün açtığı yabancı dil sınavı onun için kaçış olmuş, girdiği sınavı kazanmış ve 1930-1931 öğretim döneminde Aydın Ortaokuluna Almanca öğretmeni olarak atanmıştır. Yeni okulundaki öğretmen arkadaşları, Türkiye’nin önemli bir dergisinde “Resimli Ay” da yazıları yayınlanan, batı kültürünü yakından tanımış Sabahattin Ali’ye yakınlık göstermişlerdir.
Sabahattin Ali’nin sol eğilimli Resimli Ay gibi bir dergide yazması, Nazım Hikmet’in etkisiyle sola yönelik ulu orta konuşmaları tepki çekmiş ve bunun sonucu olarak hakkında ihbarlar başlamıştı. Bu yüzden hiç beklemediği bir anda tutuklanarak Aydın Devlet Hapishanesinde üç ay kalmıştır. Mahkeme kararıyla Sabahattin Ali’nin suçsuzluğunun ortaya çıkmasına rağmen Maarif Vekâleti onun Aydın’da öğretmenlik yapmasını uygun görmemiş olacak ki;1931-1932 öğrenim yılında Konya Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atamıştır. Ancak orada da sorunlarla karşılaşmıştır.
Sabahattin Ali 1927 yılında başladığı yazı ve şiirlerine Konya’da da devam etmiş, bunların başında “7 Ekim” (1927), “Viyolonsel” (1930), “Bir Orman Hikâyesi” (1930) geliyordu. Sonraki yıllarda “Dağlar ve Rüzgâr” isimli kitabında 1931-1934 yıllarında yazdığı şiirlerini toplamıştır.
1932-1933 ders yılının başladığı 26 Aralık 1932 günü beklenmedik şekilde polisler tarafından gözaltına alınmış, Konya Emniyet Müdürlüğü’ne götürülerek tutuklanmıştır. Tutuklanmasının gerekçesi ise “Memleketten Haber” başlıklı şiirde Gazi Mustafa Paşa’ya hakaret olmasıydı. Sabahattin Ali birçok yazarın ve siyasinin tutuklu kaldığı Sinop cezaevine gönderilmiştir.
Cumhuriyetin onuncu yılı olan 29 Ekim 1933’de çıkarılan af nedeniyle tahliye edilmiş olmasına rağmen, memuriyetten çıkarılmıştır. Bunu izleyen yıllarda Ankara’da vekâletlerde yeni bir görev aramaya başlamış, Maarif Vekâleti’nin kapısını aşındırmaya, randevusuna yanıt almaya çalışmıştır. Sonunda Maarif vekili Hikmet Bayur kendisini dinlemiş ve “Eski zihniyet ve ruhi haletini değiştirdiği sabit olmadıkça istihdamı caiz değildir” açıklamasını yapmış, sonra da eski düşüncelerinin değiştiğini gösteren bir belge istemiştir. Bunun üzerine Sabahattin Ali Reisicumhur Atatürk’e olan bağlılığını gösteren “Benim Aşkım” isimli şiirini yazmıştır.
Sonunda Hasan Ali Yücel’in yardımıyla Ankara Musiki Muallim Mektebi Türkçe öğretmenliğine atanmıştır. Ardından da Almancasının çok iyi olmasından ötürü,1937’den beri Ankara’da yaşayan, Ankara Devlet Konservatuarı’nda görev yapan dünyaca ünlü Alman tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert’in yanında görevlendirilmiştir. Önce onun asistanlığını yapan Sabahattin Ali kısa bir süre sonra dramaturgluk (Bir metnin sahneye çıkmasına kadar geçen süreç) görevine getirilmiştir. Bu arada Nihal Atsız ile yargıya taşınan davası ve kendisini çekemeyenler tarafından yapılan ihbarlar nedeniyle yeniden görevine son verilmiştir. Bu kez yaşamını yazılarıyla sürdürmeye çalışmışsa da, Tan Gazete ve matbaası baskınından sonra bir süre ticaretle uğraşmış ancak başarılı olamayınca yaşama küsmüş, yurt dışına kaçmaya çalışmış ve bu yolda da tam olarak açıklığa kavuşmayan bir şekilde öldürülmüştür.
Sabahattin Ali’nin edebiyatımızdaki yeri
Cumhuriyetin ilk yarısında, 1930-1945’li yıllarda edebiyatımızın yeni arayışlara yöneldiği görülmektedir. O dönemin siyasi ve kültürel anlayışı edebiyatı da etkilemiş, Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali başta olmak üzere bazı yazarların şiir ve hikâyelerini yayınlayan, siyasette sol akımın öncüsü olan “Resimli Ay” bir yönden yeni edebiyatın öncülüğünü yapmıştır. Bu dönemde devletçi anlayışın edebiyat üzerinde etkisinin olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Devletçi anlayışa karşı çıkanların başına olmadık dertler açılmıştır. Yine bu dönemde, kadro hareketi denilen yeni bir akım edebiyatımızı geliştirmeyi öne çıkarırken, devletçilikten yana tutum izlemek zorunda kalmışlardır. Resimli Ay’dan sonra o dönemin en etkili edebiyat dergilerinden birisi de yayınını uzun yıllar sürdüren, Yaşar Nabi Nayır, Nahit Sırrı Örik ve Sabri Siyavuşgil’in kurucusu olduğu Varlık Dergisi’dir.
Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet’in bayraktarlığını yaptığı Resimli Ay, kısmen devletçi olan Varlık Dergisi’nin yanı sıra Türkçülüğü, bir bakıma ırkçılığı temsil eden Atsız Mecmuası (1931) ve Orhun da (1933) onlardan farklı bir anlayışı ortaya koymuştur. Bu arada halkevlerinin dergisi Ülkü (1933-1950) ve daha sonra Yücel (1935-1950) dönemin birçok yazar ve şairine sayfalarını açmıştır.
Bu dönemde yazılan şiir ve hikâyelerin, önceki dönemlere göre çok daha canlı olduğu açıkça görülmektedir. Dönemin tek partili siyasi iktidarı yazar ve şairlerin sola yönelik düşüncelerini, yazılarını her türlü baskıyı uygulayarak engellemeye çalışmışlar yine de bunda başarılı olamamışlardır. Böyle bir ortamda, daha doğrusu cumhuriyetin ilk yıllarında kazanılan bağımsızlık coşkusunun, yazarlar üzerinde etkisi büyük olmuştur. Kısacası çağdaş düşünceyi benimseyen yazar ve şairler yine duygularını, düşüncelerini taviz vermeden dile getirmekten kaçınmamışlardır.
Sabahattin Ali yazılarının çoğunda kendi yaşamını, yaşadıklarını ortaya koymuştur. Roman ve hikâyelerinin çoğunda kendi iç dünyalarıyla hesaplaşan insanlara yer vermiştir. Roman ve hikâye kahramanlarının çoğunun kendisi olduğu da dikkati çekmektedir. İlk yazdıklarında aşkı öne çıkarırken, ilerleyen zamanlarda toplumsal sorunların ağırlık kazanmıştır. Yazılarının hemen hepsinde konuşulan dil öne çıkarılarak, ağdalı sözcüklerden kaçındığı da görülmektedir. Bu arada çevreyi çok iyi şekilde gözlemlediği dikkat çekmektedir. Bütün bunların yanı sıra yaşamı boyunca zor ve üzücü günler geçirmesi yine yazılarına yansımıştır. Özellikle Almanya ve Türkiye’de yaşadığı, bazıları kendi yanlışlarından kaynaklanan haksızlıkları da üstü kapalı olarak yazmaktan kaçınmamıştır. Bazı yazılarında ise Nazım Hikmet’in, Zekeriya Sertel’in görüşlerinden etkilendiği de görülmektedir. Özellikle 1925-1945 yılları arasındaki Anadolu insanının çilesini de yine gerçekçi biçimde ortaya koymaktan kaçınmamıştır. Çoğu eleştirmenin görüşlerine göre bu konuları çok iyi işlemiş, ayrıca bürokrasinin çarpıklıklarını da ortaya koymuştur.
Türk edebiyatına şiirleriyle girmiş, Kuyucaklı Yusuf ile romanda bir devrim yapmış, türünün en önemli eserini ortaya koymuştur. Onun ardından Kürk Mantolu Madonna ile de zirveye çıkmıştır.
Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden Sabahattin Ali, özellikle gözlemleri ve ortaya koyduğu tiplerle dikkati çeken bir yazardır. Realist bir gözlemle toplumun ana yapısına değinirken, onları anlatım ve dil zenginliği ile bağdaştırarak en güzel şekliyle ortaya koymuştur. Kahramanları yaratırken en küçük ayrıntıyı bile gözden kaçırmamış, onları çevreyle bütünleştirmiştir. Bütün bunları yazarken sosyolog veya psikolog gibi gözlemler yaparken, edebi bir estetikten de hiçbir zaman uzaklaşmamıştır.
Türk edebiyatının ünlü kalemlerinden Sabahattin Ali’nin eserleri bugün çok satanlar listesinde yer almaktadır. Ancak ne hazindir ki, yazdıklarını okuyan insanların bazıları onun nerede öldüğünü bilmedikleri gibi, bir mezarının olmadığını da bilmiyorlar!