Herakleitos evreni daima yaşayan bir ateşe benzetmiş. Pisagor ise güneşi evrensel bir ateşin küçük bir yansıması olarak değerlendirmiş.
Eko sistemi oluşturan bu abiyotik etkenler, canlı organizmanın oluşmasında ki en belirgin belirleyicidirler. Bu belirleyiciden kasıt elbette, güneşin kendisidir.
Ateş yalnızca sıcaklık değil, dünya yüzeyinde değişen ısı miktarını da ifade eder. – 40 tan + 40 kadar ulaşan ısı değişkenlikleri, aynı zamanda doğa üzerindeki canlıların, bu değişkenlikten yararlanmalarını sağlar.
Ateşi öne çıkarmamızdaki ana etken, bu ısı farklılığının neden olduğu sonuçları göstermemiz açısından güneşi ele aldık. Toprak ve su katalizör vazifesi görürken, enerji ya da sıcaklık, canlılarda biyokimyasal tepkimelerin gerçekleşmesini sağlayan enzimlerin çalışmasında da önemli bir rol üstlenir.
Hava, dört mevsimle bu değişkenliklerin döngüsünü sağlar. Isının bu değişimi, toprakta donma derecelerinden, kavrulma ve çatlama farklılıklarına kadar ulaşır. Geçmişten söz etmişken şimdi az daha geçmişe gideceğiz. İnsansıların üst ailesi olan Hominoidealar’a uzanacağız.
Günümüzden 16 milyon yıl öncesine yayılan “erken Miyosen” döneminin akrabaları sayılırız. Bu senelerde doğa hepimize eşitti. Meyve ağaçları, tahıllar, yenilebilir bitki ve yemişler, taşan nehirler, pırıl pırıl ırmaklar, göller, dereler insanımsı insanın doyması için yeterliydi.
16 milyon sene demek, yaklaşık 460 bin nesil öncesi demek. Ya da biraz abartırsak 130 milyar saat eder. Ve o günlerde senenin 365 olmadığı, günlerin de 24 saat olmadığını ekleyelim. Olmayan şeylere biraz daha katkı yapalım isterseniz.
Onlar 16 milyon sene Buz dolapsız yaşadılar. Direksiyona geçecek arabaları yoktu. Bankalarda birikimi, borsada hisseleri, kasada çekleri, senetleri yoktu.
Ve elbette suçlu olduğumuz yüzümüze haykıran hâkim yoktu. Yargıç yoktu. Hapishane, gardiyan yoktu. Yasama yürütme yargı yoktu.
Çeşme yoktu. Batarya, duş, banyo yoktu. Saç kremi, göz yakmayan şampuan yoktu.
Evlilik nikâh şahidi yoktu. Teyze amca dayı kuzen gibi ayrıştırıcı akrabalık yoktu. İş bandında 12 saat çalışmak, kolunu kaptırmak, madenlerde ölmek yoktu. İşsiz kalmak, iş bulmak işten atılmak yoktu.
Her yerden ot gibi fışkıran reklamlar, sonu erişilmez diziler yoktu. Yemek tarifleri, Biri Bizi Gözlüyor ve hadi evlenelim programları yoktu.
Birisini tavlamak için kravat ya da makyaj yapmalarına gerek yoktu. Tanrı İsa peygamber incil Tevrat din ve din ticareti yoktu.
Mutlu olmak için karınları doysun, çocuklarını gece yarısı hayvanlar parçalamasın yeterliydi. Zira öbür günü düşünmek için, öbür gün olmasını beklemeleri gerekliydi.
10 milyon sene kuyruğumuzla dolaştıktan sonra, kıta dünyasına insanımsı insan diyebileceğimiz kuyruksuz Hominidler, üç dört milyon yıl sonra ise iki ayak üzerinde durabilen Orrorin türü dünyamıza yerleşti.
Homo insanı iki milyon sene, Homo Sapiens ise 200 000 sene önce aramıza katıldı. Günümüz insanın geçmişi ise 50 bin yıldır.
Avcı toplayıcı dönemde küçük topluluklar halinde yaşayan insanlar, tarım devrimi ile birlikte, daha büyük topluluklar halinde yaşamaya başladılar.
Lidyalılar, Truvalılar ve Antik Yunanlar. Aztek, İnka ve Maya uygarlıkları. Sümerler, Babil uygarlığı, Mısırlılar Romalılar derken, Milat öncesi dönemi kapattık.
Tüm sözünü ettiğimiz dönemin saat olarak karşılığı yaklaşık 130 milyar saat. Son kulvar dediğimiz Milat sonrası dönemeç, yani sanayi toplumu başlangıcından bu yana, 8 milyon saat eder. Yani sanayi toplumuna kıvrılan son dönemeç, yaşadığımız dönemin ancak 16 000 de biri demek. Daha gözle görülür bir örnek verecek olur isek, İstanbul’dan Kars’a 6 kez gitsek gelsek, son dönemeç olan sanayii toplumu, daha otogardan çıkamamış demektir.
460 bin nesil krallar gibi yaşayarak, son nesilde soytarılar gibi Corona virüsüne neden yenik düştük? Daha hastalığın hastalık tanımını yapamadığımız günleri aşmışken, neden son dönemeçte yere serildik? Sizce de bir tuhaflık yok mu?
Ne ilkel çağları gördük, ne mağaralarda yaşadık, ne de seneler süren buz çağlarını atlattık. Ateş su ve toprak bize yetiyordu. Peki, bu kadar rahatlığın ve sözü edilen refah toplumu arasında, yok olmakla yüz yüze geldiğimiz son neslin haline sebep ne acaba?
Buzdolabı dolu. Ardiye deposu dolu. Gıda dolu. Elbise dolabı dolu. Bazaların altları dolu. Vitrinler dolu. Araba garajı dolu.
Bunun dışında, yemek hazır. Ekmek hazır. Sıcak yatak hazır. İlaç hazır. Vitamin hazır. Yollar hazır. Havaalanları hazır. Karşılayacak otel, motel hazır.
Düşün senenize, tüm bu bolluk içinde, bir santimin on milyonda biri olan bir virüs, sizi pek kolaylıkla yeryüzünden silebiliyorsa acaba nedeni ne? Bir düşünelim bakalım, bu virüsün öldürme gücünü, bu virüse kim verdi?
Ve yine yukarıdaki koşulları değerlendirerek kendimize bir soralım. On altı milyon sene her zorluğa karşı ayakta kalabilmeyi başarmış “İnsanımsı İnsan”, neden son dönemeçte külçe gibi yere serildi?
Neden şaşıyoruz k! Neden nasıl oldu diyoruz ki!
Çünkü bu felaketin yaratıcısı, insanımsı insanın, kuyruğundan kurtulduğunu sanan insanın kabahatidir.
400 bin nesil insanı evrimleştiren doğa, kendisini katledeceğini bilseydi, o nesli o anda tarihten silerdi.
Ancak doğanın bilme gücü yoktu. İnsan faaliyetleri nedeniyle kendi doğası da değişmeye başladı. Ancak değişen doğa, bu kez de insanı değiştirmeye başladı. İşte insanın algılayamadığı şey buydu. Neyi anlamadığını anladığında ise, kendini bir çukurun dibinde görecekti.
Bundan 16 milyon sene önce, insanımsı insan 80 trilyon m2 lik bir orman arazisi içinde yaşıyordu. 1 hektarlık geniş yapraklı orman 16 ton, bir hektar iğne yapraklı orman ise 30 ton oksijen üretiyordu. Özcesi günlük ortalaması 200 milyar tonluk, oksijen fabrikamız vardı.
Önce 8 milyar hektarlık ormanlık araziyi yok ederek 3.7 milyar hektara, dolayısıyla oksijen miktarını ise 90 milyar tona düşürmüşüz. Yetmemiş.
Sanayi toplumunun dünyasında 1.2 milyar araç var. Günlük 5 lt yakıt tüketen bir araba, yanma sonucunda gereksinme duyduğu oksijen miktarı 20 kg dır. Bir milyar aracın beş litre yakıt tükettiğini varsaysak bile, toplam yakılan/tüketilen oksijen miktarı 20 milyar kg / yani 20 milyon ton oksijen demektir. Demeler bitmiyor elbette.
Yanma sonucunda ortaya çıkan karbon monoksit, azot oksit ve sülfür, soluduğumuz havaya dağılır.
Özet olarak doğanın ürettiği 200 milyar tonluk oksijen 60 milyara düşürmüş, ardından içine sülfür ve azot oksidi salarak, zehir solumaya başlamışız.
Bu veriler yalnızca araçlar için olduğunu düşünelim. Zira fabrikaları moralinizi bozmayalım diye katmadık. Termik kirliliği, doğal alanın ısınmasını, jet yakıtlarını ve kozmetik atıkları da katmadık.
Havanın durumu bu. Gelelim suya. Şimdiden sizi çökmüş gibi görüyorum. Ama zorunlu devam edeceğiz
Yalnızca (1) litre motor yağı 800 bin litre içme suyunu kirletir. Kimyasal gübrelerin yağmurla birlikte suya bulaşması, zararlı kimyasallar, sanayi artıkları, nehirlere karışan kanalizasyonlar, tekstilde kullanılan boyanın da suya katılmasını düşlersek, içilecek suyun kalmadığını belirtmek isteriz. Zira “temiz su” kandaki metabolizma artıklarının böbrekler tarafından süzülebilmesi için vazgeçilmez bir maddedir. Ama SU TEMİZ İSE…
Toprak hava ve su.
İnsanlar toprakta yetişen besinleri yer… Ne kadar anlamsız bir cümle değil mi? Toprakta yetişen besinler! Kimyasal gübrelerle yetişmiş, böcek ilaçlarıyla zehirlenmiş, genetiği değiştirilmiş, gıda işlemede koruyucu maddeler katılmış, üstü cilalanmış meyveler, kolumuz kadar havuçlar, portakal iriliğinde limonlar, zar değil derisi olan domatesler, sentetik yağlar ve dahası.
Soluduğumuz zehir dolu hava, kana karışan sülfür ve içtiğimiz suların petrolle olan kardeşliği de eklenince, yeni doğan bir bebekte kronik alerji göründüğünde neden şaşıyoruz ki.
Virüsleri yeni keşfetmedik. Evrim tarihinin eşeysiz ve eşeyli üremelerinden beri yanı başımızda, içimizdeler. Özcesi bakteriler, mikroplar ve virüsler olmasaydı, farklı evrim geçirebilme yetenekleri olmasaydı, memeli canlılardan söz etmemiz de imkânsız olurdu. Doğa insanı var etmek amacıyla bir girişimde bulunmadığına göre, mikro organizma ve virüsleri beden dışı bir mikrop olarak görmek, ancak kibir sahibi aklın bir özelliğidir.
İşin biyolojik yanından biraz uzaklaşarak biraz da sınıfsal yanına değinelim isterseniz. Hadi canım, bir virüsten yola koyularak konuyu nereye taşıdın gibi yakınmalar duyabiliriz. Ancak konunun sınıfsal içeriğine değinmeden önce, onu sınıfsal çelişkiye götüren şeritlere bir göz atalım isterseniz.
100 yaşındaki bir kayın ağacı bir günde 960 kişinin çıkardığı karbondioksiti yok eder. Ve bir hektarlık orman yılda 15 ton biyolojik kütle üretir. Ayılar ormanda yaşar. Ve en sevdikleri baldır. Çünkü orman bal üretir. Ve dünya üzerinde binlerce bal ormanı vardır. Ancak ayılık görevini üstlenen kravatlı emir, bir senede tropikal bölgelerdeki 12 milyon hektar alanı yok etmiştir. Bu bir dakikada 30 futbol sahası demektir. Zira milyonlarca ton kereste, evlere mobilya olmayı beklemektedir.
20 CORONAVİRÜS Yıl 2019 – 2020 Ölü sayısı 1.5 Milyon
Dünya sağlık haritası 165 yılından 1700 yılına kadar vebadan ölenlerin sayısının 255 milyon olduğunu gösteriyor.
1800 / 2020 arası ise grip salgınlarını ve son olarak virüsleri görüyoruz. Ölüm sayısı 80 milyon. Mutlaka bundan öncesi de toplu salgınlar olmuş, insanlar kırılmıştır.
Ancak 16 milyon sene, doğal ve savaş koşullarından ölen insanlar, son dönemece girdiğinde, yani sanayi toplumuna eriştiğinde, artık virüslerle tanışmaya başladı. Rus İspanyol Asya gribi ve HIV/AİDS. Ve son konuğumuz ise Covid 19 salgını.
Neden şaşıyoruz ki?
Isı artışı ile birlikte sülfürlü, azot oksitli gaz oranı artıyor. Buzulların erimesi artıyor. Milyon senelerdir donmuş halde bulunan ölü bedenlerden taşan virüsler, balıklar kanalıyla insanlara taşınıyor. Ticarete açılan ormanlar hızla artarken, solunum yeterliliği azalıyor. Yani dünyanın ateşi yükseliyor, hava puslanıyor, su pisleniyor, toprak çürüyor.
Özcesi varoluşumuzun temel taşları kapitalistlerce yok ediliyor.
Neden şaşıyoruz ki?
Asit yağmurlarının yağmasına siz çanak tuttunuz. Tarımsal ilaçlarla doğanın zehirlenmesine siz sebep oldunuz. Deterjanlarla suyun pislenmesine siz çanak tuttunuz. Atıklarınızı suya bulaştırarak hayvanların su içme alanlarını siz yok ettiniz. Gezegenin ortalama 15 derece olan sıcaklığını, 150 senede 26 dereceye siz çıkardınız.
Bütün buzul alanlar üzerinde yaşayan ayı, fok, penguen gibi canlı türlerinin yok olmasının sebebi bizzat sissiniz. Endüstriyel işletmelerin yaratmış olduğu hava kirliliği, ormansızlaşma ve biyoçeşitliliği yok eden sizlersiniz.
Daha da ötesi, insanın bağışıklık sistemini zehirle çökerterek, pelte haline getiren kapitalist artıklarsınız.
Yukarıda belirtiğimiz kaynakların tüketilmesi, yağma edilmesi, insan merkezli değil, düzen merkezli olduğunun ifadesidir.
Ve sanki suçun sebebi hastalıkmış, çözümü de sağlığımızın koruyucularıymış gibi orduya, bankalara ve özel sektöre kaynaklar aktarılması, iktidarın hangi sınıfın yanında yer aldığının belirgin örneğidir.
Hangi milyarlık füzeler, bir doktorun yerini dolduracaktır? Halk can derdinde iken, kanal ihalesi kimleri kurtaracaktır? Fırsattan istifade af yasasıyla cezaevlerinde tutulan irin tabakasını dışarı salmak kimin işine yarayacaktır? Ancak biz biliyoruz ki, toplumu güvenlik açmazıyla evlere tıkmaya çalışan iktidar, şimdiden hesaplarını yapmakta ve salgın sonrasında totaliter bir güç olarak iktidarını sürdürmeyi hedeflemektedir.
İşte bu sebeplerden ötürü Covid-19 virüsü sınıfsaldır. Ve yalnızca bir ülkede değil, dünyanın bütün iktidarlarının hedefi de budur.
Dünya emekçi halkını tehdit eden şey yalnızca virüs değil, “Ulussuz Sermayenin” saldırısıdır. Bu saldırı karşısında diyeceğimiz tek bir şey vardır.
‘Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle titresinler. Zira proletaryanın, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Ancak bir dünya var kazanacakları.’
İşte bu sebepten ötürü, bu haydut devletlere karşın, Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin. Diyoruz.
Zira Covid-19, Kapitalizmin kendisidir. Hitlerdir, Franco’dur, Pinochet’dir.