Yaklaşık sekiz bin beş yüz yıllık bir şehirdir İstanbul. Denizle iç içe bir başkent olma özelliğini uzun yıllar boyunca sürdürmüştür. Arkeolojik kazılar, ilk yerleşimin Milattan Önce altı bin beş yüzlü yıllara kadar gittiğini göstermiştir.[1]Pek çok savaş, yangın görmüştür yedi tepeli şehir. 18 Ekim 1918 tarihinde sabah ve öğleden sonra olmak üzere beş uçaklık düşman filosu tarafından iki kez hava saldırısına maruz kalmış, atılan bombalar sonucu elli kişi ölmüş, iki yüz kişi de yaralanmıştı.
Yirminci yüzyıla kadar 289 mahalle olarak konumlanan İstanbul’un nüfusunun 1923 yılında 830.000 civarında olduğunu görüyoruz. Bu sayının yaklaşık 385.000’i Rum/Yunan, yaklaşık 130.000’i Ermeni, yaklaşık 85.000’i Yahudi, yaklaşık 55.000’i Beyaz Rus, yaklaşık 50.000’i ecnebi Tüccar, geri kalanı da Müslüman Türk. Türk kesiminin çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı. Çünkü erkekler savaşlarda ölmüş ya da savaşlarda yaralanmış ve sakatlanmış. Yani çalışma gücü önemli bir kısmında yok.
“Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan, Bulgar, Romen, Rum, Ermeni, Arap, Kürt, Sırp ve Osmanlı dillerinde eğitim yapan 750 ilk, 600 ortaokul ve 500 lise vardır. Darülfünunu ülkenin tek üniversitesidir. Ve yaklaşık 300 bin okur-yazara sahiptir.”[2] İstanbul, bu demografik yapısıyla, Ümmetçi, Padişahçıydı. Milli mücadele sonrası da, bu yapının birden bire değişmesi doğal olarak mümkün değildir. İstanbul’un işgali üzerine Hürriyet ve İtilafçı Fırka üyeleri ile bu partiyi destekleyen satılmış/yandaş basın sevinçlerini gizlemiyor, böyle bir işgalin neden daha önce olmadığı yönünde sitemde bulunuyorlardı.
İstanbul’daki Milli Mücadeleye muhalif olan kesimler, Padişaha bağlı memurlar, askerler, aydın kesiminin bir bölümü, bir takım gazeteciler, azınlıklar ve çıkarı olan ticaret erbabının önemli bir bölümüdür. Bu kişiler, ittihatçı düşmanlığında toplanan cemiyetler ile İngiliz Muhipleri Cemiyeti gibi cemiyetler ve Hürriyet ve İtilaf partisi yöneticilerinden, üyelerinden, sempatizanlarından oluşuyordu. Ayrıca bazı Üniversite hocalarıyla ulema da Milli Mücadeleye karşı ve Padişaha bağlı idi. Maddi çıkar peşinde koşan işbirlikçiler de pek boldu.
Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı eserinde, İstanbul’daki olumsuz havayı şöyle tanımlıyor; “Saray, Babıâli, Hürriyet ve İtilaf gazeteleri Anadolu direnişinin barış şartlarını ağırlaştırmaktan başka bir şeye yaramayacağını yazmaktadırlar. Milli Kuvvetlerin adı, İstanbul edebiyatında ‘haydut çeteleridir. Dâhiliye Nazırı Ali Kemal’in bir tamimine göre Anadolu’da ‘yeniden şekavet(eşkıyalık) ve yağma devrini açanlar’ Yunanlıların ekmeğine yağ sürmektedirler…
İstanbul’un vatansever ve milliyetçi takımı da Anadolu direnişinden kesin bir sonuç bekliyor mu idi? Hayır. Birinci Dünya Harbinde varını yoğunu kaybeden, biten, tükenen, nihayet artakalmış silahlarının çoğunu teslim eden bir memleket, gerilla çeteleriyle, itilaf devletlerinin ordularına ve donanmalarına nasıl karşı koyabilecekti? Üstelik şimdi İzmir’den içeriye doğru bir de istila ordusu sürmüşlerdi. Ama Türk milletinin her şeye boyun eğmeyeceğini gösteren bir dayatma hareketi barış pazarlığı bakımından elbette faydalı idi. O şartla ki Anadolu, pek ihtiyatlı davranmalıydı. Hele İngilizleri gücendirmemeye dikkat etmeliydi. O sıralarda İstanbul fikir ve politika adamlarından bir hayrısının bizim ‘Akşam’ binasındaki Matbuat Cemiyeti salonunda bir toplantısı olmuştur. Varılan karar Mustafa Kemal’e ‘itidali elden bırakmaması ve İngilizleri kuşkulandırmamaya çalışması’ için bir telgraf çekmek! İngilizleri kuşkulandırmamaktan maksat, Eskişehir gibi bazı merkezlerde bulunan İngiliz kıtalarına saldırmamaktı.”[3]
Berthe G. Gaulis “Çankaya Akşamları” adlı kitabında, İstanbul ile Ankara’yı karşılaştırıyor ve İstanbul’un Milli Mücadele karşısındaki umutsuzluğunu, Ankara’nın ise heyecanını anlatıyor:
“İşgalin gülümsemeyi unutturduğu, onun yerine acılı bir sevimliliği getirip koyduğu İstanbul’dan sonra, Ankara, hayatiyeti ve sapasağlam mizahı ile dikkatleri çekiyor. Birinde karanlık bir mücadele, ötekinde hareketin yuvası var. Birincisi gülümsemeyi unutmuş, gölgesinden korkuyor, ikincisi bir hiç, bir gülücük, bir canlı söz ile oynaşıyor, zira gevşeme anları kısa ve çabaları devamlı.”[4] “İstanbul sosyetesi, başta saray ve Babıali olmak üzere, hemen bütün sınıflarıyla Ankara’ya ısınamamıştı. Padişah ve onun soyu sopu, geleneksel alışkanlık ve sezgilerin yardımıyla, Anadolu’da başlayan Milli Mücadelenin er geç milli egemenlik yönetimiyle sonuçlanacağını daha işin başında anlamışlar ve Ankara’nın amansız düşmanı kesilmişlerdi.”[5]
Vahdettin’in kaçması üzerine İstanbul’un bakışı, onun yerine başka bir padişahın seçilmesidir. Saltanatın kaldırılması bile bu noktada İstanbul “aydınını” genel olarak etkilememiştir. Abdülmecid’in Halife seçilmesini de Saltanatın tekrar geleceğinin teminatı sanmıştır.
İstanbul, İşgal zamanında da, Milli Mücadeleye karşı oldukça direngendi. Milli Mücadele taraftarı insanlar genelde İstanbul’u terk edip, Anadolu’ya gidiyorlardı. Memurların önemli bir kısmı, uzun süre sessiz kalmış, Milli Mücadele geliştikçe Milli Mücadele saflarına katılmıştı. İşbirlikçiler, casuslar her yerdeydi.
“Müttefiklerin ajanları sürekli ihbarlarda bulunarak paralarını kolaylıkla alıyorlardı. Bunlar aralarında bir cemiyet oluşturarak her gün çoğunlukla gerçek dışı, fakat satılabilecek haberler uyduruyorlardı. Bir akın veya bir suikast hakkında birçok bağımsız kaynaklardan alınan haberler üzerine, bunu uyduran ajanlar soruşturulmasına memur ediliyorlardı. Bu yepyeni bir ticaretti ki bu ticaret süratle yaygınlaşıyordu. Hâlbuki Türkler, adamlarına ancak neticeye bakarak para veriyorlardı.”[6]
Görüldüğü gibi, “Türk aklı” devreye girmekte hiç vakit kaybetmiyordu. Tabi bu ihbarlar üzerine sahte de olsa pek çok kişinin, İşgalci güçler tarafından kötü muameleye tabi kaldığı da şüphesiz bir gerçektir.
İstanbul halkının özellikle zengin kesimin yaşam tarzı TBMM’de de gündem oluşturmuş, 5 Ocak 1922 tarihli Şeriye vekili Mustafa Fehmi Efendi’nin bir bildirisi yayınlanarak Anadolu’da savaş devam ederken bazı İstanbullu kadınların yabancı subaylarla balolarda dans etmesi, içkili eğlenceler kınanmıştır. Bildiride özetle “Bütün Anadolu halkı çoluğuyla çocuğuyla, kadınıyla erkeğiyle, dişiyle tırnağıyla düşmanlara karşı mücadele ediyorken, İstanbul’daki halkın hiç değilse bu kutsal savaşa kalben katılması gerekmez mi?” denilmiştir.[7]
Halide Edip Hanım da, İstanbul halkını eleştirmiştir. Sultanahmet meydanında gerçekleşen mitingde yemin eden ant içen on binlerce kişinin ortalıkta görünmediğinden dem vuran “şimdi neredesiniz?” diye eleştiren Halide Edip Hanım, açık bir mektup yayınlayarak İstanbul gazetelerinde yayınlanmasını sağlamıştır.[8]
İstanbul’da yayınlanan gazeteler üzerinde Padişah ve İstanbul hükümetlerinin Milli Mücadele aleyhine yoğun bir baskısı ve sansürü olduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal Paşa’nın fotoğrafını bastığı için “Vakit” gazetesinin, adının yanında “Paşa” unvanını kullandığı içinde “İkdam” gazetesinin İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından cezalandırılması sansürün ne kadar büyük olduğunun tipik örnekleridir.[9] İşgalden sonra da işgal güçleri aynı baskı ve sansürü uygulamışlardır. Dolayısıyla İstanbul yaşayanları Milli Mücadele hakkında yeterli bilgi alamamışlardır. Yenigün, İleri, Akşam, Vakit gazeteleri Milli Mücadeleyi destekliyordu, ancak yoğun bir sansür altında ezilmekteydiler. Tasvir-i Efkar, Tevhid-i Efkar, İstiklal, İkdam, Tercüman-ı Hakikat gazeteleri tarafsız ve Milli Mücadeleye sempati duyan gazetelerdi. Peyam-ı Sabah, Alemdar, Türkçe İstanbul gazeteleri ise, açıkça Milli Mücadele aleyhine yayın yapıyorlardı. Bu gazeteler aynı zamanda İngiliz Mandacılığını savunuyorlardı.
“1918 yılının sonu 1919’un başında, İstanbul basınını oluşturan gazetelerin kurtuluş için gördükleri ve göstermeye çalıştıkları çıkış yolları, yabancı yardımı ve manda istekleriydi. Bazı gazete ve gazetecilerin Amerikan (Tarık, İkdam, Yeni Gazete, İfham, istiklal, Tasviri Efkar), bazı gazeteler de İngilizlerden (Alemdar, Tan) ve Fransızlardan (Matin) yardım bekliyorlardı”[10]
İSTANBUL’DA YAYINLANAN GAZETELER:
Vakit: Milli Mücadeleyi destekleyen gazetelerden Vakit gazetesi ilk kez 1875 yılında Filip Efendi tarafından çıkarılmış sonra da yayın hayatına ara vermişti. 22 Ekim 1917 tarihinde Ahmet Emin (Yalman) Bey ve Mehmet Asım (Us) Bey tarafından tekrar çıkarılmaya başlandı. Dış kaynaklı haber de veren gazetenin yazar kadrosunda, Ahmet Emin (Yalman) Bey, Ahmet Şükrü (Esmer) Bey, Reşat Nuri (Gültekin) Bey, Enis Tahsin Bey, Ali Ekrem (Uşaklıgil) Bey, Hakkı Tarık (Us) Bey, Ahmet Rasim Bey, Ruşen Eşref Bey, Xiya (Gökalp) Bey, Halide Edip Hanım, Hüseyin Cahit Bey bulunmaktaydı.
İleri: 1918 Ocak ile 1924 Aralık tarihleri arasında yayınlanmış Milli Mücadelenin basın sözcülüğünü yapmış gazetedir. Gazetenin ismi “Ati”, “Ahval” ve “İleri” olarak zaman zaman değişmiştir. Cephe haberlerini ilk kez veren gazete, Mustafa Kemal Paşa tarafından maddi olarak da desteklenmiştir. Başyazarı Celal Nuri (İlkeri) Bey’dir. Dış haberlerde de Fransız kaynaklarını kullanmış olan gazetede, Mustafa Kemal Paşa’nın başka isimlerle pek çok yazısı yayınlanmıştır. 1920 yılının Mart ayında Celal Nuri Bey, Malta’ya sürgün edilmiştir. Yazar kadrosunda; Celal Nuri (İleri) Bey, Rıza Tevfik Bey, Süleyman Nazif Bey, Cevat Rüştü Bey, Ahmet Refik (Altınay) Bey, Ali (Ozansoy) Bey, Tahsin Nahit Bey, Suphi Nuri Bey, Aka (Gündüz) Bey, Namık İsmail Bey, Rueşen Eşref Bey bulunmaktaydı.
Tasviri Efkâr: İlk kez 1862 yılında yayın yaşamına başlamıştır. Milli Mücadeleyi destekleyen gazete’nin yazı işleri müdürlüğünü Yunus Nadi yapmıştır. Cepheye muhabir yollayan gazete, Kurutuluş savaşı ile ilgili haberleri günü gününe vermeye çalışmıştır. Gazetenin sahibi Ebüzziye Tevfik Bey’in oğullarından Velid Bey, ilk kez gazetede Milli Mücadele sırasında Mustafa Kemal Paşa’nın çekilmiş bir fotoğrafını gazetede yayınlamış ve yaşam öyküsünü de yazmıştır. Yazar kadrosunda; Ahmet Rasim Bey, Mehmet Agah Bey, Mustafa Nazmi Bey, Agah Sabri Bey, Ömer Rıza (Doğrul) Bey, Cenap Şehabettin Bey, Ruşen Eşref Bey, Abdülhak Hamit (Tarhan) Bey, Ahmet Refik (Altınay) Bey, Yahya Kemla (Beyatlı) Bey, Süleyman Nazif Bey, Bahaettin Tevfik Bey, İhsan Haydar Bey bulunmaktaydı. 1925 yılında gazete kapanmıştır.
Yeni Gün: Yunus Nadi Bey tarafından 2 Eylül 1918 tarihinde yayın yaşamına başlamıştır. Yazar Kadrosunda Ziya (Gökalp) Bey, Mahmut Esat Bey, Zekeriya (Sertel) Bey, Aka (Gündüz) Bey, Enver Behnan (Şapolyo) Bey, Şükrü (Kaya) Bey, Kemal Ragıp Bey, Nüzhet Haşim Bey bulunmaktaydı. İstanbul’un işgali üzerine kapanmış ve Yunus Nadi Bey tarafından 10 Ağustos 1920 tarihinden sonra Ankara’da çıkarılmaya devam edilmiştir. Ankara’nın ilk günlük gazetesi olan Yeni Gün, 1924 tarihinde ismi “Cumhuriyet” olarak değiştirilmiştir.
İkdam: Ahmet Cevdet Bey tarafından 1984 yılında kurulmuştur. Hürriyet ve İtilaf Fırkasını destekleyen gazete, Falih Rıfkı (Atay) Bey ve Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) Bey’in gazetede yazı yazmaya başlamasıyla birlikte Milli Mücadeleye destek vermeye başlamıştır. Yazı kadrosunda Ali Kemal Bey’den başka Hüseyin rahmi (Gürpınar) Bey, Hüseyin Cahit Bey, Ahmet Rasim de bulunmaktaydı.
Akşam: Falih Rıfkı (Atay) Bey, Necmettin Sadak Bey, Ali Naci (Karacan) Bey, Kazım Şinasi Bey tarafından 1918 yılında çıkarılmıştır. Milli Mücadeleyi baştan itibaren destekleyen gazetedir. Cumhuriyet ile birlikte Atatürk Devrimlerini de savunmuştur.
Tercüman-ı Hakikat: 11 Şubat 1921 tarihinde kapanmış olan, Peyami Safa Bey ve Ethem İzzet Bey’in yazı yazdığı gazete tarafsız bir görüntü çizmesine karşın, Milli Mücadeleye de sempati ile bakan gazetelerdendir. 1878 yılında Ahmet Mithat Efendi tarafından çıkarılmaya başlanan gazetede dönemin en ciddi siyasi gazetelerindendi. Aksiyon gazetesi olmaktan çok bir halk gazetesi olarak çıkmıştır. Gazetede Ahmet (Ağaoğlu) Bey, Ahmet Rasim Bey, Abdülhak Hamit Bey, Halide Edip Hanım, Necip Asım (Us) Bey, Hüseyin Rahmi Bey’in de yazıları yayınlanmıştı.
Sebilü’r Reşat: Gazetenin sahibi Eşref Edip Bey, başyazarı Mehmet Akif (Ersoy) Bey’dir. Türk İslam Alemi adı altında dış ülkelerdeki Türk ve İslam haberlerine ağırlıklı olan yer veren gazete Ümmetçi yaklaşımı savunanları bir araya toplamıştır. Milli Mücadele taraftarı bir yayın çizgisi izlemiştir.
Aydınlık: Türkiye İşçi ve Çitfçi Sosyalist partisinin aylık yayın organı olan dergidir. 1921 yılının Temmuz ayında Dr. Şefik Hüsnü Bey tarafından yayınlanmaya başlamıştır. Yazı işleri müdürlüğünü Sadrettin Celal Bey yapmıştır. Sosyalist ilkeleri savunan dergi Mustafa kemal paşa ve Milli Mücadele lehine yazılar yayınlamış, emperyalizme ve monarşizme karşı aleyhe propaganda yapmıştır. 12 Mart 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmış, yazarları Ankara istiklal mahkemesinde yargılanmıştır.
Tarık: 1919 yılında Muslihiddin Adi (Taylan) Bey tarafından çıkarılmıştır. ABD Mandasını savunan bir gazetedir. Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar da gazetede yayınlanmıştır.
İfham: Ahmet Ferit Bey tarafından 1919 yılında çıkarılmış, ABD mandasını savunan gazetede Milli Mücadele lehinde de yazılar yayınlanmıştır. Hamdullah Suphi Bey ve Ömer Seyfettin Bey’inde yazıları yayınlanmıştır.
Trakya: Edirne’de kurulmuş olan Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin gazetesi olarak İstanbul’da Mehmet Şeref Bey tarafından çıkarılmıştır. Trakya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin sözcüsü konumundadır.
Vatan: 1922 yılında Ahmet Emin Bey tarafından ABD Mandasına savunan bir gazete olarak çıkmıştır.
Memleket: 1918 ile 1919 yılları arasında çıkan gazete Mandacılığa net olarak karşı çıkan ve Milli Mücadeleyi açıkça destekleyen bir gazetedir.
Yeni Mecmua: 1918 yılında yayınlanmaya başlamış ve Milli Mücadeleyi destekleyen bir dergidir. Ziya (Gökalp) Bey’in bazı yazıları bu dergide yayınlanmıştır.
İstanbul: Türkçe yayın yapan bu gazete, Sait Molla tarafından 5 Aralık 1918 tarihinde çıkarılmaya başlanmıştır. İngiliz Muhipleri Derneği’nin yayın organıdır. Milli Mücadele aleyhine yayın yapan gazete 1921 yılında kapanmıştır.
Stamboul: Yayına başlama tarihi 1875 olan Fransız gazetesi, Fransız Pierre Le Goff tarafından 10 Aralık 1918 tarihinde tekrar çıkarılmaya başlanmıştır. Milli Mücadele aleyhine yazıların yer aldığı gazete Fransız mandası fikrini savunmaktadır. Fransa ile Ankara Hükümeti’nin arasının düzelmesi üzerine 1921 yılından sonra olumsuz tavrını değiştirmiştir.
Alemdar: 1909 yılında Refî Cevat (Ulunay) Bey tarafından çıkarılan gazete önce İttihat ve Terakki düşmanlığı sonra da Milli Mücadele düşmanlığı yapmış bir yayın organıdır. Yazar kadrosunda, Refik Halid Bey, Hafız İsmail Efendi, Dr. Selahattin Bey, Mustafa Sabri Bey gibi yazarlar vardır. Kuvayi Milliye’yi “serseriler” olarak tanımlayan gazete İngiliz Mandasının aşırı savunucularındandır. 1922 yılında kapanmıştır.
Peyami Sabah: 1920 yılında Ali Kemal’in çıkardığı Peyam ile Mihran’ın çıkardığı Sabah gazetelerinin birleşmesinden doğmuş bir gazetedir. Gazetede baştan sona Milli Mücadele aleyhine yazılar yazılmıştır. Anadolu direnişe açıkça karşı çıkan gazete İngiliz mandacılığını savunan işbirlikçi gazetelerin başında gelir. Ali Kemal’in Peyam-i Sabah gazetesinde yazdıkları yazıların başlıkları pek çok şeyi anlatmaktadır: 18 Mayıs 1919: “Müdafaa-i Milliye mensupları tutuklanmalıdır.” 22 Mayıs 1919: “İzmir’de sükûnet var, İşgal geçicidir.” 25 Nisan 1920: “İdam, idam, idam, Mustafa Kemal cezasını bulacak.” 6 Mayıs 1920: “Mustafa Kemal’in maskaralıkları” 3 Kasım 1920: “Böyle Kahramanlardan Allah bizi korusun.” 1 Ocak 1922: “Mukadderatımızı Ankara’ya bırakamayız.” 3 Mayıs 1922: “Kuvayi Milliye ile İttihat ve Terakki Geri Dönmüştür” 25 Mayıs 1922: “Kuvayi Milliyeciler, Bolşevik-Komünistlerdir” 2 Ağustos 1922: Bu zavallı vatanı Mustafa Kemal’in muzaffer olma ihtirasından kurtarmalıyız.”
Aydede: Refik Halit (Karay) Bey tarafından Milli Mücadele aleyhine çıkarılmış mizah dergisidir.
Ümit: 6 Aralık 1919 ile 24 Mayıs 1921 tarihleri arasında Tarık Mümtaz Bey tarafındna çıkarılmış, Milli Mücadele aleyhine yazıların yer aldığı bir dergidir.
İstanbul aydını da ağırlıklı olarak Mandacı ve Milli Mücadele karşıtıydı. Türkiye’nin siyasi bütünlüğü emperyal devletler tarafından tanınmazsa çözümü kendimizi tanıtma çabasına girme, en güzeli bir devletin mandasına girerek siyasi bütünlüğü sağlamanın en doğru yol olduğu görüşü ağırlıktaydı. Darülfunun gençliğinin bir kısmı ise silahlı direnişten yanaydı.[11]
Sürekli olarak Milli Mücadele aleyhine oluşturulan karamsarlık herkesin moralini bozuyordu. Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi Enstitüsü öğretim görevlilerinden Dr. Fevzi Çakmak’ın, Erzurum’daki Türkiye Barolar Birliği’nin düzenlediği sempozyumdaki bu konu ile ilgili konuşmasının bir bölümünü aynen yazıyorum:
“İstanbul’da Milli Mücadeleye başından sonuna kadar muhalif olan aydın zümreye yönelik en organize ve kapsamlı tepki, İstanbul’da eğitim gören Türk Gençliği tarafından sergilenecektir. Tarihe Darülfünun Grevi olarak geçen bu tepkiye neden olan aktörler arasında üniversitede eğitim veren müderrisler Cenap Şahabettin, Ali Kemal, Rıza Tevfik, Hüseyin Daniş ve Barsamiyan Beyler bulunuyorlardı. Bu isimlerden bazıları sadece eğitimci değil, yer aldıkları hükümet ya da cemiyetler vasıtasıyla siyasetçi kimlikleriyle de ön plana çıkmıştı. Milli Mücadeleye muhalif olan bu kişilerin yarattığı karamsarlığı en iyi onların ders verdiği öğrenciler aktarmaktadır. Darülfünun’da okuyan öğrenciler adına kaleme alınan ve dönemin gazetelerinden yayınlanan İthamname’de adı geçen aydınlar hakkında özetle şu duygulara yer verilmektedir;
‘…Elem ve musibetlerle mali bir Harp, Türk milletinin hasta ve çaresiz bırakmıştı. Bütün bu cihan-ı husumet her vesile ile mensup olduğumuz milletin hayat ve istiklal hakkını yok etmeyi vaat ederken…. Mensup olduğumuz milletin elinden her türlü silahın alındığı böyle bir tarihte bize ümit telkin edebilecek yalnız bir yol ve bir vasıta vardı. Bu da zinde ve namaglûp bir maneviyat ve imandı… Bu aradığımızı milletin dimağ-ı mütefekkiri olan Darülfünunun büyük ilim kürsülerini işgal eden büyük hocaların şahsiyetlerinde bulabileceğimiz emindik… Hocalarımızdan bir kısmı babanın teselli verici ve ümit ahşedici vasıflarıyla bunu tahakkuk ettiler… Hocalarımızın birkaç tanesi, diğer arkadaşlarının necip ve hayırhah yollarından döndüler. BU zevatın bütün derslerinde talebe, ümidin zaman zaman kırıldığını, ümitsizlik ve çaresizliğin maneviyatı biraz daha istila ettiğini duyduk. Çünkü onlar kendilerinin ve talebenin mensup olduğu cemiyetin din ve millet gibi en kutsi ve en ulvi mefhumlarına karşı itinasızlıkta bulundular… Binaenaleyh ey saygı sahibi hocalarımız sizlere arz ederiz ki, bu andan itibaren artık talebe onlardan ilim almayacaktır. Onlara tabi olmayacak ve onların yolundan gitmeyecektir.’
Bu duygu ve düşünceler etrafında gelişen Darülfünun Grevi, 1922 yılının mart ayı sonunda başlayacak ve yaklaşık üç aylık bir direnişin ardında, adı geçen kişilerin üniversiteden uzaklaştırılmasının ardından başarıyla sonuçlanacaktı.”[12]
HALİDE EDİP HANIM (ADIVAR)
Çağdaş Türk Edebiyatının ünlü yazarlarından olan Halide Edip Adıvar 1882 yılında bazı kaynaklarda 1884 yılında İstanbul’da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Kolejini bitirdi. Okulda edindiği Amerikan kültürü ileriki zamanlarda onu ABD Mandacısı olmasında önemli bir etkendi.
Matematik öğretmeni Salih Zeki ile evlendi. İlk yazılarını Halide Salih adıyla yayınladı. İkinci Meşrutiyetin ilanı ile birlikte ateşli bir kadın hakları savunucu oldu. 31 Mart olayında yobazların boy hedefi olduğu için Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. Kısa bir süre Mısır’da kaldıktan sonra İngiltere’ye geçti ve olaylar yatıştıktan sonra İstanbul’a döndü. Çeşitli okullarda öğretmenlik yapan Halide Edip Hanım, çok eşli evliliğe karşı olması nedeniyle, kocasının ikinci bir kadınla evlenmesini kabul etmeyerek boşandı ve Halide Edip ismini kullanmaya başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkide olan Halide Edip, Türk Ocağı çalışmalarına katıldı.
Dr. Adnan Adıvar ile 1917 yılında evlenen Halide Edip Hanım, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde, Batı Edebiyatı dersleri vermeye başladı.
Amerikan kültürü etkisinde olan Halide Edip Adıvar, Mondros Mütarekesinden sonra Wilson Prensipleri Cemiyetinin kurucularındandır. ABD mandasının Türkiye’ye liberal ekonomi modelini ve düşünce özgürlüğünü getirebilecek tek güç olarak kabul ediyordu.
Yunanın İzmir’i işgali sonrası Sultanahmet’te düzenlenen protesto mitingindeki ateşli konuşması onu Milli Mücadele kahramanları arasına soktu.
“Halide Edip Hanım, Mustafa Kemal Paşa’ya mektubunda, kısa zaman için Amerikan mandasını isterken ‘İzzeti nefsimizden/onurumuzdan epeyce fedakârlık yapmak mecburiyetindeyiz’ diyordu. Bunu söyleyen kadın kısa zaman sonra, İstanbul işgal edilince Sultanahmet’teki o görülmemiş, muhteşem mitingde bütün İstanbul’u ayağa kaldıracak, Mustafa Kemal’den hemen sonra kocası değerli devlet ve fikir adamı Dr. Adnan Adıvar’la Ankara’ya gelecek ve milli mücadele liderlerini idam mahkûm eden divanı harp, ilk beş mahkûm arasına onu da katacaktı. Halide Edip’in adı Padişahın da tasdik ettiği idam fermanında, Mustafa Kemal’in isminin hemen altında idi.”(Mustafa Kemal ve Amerika. Cemal Kutay. abm yayınları. Haziran 2014. Sf:53)
İstanbul’un işgali sonrası eşi Dr. Adnan Beyle birlikte Anadolu’ya geçti. Cephelerde görev almak istedi ve aldı. Kendisine önce onbaşı, sonra başçavuş rütbesi verildi.
ABD mandacılığı ve liberal ekonomi modelleri konusunda Mustafa Kemal Atatürk ile ters düştüğünden 1926 yılında ülkeden ayrıldı. Atatürk’ün ölümünden sonra 1939 yılında Türkiye’ye geri dönen Halide Edip Hanım, Üniversite de ders vermeye devam etti.
1950 yılında İzmir’den milletvekili de olan Halide Edip Adıvar’ın, unutulmaz eserleri arasında, Sinekli Bakkal, Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Türkün Ateşle İmtihanı gösterilebilir.
“1955 yılında yazdığı ‘Türkiye’de Şark-Garp ve Amerikan Tesirleri’ kitabının son sayfalarını insan haklarına ayırdı: ‘Vicdan, tefekkür, kelam, neşir’ gibi, kişinin temel hak ve hürriyetlerine saygı istiyor; anayasanın işkence ve eziyeti yasaklayan maddesini hatırlatıyordu. Bir de vasiyeti vardı: Temel hak ve özgürlükler, ilkokul çocuklarına dua gibi ezberletilmeliydi.
Halide Edip, elinden kalemini bırakmadan, iyimserliğini yitirmeden, 80 yaşında öldü.”[13]
İşgalden kurtulan İstanbul’da Türk askerinin gelmesiyle birlikte, Milli Mücadele karşıtı kişiler ve işbirlikçiler İstanbul’dan kaçmışlardır. Kaçamayanlarda sinmiş, fırsat bulduğu her anda Ankara hükümetine tepki koymaya devam etmiştir.
Bu bağlamda 29 Ekim 1923 tarihindeki Cumhuriyetin ilanını müjdeleyen top atışları İstanbul’da tam bir şok yaşatmıştır. İstanbul’un Cumhuriyetçilerinin bayram günü olan 29 Ekim, Saltanat ve Hilafet taraftarlarının matem günüdür. -Günümüzde de öyle değil mi?- Tepkiler gecikmez. Darülfünun uleması “cismani gücü olmayan Ruhani liderliğin iktidarı söz konusu olamaz” derken, İstanbul Barosu “Saltanatsız Hilafet, kanunu olmayan devlet gibidir” diye açıklama yapar.
Prof. Dr. Ergün Aybars, Behçet Cemal’den aldığı alıntıda, Hüseyin Cahit Yalçın’ın ittihatçılığı, Ahmet Emin Yalman’ın Rauf Orbay grubunu, Velit Ebüzziya ve Eşref Edip’in şeriatçı ve hilafetçi grubunu temsil ettiğini söyleyerek; “ ‘Tevhidi Efkar’ yıkıcı ve toplumu karıştırıcı, ‘Tanin’ yapılanları beğenmeyen ve İttihat Terakki devrini savunan meşrutiyetçi çizgide ‘Vatan’ ve ‘İleri’ gazeteleri ise ülke yeniden büyük bir çıkmaza girmiş gibi yayın yapıyorlardı. Özellikle son iki gazete, M. Kemal Paşa’nın Washington gibi bir kenara çekilip, politikadan uzaklaşmasını istiyorlardı. Bu teklif hilafet yanlısı olanlarca desteklenmekteydi,” demektedir.[14]
Bu arada İstanbul’da bulunan Milli Mücadeleye katılan kişilerin de eleştirel yaklaşımları, İstanbul basını tarafından derhal manşetlere taşınır. Rauf Orbay’ın; “Cumhuriyet aceleye getirilmiştir. Önce iyi düşünüp doğru dürüst bir Anayasa yapılmalı, rejim değişikliğine ondan sonra gidilmeliydi. Çünkü her Cumhuriyet kayıtsız şartsız ulusal egemenlik değildir. Ama her ulusal egemenlik zaten kayıtsız şartsız cumhuriyettir” sözü İstanbul basını tarafından manşetlerde yer alır. Zaten Cumhuriyetin ilanından iki gün önce Ali Fuat Paşa’nın Cumhuriyet ile ilgili beyanları da kullanılmıştır. Ali Fuat Paşa “Vatan” gazetesine verdiği beyanda; “Bugünkü Hükümet şeklini, Büyük Millet Meclisi hâlihazırıyla kabul etmiş ve bu hükümet –yani Büyük Millet Meclisi Hükümeti- tarzına tebaan ifayı vazifeye başlamıştır. Binaenaleyh fikrimce bu hususta, yani Teşkilatı Esasiye Kanununu tadil veya Hükümet şeklini tespit ederken, yapılacak tadilatı iyice düşünmek ve bilhassa bunun zamanı gelip gelmediğini dikkat nazarına almak lazımdır. Böyle tadilata lüzum görüldüğü takdirde, bunun için Meclisin üçte iki ekseriyetinin lazım olduğu da unutulmamalıdır.”[15]
Cumhuriyetin İlanı üzerine İstanbul’un tepkisi devam ederken, bu arada Halife olan Abdülmecit’in istifa edeceği söylentileri yayılır. Saltanatçı ve Halifeci, İstanbul Barosu reisi (Başkanı) Lütfi Fikri Bey, 10 Kasım 1923 tarihinde Halifeye açık mektup diye bir açıklama yayınlar ve Halifenin istifa etmemesini ister. Yine “Tanin” gazetesinde Hüseyin Cahit Bey, 11 Kasım 1923 tarihinde “Şimdi de Hilafet Meselesi” başlıklı yazısında, Hilafetin kaldırılmasına karşı olduğunu söylerken, Büyük Millet Meclisinin de Meclis dışında alınan kararların tescil makamı olduğunu iddia eder.
“Hilafet bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye Devletinin İslam âlemi içinde hiçbir ehemmiyeti kalmayacağını, Avrupa Siyaseti gözünde de en küçük ve kıymetsiz bir hükümet yerine düşeceğimizi anlayabilmek için büyük bir dirayete lüzum yoktur. Milliyetperverlik bu mudur? Hakiki milliyet hissini kalbinde duyan her Türk, Hilafet makamına dört elle sarılmak mecburiyetindedir. Arkadan arkaya verilmiş bir karar karşısındayız. Millet Meclisinin bu kadar kayıt altında kaldığını, hariçte verilen kararları sadece tescil mevkiine indirildiğini görmek cidden elim oluyor.”[16]
Hintli Müslümanların ileri gelenlerinden İngiliz yanlısı Ağahan ve Emir Ali’nin, Başbakan İsmet İnönü ve İstanbul basınına yolladığı halifeliğin kaldırılmaması gerektiği üzerine eleştirel açıklamanın, Tanin, İkdam ve Tevhidi Efkar gazetelerinde yayınlanması bardağı taşırır ve Büyük Millet Meclisi İstanbul’a Topçu İhsan Bey (Cebelibereket milletvekili) başkanlığında İstiklal Mahkemesini yollar. İstanbul İstiklal Mahkemesinin üyeleri de Refik Bey (Konya milletvekili), Asaf Bey (Hakkâri milletvekili), Cevdet Bey’den (Kütahya milletvekili) oluşturulur. Savcılık görevini de Saruhan Milletvekili Vasıf Bey (Çınar) seçilmiştir.
Gazeteciler tutuklanır ve vatana ihanet suçundan yargılanır. Sonuçta hepsi beraat eder. İstanbul Baro başkanı Avukat Lütfi Fikri Bey’de beyanatları nedeniyle tutuklanır ve yargılama sonrası beş yıl kürek cezasına çarptırılır. Mahkeme Başkanı İhsan Bey bu karara katılmaz, muhalefet şerhi koyar ve af için çalışacağını söyler.
Halifeliğin kaldırılması sonrası, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa ve Refet Paşa’nın istifası üzerine İstanbul basını da Mustafa Kemal ve İnönü Hükümetini sürekli şekilde eleştirmektedir. Mustafa Kemal Nutuk’ta o zamanın basınından da şöyle söz ediyor:
“Vatan gazetesinin 5 Kasım 1924 tarihli sayısındaki, başyazıda, hükümeti eleştirenler ve muhalif duruma geçenler göklere çıkarılmakta ve hükümet yanlıları kınanmaktadır. Başyazar ‘daha ağzını açmayan, eleştirici adaylarına karşı, her gün kulaktan kulağa yeni bir saldırgan söz fısıldanıyor. Hükümetçi gruptan kime rastlarsanız o gün verilen gizli emirde bulunan sözleri olduğu gibi işitirsiniz.’ dedikten sonra sözlerini doğrulamak için birtakım örnekler sayıyor ve: ‘Körü körüne emre uymayan, gerçeği gören ve söylemek isteyen kişileri, başlangıçta susturmak için her araca başvuruyorlar’ ve: ‘Keyfe göre yönetim, doğal ve kararlı durumun üstünde bir etmen niteliğini sürdürüp gidecektir.’ diyor.
Efendiler, yazar ‘gizli emir’ ve ‘keyfe göre yönetim’ deyimleriyle, millete neyi haber vermek istiyordu? Gizli emirler veren, keyfine göre yönetim yürüten kimdi? Bu kapalı deyimleri kullanan yazı sahibi, en sonu, bize, ‘iki yanı, yan tutmadan, bir hakem gibi çağırıp dinlemek, cumhurbaşkanlığının en ince ve önemli görevidir’ öğüdünü veriyor. Bu görevin hemen yerine getirilmesini istiyor ve çünkü ‘yarın pek geç olabilir’ diye gözdağı veriyor.
Bir gün sonra, benim yılbaşı nutkumdan söz eden bu yazar, ‘eleştiri eğilimi gösteren en özgür düşünceli vatandaşları, zaman, zaman, susturmaya çalışan tekelci bir politik yöntem, gelişip ilerlemek için, ezici, bir cehennem durumundadır.’ cümlesiyle izlediğimiz yöntem için, pek haksız ve kıyıcı bir karalamada bulunuyor ve ‘u¤ursuz gidişin belirli bir noktada durdurulması, yeni bir çığır açılması gerekir’ diyerek, bize, bir daha görevimizi hatırlatıyordu.
Vatan yazarı, bir gün sonra yazdığı ‘Sokaktaki Adam’ başlıklı başyazısını ‘İnşallah iyi olur; demekten başka yapacak şey kalmamış gibi görünüyor.’ cümlesiyle bitiriyordu.
8 Kasım 1924 tarihli Vatan gazetesinde yayımlanan, bir Ankara telgrafında: ‘Meclis, yüksek görevlerde bulunanlar uygun bulmadıkça, hükümeti düşüremeyecektir’ biçiminde, büyük harflerle dizilmiş izlenimler ve ‘Rauf Bey, dünkü nutkunda, gensoru dışında önemsiz şeylerden söz etmekle, gensorudan yana olanların durumunu ve gensorunun etkisini azalttığı› söylenmektedir’ gibi haberler vardır.
Vatan gazetesinin, gensoru işini izlemek için özel olarak gönderdiği habercisi, izlenimlerinde olayları pek doğru yansıtamıyorsa da, gensorunun etkisinin, azalması nedeniyle ilgili olarak verdiği haberde aldanmış görünmüyordu.
Efendiler, Tevhidi-efkârın başyazarı da, bir sürü başyazılarla, muhalefeti destekliyor ve özendiriyor ve kendini savunan hükümetin ve hükümeti tutan mebusların, kendini savunmalarını ve söz söylemelerini bile istemiyordu. Bu başyazar diyordu ki: ‘Mecliste, hükümeti tutan böyle, her önemli işi, gürültüye boğmak eğlencesini sürdürerek eleştiricileri susturdukça, İsmet Paşa hükümeti hiç kuşkusuz güvenoyu alacaktır. Ama bu güvenoyunun gerçek niteliği, olsa olsa küçük bir sandığın içine çok sayıda beyaz kâğıt atılmış olmasından ibaret olarak kalacaktır.’ Bu boş sözler üzerinde, durmaya gerek yoktur.
Biraz da, Tanin gazetesine bakalım. Taninin, ‘Politik Mayalanmalar’ başlıklı bir başyazısında ‘Kurtuluş savaşında büyük yararlılıklarıyla sivrilmiş saygı değer ve güvenilir kimi kişiler arasında bir işbirliği başlangıcı oluştuğu’ haber alındığından ve ‘Halk Partisiyle ve hükümetle yakın ilişkisi olan basının’ bu haberleri pek hoş olmayan bir biçimde karşılamalarından ve yorumlamalarından’ ve ’daha şimdiden gelecekteki partiyi gözden düşürecek yolda düşünceler ileri sürmeye’ kalkışılmasından söz edilmektedir. Yazıda, program işine değinilerek, Halk Partisinin programı olmadığı belirtildikten sonra “Biz Halk Partisini hiç beğenmiyoruz. Ama Halk Partisinin ilkeleri adına söylenen ve görülen şeyleri tümüyle benimsiyoruz.’ deniliyor ve Halk Partisi ilkelerinden ne anlaşıldığı açıklanıyor ‘Ama, acaba, gerçekte de böyle midir?’ sorusu ortaya atılıyor. Yazar, bu soruya olumsuz cevap veriyor ve ‘Karşımızda böyle bir yenileştirme ve düzeltme partisi görmeyi gönlümüz istediği için, Halk Partisini bu dediğimiz biçimde hayal ediyoruz.’ diyor. Ondan sonra, yazar, şunları söylüyor:
‘Halk Partisinin programı ve sözleri başkadır, tuttuğu yol başkadır. Halk Partisinin, demokratlığı dudaklarındadır.’ Bu düşüncenin sahibi, birinci cümlesiyle, demek istiyorsa ki Halk Partisi, Cumhuriyet ilân edeceğini, halifeliği kaldıracağını programına yazıp duyurmadı ve söylemedi; ama yaptı; doğrudur. Ancak, ikinci cümle ile Halk Partisi için söylediği doğru değildir. Yazar, hükümete karşı olanların, iktidara geçmek istemelerinin uygunluğunu kanıtlamak için, kullandığı birçok sözlere şunu da ekliyor: -‘Vatan yararına çalışmak, yalnız iktidardaki kişilere – Tanrının – tekel biçiminde bağışladığı bir erdem midir?’
Tanin başyazarı 4 Kasım 1924 tarihinde, yazdığı Ordu ve Politika başlıklı bir başyazıda, şu düşünceleri ileri sürüyor: ‘Hükümet biçimi cumhuriyettir. Ama hükümetin yalnız adını değiştirmek hiçbir yarar sağlamaz. Asıl değiştirilmesi gereken nokta işin özüdür, ilkeleridir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri dışında Amerika’da yirmi kadar memleket vardır ki hepsinin de adı cumhuriyettir. Dahası hep zencilerden oluşan Haiti bile bir cumhuriyet idi. Ama buralarda cumhuriyetin zorbalar hükümetinden farkı pek azdır. Soydan gelen bir devlet başkanı yerine, zorla Cumhurbaşkanlığına çıkmış bir zorba görürüz. İşte bu kadar. Cumhurbaşkanı şanını taşıyan zorba, egemenliğini dilediği gibi yürütür. Bir fırsatçı devlet başkanı gibi kendi istek ve dileğinden başka bir kanun tanımaz.’
Tanin başyazarı, bu Amerika cumhuriyetlerinden fiiliyi bir yana bırakarak öbürleri için diyor ki: ‘Hiçbirisi, bugün, gerçek cumhuriyet adını taşıyacak nitelikte değildir. Çünkü demokrasiye… dayanmıyorlar.’; ‘Cumhuriyet adı altında saltçı hükümetin, egemenlik sürmesi, başkanlarının asker olması yüzündendir.’
Burada, biraz durmak isterim. Efendiler, bu yazı, milletvekili olan komutanların, milletvekilliğinden çekilmeleri üzerine ve o ilişkiyle yazılıyor. Ama öyle bir zamanda yazılıyor ki, ordularımızın müfettişleri, orduları bırakıp hükümeti düşürmek için Meclise gelmişlerdir ve bu yazar, onların iktidara geçmek istemelerinin uygunluğunu kanıtlamak için, daha bir gün önce, sütunlarca yazı yazmıştır. Cumhuriyetin saltçı hükümetten farksız olabileceğine örnekler
veren ve buna, demokrasiye dayanmamanın neden olduğunu söyleyen yazar, ‘hükümet partisinin demokratlığı dudaklarındadır.’ diyen kişidir. Bunun böyle olması ‘başkanların asker olması yüzündendir.’ diyen kişi, Türkiye Cumhurbaşkanının da bir asker olduğunu bilen kişidir. Bu kişidir ki, bazı askerleri; asker olan Türk Cumhurbaşkanı ve asker olan Türk Başbakanı ile karşı karşıya getirmek için büyük çaba harcıyor ve sonra sevmediği tarafın yıkılmasını, millete gerekli gösterebilmek için, sözde, incelenip ders almaya yarar örnekler veriyor ve ‘hangi General yanına daha çok haydut toplayabilirse, cumhurbaşkanlığına o geçer’ ve ‘ordu komutanları, haydut başları birbirleriyle çarpışarak, cumhurbaşkanlığını zorla ele geçiriyorlar.’ diyor.
Efendiler, bu ve buna benzer sözlerin, ne amaçla ve ne duyguyla yazıldığını kavramamak ve bu tür yayımların Meclis üyelerinde ve kamuoyunda bırakacağı olumsuz ve zararlı etkileri anlamamak, olamaz. Gerçekten, bu karıştırıcı bozucu etkiler üzülerek söylüyorum, edimli olarak yansımıştır. Refet, Kâzım Kara Bekir ve Ali Fuat Paşaların, Millî Savunma Komisyonuna seçilmemiş olduklarına üzülen o cumhuriyetçi yazar, bu defa da, ordu komutanlarının, ordulara etki yapabilecek bir kurula seçilmemiş olmasını iyi bulmuyor. Bu noktada, pek sevdiğini anlatmak istediği demokrasiyi örnek tutmaktan bile vazgeçiyor. Bu düşünceleri içeren cümleleri, hep birlikte okuyalım.
‘Politika işleri’ başlığı altında yazılmış yazılar arasında ‘Millî Savunma Komisyonu, Millet Meclisinin hemen hemen en az siyasî olan, dahası politika işleriyle hiç ilgisi bulunmayan bir çalışma alanıdır.’ cümlesi okunur. Yazar, bu cümle ile, Meclise giren, ordu müfettişlerinin, politika ile ilgisi bulunmayan alanda çalışmalarına neden ve ne için meydan verilmedi; demek istiyor. Buna, şu yolda, yanıt verilebilir. Çünkü gerçekten, Millî Savunma Komisyonu politika işleriyle ilgisi bulunmamak gereken, bir çalışma alanı ise, oraya, salt, politika işleriyle uğraşmak amacıyla meclise gelmiş olanları sokmakta sakınca olduğu için.
Yazar, bu cümleden sonra yazısını sürdürerek diyor ki: “Burada, vatanın namus ve bağımsızlığını savunacak orduyu, yönetmeye, iyileştirmeye, düzenlemeye ve daha ileri bir duruma getirmeye yarayacak kanunlar yapılacaktır. Politikacılık tutkusuna kendilerini kaptırmayıp da, yalnız vatanı düşünenler için bu görev, askerlerin en ileri gelenlerinden, en yetenekli olanlara verilmek bir yurtseverlik borcudur.’
Efendiler, öç alma duygusu ve politik tutku, bir insanın kafasını ve gönlünü kararttığı zaman nasıl konuşur, buna bir örnek ister misiniz? İşte, buyurunuz, aynı yazarın, şu sözlerini dinleyiniz:
‘Halk Partisinin, İsmet Paşa Hükümetinin, memlekete gösterdiği çirkin yüz. Kişisel tutkularına bu denli tutsak kalan önderler, ulusal bir parti kurmaya, milleti temsil etmeye kalkışamazlar.’
‘Gelecek günlere bağladıkları umutla kaynayıp coşan gençler, taze ve temiz canlarını: memleketi kurtarmak için bağışladılar. Memleketi; kendilerinden ve tutkularından başka bir şey düşünmeyen politikacılar elinde oyuncak yapmak için değil.’
Gerçeğin tam tersini söyleyen bu yanıltmacı bu kof yazının yazarı, kurduğumuz partiyi ve bizim hükümet kurmakla görevlendirdiğimiz İsmet Paşanın ve hükümetinin, yüzünü çirkin görüyor ve gösteriyor.
Efendiler, bizim yüzümüz, her zaman, ak ve temizdi ve her zaman ak ve temiz kalacaktır. Yüzü çirkin, olanlar vicdanları çirkinliklerle dolu olanlar, bizim yurtsever, vicdanlı ve namuslu davranışlarımızı, bayağı ve çirkin tutkuları yüzünden, çirkin göstermeğe kalkışanlardır.”
Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul’a ancak 1 Temmuz 1927 tarihinde gelmiş ve üç ay kalmıştır. Bu arada 1927 yılı milletvekilliği seçimleri olmuş, Üsküdar’da çıkan büyük yangını görmüştür. Çeşitli kesimlerden ziyaretine gelenleri kabul eden Atatürk, aynı zamanda “Nutuk” adlı yapıtı da Dolmabahçe Sarayında tamamlamıştır.
PROTESTO MİTİNGLERİ
Milli Mücadele döneminin genel bir görüntüsünü çizdiğimiz İstanbul’a biraz da farklı bir açıdan bakalım. İstanbul’da İzmir’in işgaliyle birlikte başlayan protesto mitingleri önemlidir. 17 Mayıs 1919 tarihinde Darülfünun/İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin konferans salonunda öğrenciler geniş katılımlı bir toplantı düzenlemişler, 18 Mayıs gününü de “Milli Matem Günü” ilan etmişlerdi. Öğretmenlerle birlikte yaklaşık 4.000 kişi bu konferansa katılmıştı. Çeşitli fakültelerin hocalarının da konuştuğu bu konferans oldukça heyecanlı ve coşkulu geçmiştir. Ayrıca bu konferansta Fatih mitinginin pazartesi günü yapılmasına karar verilmiştir.
İlk miting 19 Mayıs 1919 tarihinde Darülfünun/Üniversitede alınan karar gereğince Fatih’te yapıldı. Yaklaşık 75.000 kişinin katıldığı, Türk Ocağı ve Öğrenci derneklerinin birlikte düzenlediği mitingde insanlara siyah rozetler dağıtılmıştır. Mitingde Halide Edip Hanım bir konuşma yapmıştır. Profesör Selahaddin Bey’in önerisi ile Sultan Vahdettin’le görüşmek üzere üç kişilik bir heyet seçilmiş, Padişah bu heyeti “rahatsız olduğunu“ söyleyerek kabul etmemiştir.
20 Mayıs’ta Üsküdar’da bir miting düzenlenmiştir. Bu mitinge yaklaşık 30.000 kişi katılmıştır. Üniversite gençliği tarafından Anadolu yakasında yaşayanlar şu davetiye ile mitinge davet edilmiştir.
“Memleketimizden her gün bir parça düşman ayakları altında çiğnenirken biz Türk ve Müslümanlar bu aziz topraklarımızı kurtarmak çarelerini düşünüyoruz. Bunun için bütün İslam namını taşıyan kardeşler ve hemşirelerimizin bu gün saat üçte Üsküdar Parkı’na gelmelerini bekliyoruz. Üniversite Gençliği”[17]
22 Mayıs’ta Kadıköy’de büyük bir miting düzenlenmiştir. Havanın yağmurlu olmasına karşın yine de yaklaşık 30.000 kişi bu mitinge de katılmıştır. Bu mitingin organizasyonunda da Üniversite Gençliği aktif rol oynamıştır. Öğretmen Saime (Asker) Hanım bu mitingde konuşma yapmış ve sonra bu konuşma nedeniyle tutuklanmıştır.
SAİME HANIM (ASKER SAİME)
Milli Mücadele’ye fiilen katılan cephede savaşan kahraman kadınlarımızdandır. Asker Öğretmen ya da Asker Saime ismiyle bilinmektedir. Saime Hanım Darülfünun’da öğrenci iken 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgali dolayısıyla 22 Mayıs 1919 tarihinde Kadıköy’de düzenlenen mitingde bir konuşma yapmış ve bu konuşmadan sonra da tutuklanmıştır. Bir fırsatını bulup kaçan Saime Hanım derhal Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katılmıştır.
“Milli Mücadele’de Batı Cephesi’nde görev almış, özellikle cephe gerisinde ve istihbarat işlerinde önemli başarılar göstermiştir. İzmit’te bir görev esnasında yaralandıysa da belli etmeden vazifesini yerine getirmiştir.”[18]
Katıldığı bir çatışmada yaralanmıştır. Savaştaki hizmetlerinden dolayı İstiklal Madalyası ile onurlandırılmıştır. Savaştan sonra ise İstanbul Kız Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak görev yapmıştır.
Feyziye Abdullah Tansel, 1927-32 yıllarında İstanbul Kız Lisesi öğrencisiyken Münevver Saime Hanım’ın kendi öğretmeni olmadığını ancak Türkçe dersi okuttuğunu hatırlamaktadır. Onun; “Epeyi iri yarı, kumral, allıksız, pudrasız, daima kısa topuklu iskarpin ve kostüm giyen, belki askerlikten kalma bir alışkanlık olarak ceketinin beline geniş bir kemer takan, saygı değer ve sevimli bir hanımefendi” olduğunu yazmaktadır.”[19]
Milli Mücadele’deki kahraman gazi kadınlarımızdan Saime Hanım 1951 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.
İstanbul mitinglerinin en görkemlisi 23 Mayıs Cuma günü Sultanahmet’te düzenlenen mitingdir. Yaklaşık 200.000 kişi katılmıştır. Mitinge asker sivil her kesimden insan katılmıştır. Cami önüne konulan kürsü siyah örtüyle kaplanmış, ön yüzüne Wilson prensiplerinin 12. Maddesini hatırlatan bir yazı yazılmıştır. Mitingde şair Mehmet Emin (Yurdakul) Bey, Halide Edip Hanım gibi pek çok iyi hatip konuşma yapmıştır.
Bir hafta sonra Sultanahmet’te yaklaşık 100.000 kişinin katıldığı ikinci bir miting daha yapılmıştır. Lise ve Üniversite öğrencilerin ağırlıklı olarak katıldığı bu mitingde de önemli konuşmalar yapılmış, İzmir’in işgalinin kabul edilmediği, İzmir’in Türk yurdu olduğu afiş ve dövizlerle dünya kamuoyuna duyurulmuştur. Mitinglerde yapılan konuşmalar Milli Mücadele fikrinin yurttaşlarda oluşmasına ciddi katkı sağlamıştır.
21 Mayıs tarihinde Hürriyet ve İtilafçılarda bir karşı miting yapmaya kalkmışlardır. Ancak fazla kalabalık toplayamadıkları gibi, mitinge gelenler konuşmaları beğenmeyip alanı terk etmişlerdir. “21 Mayıs. Bugünkü mitinge Halim’le beraber gittik. Halkı ilgilendiren memleket meselelerinden konuşma yapmadıklarından ve memlekette husule gelmiş ve halkın zihnine tamamen yerleşmiş bulunan İngiliz aleyhtarlığına, kin ve düşmanlığına rağmen ve devletin çok lehinde konuşmaya devam ettiklerinden, mitingde bulunan halk yavaş yavaş dağılmaya başladı. Nihayet bir iki bin kişiden ibaret az bir kalabalık kaldı. Milliyetçilerden birkaç tane taşkın, Rıza Tevfik konuşurken ‘Sus’ diye bağırdılar.”[20]
Sultanahmet’te yapılan üçüncü büyük miting Meclisi Mebusa’ın açılmasından bir gün sonra 13 Ocak 1920 tarihinde yapılmıştır. Bu mitinge de yaklaşık 160.000 kişi katılmıştır. Veliaht Abdülmecit Efendi’nin de katıldığı mitingte konuşan, öğretmen Nakiye (Elgün) Hanım’ın “Fatih’lerin, Yavuz’ların türbelerini bırakıp gidecek bir erkek var mı içinizde?” sözü gazetelere manşet olmuştur.[21]
İSTANBUL’DAKİ ULUSAL DİRENİŞ ÖRGÜTLENMESİ:
Topkapı Semti: Alta yer verdiğimiz İstanbul’un işgali üzerine harekete geçen ilk semt Topkapı olmuştur. Harbiye Nezaretinin kütüphanesinde çalışan piyade Yüzbaşısı Emin Ali Bey ve Kasımpaşa Bahriye İtfaiye taburu bölük komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey işgale karşı ilk karşı çıkan subaylar olmuştur. Serezli Ahmet Niyazi, Gözlüklü Cemal, topçu teğmen Muhlis Bey, Jandarma bölük komutanı Yüzbaşı Giritli Enver Bey, Emin Ali Bey’in kardeşi piyade Binbaşısı Şevket Bey bu gruba katılmıştır. Topkapılı Mehmet Bey ise bu grubun en gözde elemanı idi. Bu gruba sonra pek çok kişi de katılmıştır.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası elemanları, İngiliz gizli servis elemanları ile birlikte Topkapı’da karşı saldırıya geçmişler ve yoksul halka çeşitli ayni yardımlarda bulunmaya başlamışlardır. “Topkapı Fıkra Perver Cemiyeti”’ne, görünüşte Hürriyet ve İtilaf Fırkası daha doğrusu İngiliz gizli servisi tarafından günde elli kuruşluk kurbanlık koyun verilmeye başlanmıştı. “Milli Teşkilat kurucuları ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası ileri gelenlerinin İngilizlerin yardımıyla çarpıştıkları en mühim saha, Topkapı idi”[22] Hafız Kemal Bey, Eyüpsultan’da ilk ulusal direniş örgütünü kuran kişiydi. Reşadiye okulunun müdür yardımcısı Fikri Bey, Fizik öğretmeni Murtaza Bey, Eyüpsultanlı Şahap Bey, Terlikçi Hüseyin, Feshane fabrikası ustabaşlarından Kazak Mehmet, Jandarmadan emekli Said Bey bu direnişin ilk aktif üyelerindendir.
Bakırköy Semti: Bakırköy’de Ulusal direnişi başlatanlar, Binbaşı Cemal Bey, Bakırköy Eczanesi sahibi Hulusi Bey, Eczacı İlhami Bey, Süvari Kaymakamı Hacıkadınlı Arif Bey, Sapancalı Rıza Bey, Talat paşa’nın muhafızı serkomiser Arnavut Cavid beylerdi.
Kadıköy Semti: Şeyh Münib Efendi ile oğlu Yusuf Efendi, Kadıköy’de ulusal direnişi kurmuşlardır. Bu kişilere Edebiyatçı Samih Rıfat Bey, Ali Rıfat Bey, katip Nahit Bey, Nafiza memurlarından Ali Bey, Sadrazam Ahmet İzeet paşa’nın yaverlerinden piyade Yüzbaşısı Naci Bey, Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin damadı ve Mason locası üstadı Operatör Doktor Cemil Paşa, Kaymakam Hüsamettin Bey, Mason Hakkı Şinasi Paşa, eczacı Nizamettin Bey, Doktor Necmettin Rıfat Bey, Doktor Hayri Bey ve eşi Hayriye Henımfendi ile oğlu Said Karaosman Bey, Tüccar Kocabaş Arif Bey, Didar Hanımefendi, Hakim Suphi Bey, İstanbul Maarif/Milli Eğitim müfettişlerinden Hasib Bey, Bektaşi İbrahim Mihrabı Baba, Avukat Ramiz Bey de katılmış ve çalışmalarda bulunmuşlardır.
Çengelköy Semti: Ulusal direnişe ilk katılan semtlerdendir. Binbaşı Bahattin Bey, Askerlik Şubesi başkanı Piyade Binbaşı Cemal Bey, İstanbul Gümrük Başmüdürü Nail Bey ve oğulları Hadi Bey, Muhtar Bey ve Fethi Beyler de önemli görevler üstlenmişlerdir. Yine Gümrük memurlarından Enver Bey, Gümrük Muhafaza Baş memuru Cevat Bey depolardaki cephaneleri Korsan Murat’ın teknesine yükletip Anadolu’ya yollamışlardır.
Çengelköy muhtarı Çerkez Alaaeddin Bey, emekli jandarma Yüzbaşısı Zihni Bey, ulusal direniş örgütünün içinde yer almış kişilerdir.
Kasımpaşa Semti: Deniz Binbaşısı Muhiddin Bey Kasımpaşa’da Ulusal direnişi başlatan kişidir. Aynı zmaanda İtfaiye taburunun komutanı olan Muhiddin Bey’e katip kulaksız Tevfik, eczacı Vasıf Bey, Divanıharp savcısı Deniz Binbaşısı Sami Bey, çarkçı kolağası Kasımpaşalı Mehmet Efendi yardımcı olmuşlar ve mücadelede aktif rol oynamışlardır. Depolardaki silahlar yurtseverlere dağıtılıyor ve İtilaf devletlerine sağlam silahlar teslim edilmiyordu.
Beyazıt Semti: Muğlalı Mustafa Bey (Orgeneral Mustafa Muğlalı) Beyazıt, Aksaray, Fatih semtlerinde ulusal direnişi kuran kişidir. Mustafa Bey aynı zamanda “Yavuz Grubu” adı verilen gizli örgütlenmenin de başındaydı. Anadolu’ya geçince bu örgütlenme dağılmıştır. Kaymakam Besim Bey, süvari Binbaşısı Nidai Bey, eczacı Şevket Bey, Kaymakam Hüseyin Hüsnü Emir Bey, Aksaray imamı Tevfik Efendi direnişe aktif katılanlardandır.
Vefa Semti: İstanbul Liman işçilerinden Siirtli Mehmet Ali Çavuş, Arabacılar Kahyası Kazım Bey Vefa semtinde direnişi örgütleyenlerdendir. Galata’daki sandalcılar Kahyası Rizeli Ali Osman’ı da mücadelede çok fazla emeği olan kişilerden sayabiliriz.
Üsküdar Semti: Üsküdar arabacıları ile kurduğu direniş örgütü sayesinde Anadolu’ya silah ve cephane kaçıran Arabacı Kahyası Ethem Pehlivan, Üsküdar’daki direniş örgütünün başıydı. Üsküdarlı Necati Bey de halk arasında ciddi örgütlenmeler oluşturmuştur. Kuzguncukta, direnişe katılanlar, İtfaiye komutanı Yüzbaşı Memduh Bey, Tüccar Selanikli Karakaş İbrahim Bey ve kardeşi Karakaş Refik Bey, Çamlıcalı Hafız Nuri Efendi, İttihat ve Terakki’nin milletvekillerinden Arif Bey, Bektaşi Ali Nutki Baba olmuştur.
Beylerbeyi Semti: Şurayı Devlet/Danıştay katiplerinden Kenan Bey direnişi örgütlemiş ve evinde silah ve cephane saklamış ancak İngilizlere yakalanıp tutuklanmıştır. Bunun üzerine Ulvi ve Hami Beyler görevi devralmış ve Anadolu’ya silah ve cephane kaçırmaya devam etmişlerdir. Divanıharp savcısı Sabri Bey, Binbaşı Sadri Bey, Bakkalbaşı Tevfik Bey ve oğlu İsmail Bey, komodor Nazmi Bey, Abdülhamit’in baş muhafızı Kaymakam Rasim Bey, Katip Salih Bey, Tüccar Edip Bey, Eğinli Kasap Rıza Efendi ve oğlu Halis Efendi, Miralay Mümtaz Bey Milli Mücadeleye katılmış yurtseverlerdir. Beylerbeyi’nde mücadeleye katılanlardan biri de Salih Bozok’tur. Daha sonra Anadolu’ya geçip, Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri olmuştur.
Marangoz Mehmet Usta, Küçük Aslan çetesine yardım ediyordu. Eğinli kömürcü Ali Efendi de, Alemdağ ormanlarından kömür getirme gerekçesi ile serbest dolaşım vesikası elde etmişti ve Milli Mücadele taraftarı çetelerin yiyecek gereksinimlerini karşılıyordu. 15 yaşındaki Berber Yunus Efendi’nin yeğeni küçük Ömer’in İngilizler tarafından yakalanıp, kötü muameleye uğramasına karşın, silah ve cephanelerin yerini söylememesi de unutulmaması gereken bir olaydır.
Anadoluhisarı’nda direnişi Polis müdürlerinden Mazhar Bey ve piyade Yüzbaşısı Reşat Bey gerçekleştirmiştir.
Beykoz Semti: Ulusal örgütü kuranlar, Beykoz eşrafından Mustafa Bey, hakim Rıza Bey, Adliye katibi Salih ve Beykozlu Osman Bey’dir. Anadolu Kavağında ise, direniş örgütünü kuran Kavaklı Fevzi (Çakmak) Paşa’dır.
Sarıyer Semti: Sarıyer Pertevniyal ilkokulu müdürü Aziz Bey, Sarıyer örgütlenmesini yapan kişidir. Aziz Bey’le birlikte hareket eden yurtseverlerde, Dalyan sahibi Yusuf Bey, emekli Binbaşı Sami Bey, Doktor Süreyya Hidayet Bey, öğretmen Kazım ve Hasan beyler, Tüccar İğneadalı Haydar Bey, gazinocu Ahmet Bey, Halim bey, Kilyos muhtarı İsmail Bey, Zekeriyaköylü Mustafa Efendi, Bakkal Yusuf Efendi, emekli telgraf memurları İrfan ve Yaşar beyler, Maden mahallesi muhtarı Ahmet Efendi, Enver Paşa’nın yaveri Süvari Kaymakamı Saffet Bey, Büyükdere muhtarı Rıfat Efendi, Bakkal Ali Bey, Büyükdere polis merkezi baş memuru Yanyalı Mazlum Bey, Avukat Ziya (Karaca) Bey, Avukat Hasan Hayri Bey, Kireçburnulu Hasan Pehlivan, Tarabya muhtarı Mehmet Efendi, İstinye muhtarı Hulki Efendi, tütüncü Süleyman Efendi, Hafız Mehmet Ragıp Bey’dir.
İSTANBUL’UN İŞGALİ
8 Kasım 1918 tarihinde Galata Limanına yanaşan Adrian Gemisinden çıkan iki Fransız subayının ayak basmasıyla İstanbul’un işgaline de başlanmıştı. İçlerinde dört Yunan gemisinin de bulunduğu altmış gemiden oluşan İttifak donanması askerleri 13 Kasımda İstanbul’a çıktılar. Çıkan asker sayısı 2616 asker İngiliz, 540 asker Fransız ve 470 asker İtalyan ordusundandı. İlk iş olarak resmi Kurum ve kuruluşlar kontrol altına alındı. Gemi sayısı aynı gün yetmiş üçü bulurken, birkaç gün içerisinde bu sayı yüz altmış yediye ulaşmıştır.
“2000 İngiliz askeri Beyoğlu bölgesindeki kışlalarla, yabancı okul ve hastane gibi kurumlara, bazı otel ve hususi binalara yerleştiler. Geri kalan İngiliz askeri ise Boğaz ve Rumeli yakasında, Rumeli kavağı, Yenimahalle ve Büyükdere’den Bebek’e kadar uzanan sahadaki karakollara yerleştiler. Fransız askerleri; Beyoğlu, Karaköy, Bebek, Rumeli Kavağı gibi geniş bir bölgeye yerleştirildiler. Keza İtalyan askerleri de Tulumba Sokak’taki eski Hukuk Mektebi binasına ve İtalyan askerleri de Tulumba Sokak’taki eski Hukuk Mektebi binasına ve İtalyan hastanesine yerleştirildiler. İhtiyaç ortaya çıktığında Türklere ait kamu ve özel binaları da işgal edip askerlerini yerleştirmişlerdir.”[23]
İstanbul’a zaman içinde İtilaf devletleri, askerlerini çıkarmaya devam etmişlerdir. İstanbul’da işgalci asker sayısı 35.000 kişiye ulaşmıştır.
Mondros Ateşkes Antlaşması sırasında Osmanlı adına antlaşmayı imzalayan Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) Bey, İngiliz Amiral Calthorge’ye İstanbul’a Yunan gemilerinin gelmemesini istemiş ve Amiralin kabul etmesine karşın, Yunan “Averof Zırhlısının” Dolmabahçe Sarayı önüne demirlemesi manidardı. Amiral Calthorge bununla da yetinmemiş, Averof Zırhlısında bir resepsiyon vererek, Osmanlı Paşalarını da yenik Osmanlı Devletinin başı öne eğik komutanları olarak resepsiyona davet etmişti. Yapılan açık bir hakaretten başka bir şey değildi.[24]
Padişahın baskısıyla istifa eden Ahmet İzzet Paşa yerine Sadrazam olan Tevfik Paşa kurduğu kabine ile İstanbul’un işgaline ses çıkarmadı. Bu zayıflık, İşgal güçlerinin ve yerli azınlığın taşkınlıklarına da neden olmuştur. Meclisi Mebusan’da bulunan İttihatçı mebusların tepkisi üzerine İstanbul Hükümeti 19 Kasım’da işgalcilere silik bir protesto metni yolladı. İki gün sonra İşgal Kuvvetleri Komutan yardımcısı General Brunoust verdiği cevapta, işgalin Mondros Mütarekesinin 1. ve 7. Maddesine dayanarak yapıldığını belirtti.
Padişah Vahdettin, İstanbul halkına yayınladığı bildiride işgal kuvvetleri ile iyi ilişkilere girilmesini ve kesinlikle çatışmaya girilmemesini öğütlüyordu.[25] Bu arada azınlıkların gösterilerinden rahatsız olan Vahdettin, Dolmabahçe Sarayından ayrılmış daha sessiz bir konumda olan Yıldız Sarayına taşınmıştı.
İlk birkaç gün isteklerini Hükümete ileten işgal güçleri, kısa süre sonra hükümeti atlayarak isteklerini doğrudan ilgili dairelerden istemeye başlamışlardır. Yusuf İzzettin Efendi gibi devlet adamlarının konaklarına bizzat el koydular. İstanbul’da her işgalci devlet kendi Yüksek Komiserliğini kurdu. ABD ve Japonya’da İstanbul’da Yüksek Komiserlik oluşturdu. Bu durum işgalciler arasında yetki karışıklığını da oluşturmuştur.
8 Şubat 1919 tarihinde İstanbul’a gelen Fransız General Franchet d’Esperey beyaz bir atla Beyoğlu’nda zafer alayı düzenlemiş, adeta Fatih’in İstanbul’u fethinin misillemesini yapmıştı.
Azınlıklar işgal kuvvetlerinin himayesi altında şımarıyor, asayiş olayları Türkler aleyhine her geçen gün fazlalaşıyordu. “Mütarekenin ardından kendilerini İmparatorluğun dışında bir öğeymiş gibi gören Rumlar kanunlara asla riayet etmeden bir takım Yunan emellerine hizmet eden siyasi cemiyetler teşkiline gitmekteydiler. Hem İstanbul Rumlarının milli hislerini Türk aleyhtarlığı ile tahrik hem de Yunanistan’ın Anadolu’daki başarısı için piyesler, sinemalarda filmler oynatılmaktaydı”[26]
Az sayıda aklıselim gayrimüslim bu işin sonunun iyi olmayacağını da görüyordu. İsmail Hakkı (Sunata) Efendi, anılarında akrabası İbrahim Bey’in komşusu bir Rum/Yunanın İzmir’in işgali üzerine söylediklerini tuhaf bulmaktadır.”İbrahim ağabey, Yunan tebaalı bir Rum’un evinde kiracı. Tesadüfen gazinoda konuştuk kendisiyle. İzmir‘in işgalinin sırf Venizelos’un bir hırsı olduğunu ve bu yüzden Türkiye’de bütün Rumların huzurunu kaçırdığını ve bunun sonunu hiç iyi olmayacağını söylemişti. Yunan tebaalı bir Rum’un bu fikri çok tuhaf geldi bana.”[27]
İngiliz, Fransız ve İtalyan Yüksek Komiserleri, 15 Mart 1920 tarihinde yaptıkları toplantı sonucu 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un açıkça işgal edilmesine karar verdiler. Ertesi gün de işgal başlamış, pek çok masum asker öldürülmüş, İttihatçı mebuslar tutuklanmış, Meclisi-Mebusan basılmıştır. Müttefik devletler İstanbul’da, her tür mali işten, pasaport kontrolü, yerel asayiş birimleri ve sansür komisyonuna kadar çok geniş ve sıkı bir denetim örgütü kurmuşlardır.
İstanbul’da savaş nedeniyle zaten kötü olan yaşam, hızla pahalanmış, enflasyon çok hızlı bir şekilde artmaya başlamıştı. Üretime yönelik hiçbir şey yapmayan Saltanat ve hükümeti, eldeki gelir kaynaklarını da işgal güçleri kontrol altına aldığı için zorunlu giderlerini sürekli zam ve vergi koyarak sağlamaya çalışıyordu. Yabancı bankalar ve özellikle Atina Bankası, Türklerin mallarını almak isteyen Rum/Yunanlılara kredi açıyordu. Türkler İstanbul’daki mallarını satarak Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardı.
“İngilizlerin Ortadoğu’daki kazanımlarına karşılık İstanbul’da etkili bir pozisyonda olmayı bekleyen Fransızlar uğradıkları hayal kırıklığının etkisiyle Milli Mücadele Hareketi ile yakınlık kurmaya başladılar. Shaw başta olmak üzere birçok tarihçi İstanbul ve Çanakkale’de bulunan, Fransız personelinin nöbet beklediği depolardan mühimmat kaçırılmasının, İngiliz-Fransız rekabetinden kaynaklandığını ileri sürmektedir. Yine Akdeniz’de bulunan Fransız Filosu Kumandanı Ferdinand J. De Bon ve istihbarat subayı Lt. H. Rollin’in Anadolu’yu dolaşarak, Mim Mim, Felah ve diğer milli örgütlere İngiliz–Yunan hareketi hakkında bilgi verdiklerine dair ciddi iddialar ortaya atıldığı halde bunlar hala çürütebilmiş değildir. Bu tür iddiaların doğru kabul edilmesi halinde, Fransız Hükümeti’nin Türklere karşı nefreti ile tanınan d’Esperey’i merkeze çekmesinde İngiltere’nin baskıları kadar Fransa’nın politikalarında yaşanan değişikliğin de etkili olduğu ortaya çıkacaktır.
D’Esperey görevden alındıktan sonra İstanbul’un işgali ile ilgili operasyonların İstanbul’un fiili başkumandanlığını ele geçiren Milne’nin kumandasında yapılması Fransız Hükümeti’ni rahatsız etti. Bir süre sonra Milne’nin yerine İstanbul İtilaf Orduları Başkumandanı rütbesi ile General Harrington atandı.”[28]
Yunanlılar Ayasofya Camisinin Kiliseye çevrilmesi için işgal yönetimine başvurmuşlardır. Osmanlı Genelkurmayı, İstanbul Hükümeti ile birlikte camilere savaştan dönen askerleri yerleştirmişti. Bunun bir amacı zor durumda kalan veya terhis edilip memleketine gidemeyen askerler için konaklamayı sağlamak olurken diğer yandan İtilaf devletleri askerleri ya da şımarık azınlıkların camilere yönelik tacizlerine engel olmaktı. Ayasofya içinde bu tedbir alınmış ve camiye askerler yerleştirilmişti. İki yüze yakın askerler silahlarıyla birlikte Ayasofya’nın bahçesinde ve çevresinde bulunuyordu. İşgal yönetimi bu askerlerin buradan zorla çıkartılması sırasında Ayasofya’nın tarihi dokusuna zarar verebileceği düşüncesiyle Yunanlıların ve Rum Ortodoks Patriğinin isteklerini geri çevirmek zorunda kalmıştır.
Bir ara düşman askerleri Ayasofya üzerine yürüyüp Türk askerlerini çıkarma girişiminde bulunmuş, ancak nöbetçi Trablusgarplı Hacı Ammara adında bir teğmen, derhal askerlere süngü taktırıp savunma tertibatı alınca son anda düşman askerlerinin başındaki subay askerleri divan yoluna sevk etmiştir. Bunun üzerine cami içindeki askerlerin teslim olmayacağı da anlaşılmıştır. Ancak bu durum üzerine genç teğmen Hacı Ammara, daha sonra tutuklanıp Bekirağa Bölüğü’ne yollanmıştır.[29]
Milli Mücadele döneminde Patrikhane ile ilgili bir paragraf açma zorunluluğu ortadadır. Mütareke dönemi ile birlikte Yunanistan Başbakanı Elefteros Venizelos, Türkiye’ye yönelik girişimlerinde Fener Rum Patrikhanesini her zaman kullanmaya çalışmıştır. Venizelos ilk iş olarak Karamanlı Patrik Germanos Kavakopulos’un değişmesini sağlamıştır. Pasiflikle ve Osmanlıcı olmakla suçlanan patriğin eleştirilere dayanamayıp sağlık sorunlarını bahane ederek 26 Ekim 1918 tarihinde istifa etmesinden sonra yerine vekil olarak Bursa Metropoliti Dorotheos Mameris görevlendirilmiştir. Mameris Ruhani Meclis’in kapsamını genişleterek, Osmanlının içinde Yunan devletinin savunucusu olmuştur. “16 Mart 1919’da patrikhane Meclisi, Türkiye’deki Rum topluluğundan, Osmanlı hükümeti ile ilişkilerini kestiğini, Osmanlı devletinin yapacağı seçimlerde oy kullanmamalarını, Türkçe öğrenmemelerini, devlet dairelerindeki görevlerinden istifa etmelerini istedi. Bu tarihten sonraki izleyen üç yıl boyunca Rum ve Ermeni patrikhaneleri tebaalarına Osmanlı Devleti pasaportu yerine Patrikhane pasaportu verecektir.”[30]
Azınlıklar Patrikhane’nin de kışkırtmasıyla birlikte bazı cemiyetler kurmuşlar ve bu cemiyetlerle kendi siyasi görüş ve dini amaçları için çalışmalar yapmışlardır. Rum/Yunan azınlığı kurduğu bu cemiyetler içinde en göze batanı “Rum Müdafaa-i Milli Cemiyeti”dir. Bu cemiyet 1920 yılının sonlarına doğru, iktidardan düşen Venizelos taraftarı subayların girişimiyle İstanbul’da kurulmuştur. Çok sayıda seçkin, Rum/Yunan eşraf, asker, papaz bu cemiyetin üyesidir. Cemiyet, bir yandan istihbarat görevi yaparken diğer yandan izci grupları adı altında Rum/Yunan gençlerine askeri eğitim vermekteydi.
Pontus Cemiyeti her türlü terör eylemi düzenliyordu. Kısa adı “Kordos” olan Yunan/Rum Göçmenleri Merkez Komisyonu, dışarıda terörist uğraş için insan getiriyor, olay çıkarması için ülkenin değişik yerlerine yolluyordu.
Rum Matbuat Cemiyeti, toplantılarını Yunan Konsolosluğunda yapan bir cemiyetti. Yunan Konsolos’u dışında sekiz gazeteci ve yazardan oluşuyordu. Neologos gazetesi sahibi Votiras, yazar Makridis, öğretmen Pandazidis bu cemiyetin üyeleri arasındaydı. Bu cemiyet yayın yapıyordu. Patrikhane’nin haftalık yayınlanan dergisi Eklesiyastiki Alitya/Kilise Gerçeği’ni çıkarıyorlardı. Ayrıca propagandaya yönelik iki ciltlik “Siyah Kitap” isimli kitap ve Pontus propagandası yapan kitaplar basıyorlardı.
Mavri Mira/Kara Kader en bilinen dernektir. Patrik Dorotheos başkanlığında kurulmuştur. Emirleri direk olarak Venizelos’tan almaktaydı. Batı Anadolu’nun Yunanistan’a bağlanması ve Karadeniz bölgesinde Pontus devleti kurulması için çalışıyordu.
Trakya Komitesi, Patrik Dorotheos’un girişimleri sonucu, Çanakkale, Çatalca, Gelibolu, Kırkkilise/Kırklareli metropolitleri tarafından kurulmuştur. Amacı, doğu Trakya’nın da Yunanistan’a bağlanmasıydı. 24 Ocak 1919 tarihinde de yedi üyeli Anadolu komitesi kurulmuştu. Anadolu Komitesi de Anadolu’nun Yunanistan’a bağlanması için çalışıyordu.
Patrikhane bünyesinde kurulan Ticaret Cemiyeti’ne de dikkat çekmek gerekir. İstanbul’un ticaretinde tam olarak söz sahibi olabilmek, Türk tüccarlarını tasfiye etmek, Rum/Yunan nüfusunu nicelik ve nitelik bakımından üstün kılmak amacıyla kurulmuş bir cemiyettir.
Rum İzci Cemiyeti ve Rum Salib-i Ahmer/Kızılhaç cemiyetleri de çalışmalar yapıyordu. Yunan Kültürünü egemen kılmak için İstanbul’da başka cemiyetler de kurulmuştur. Özellikle Rum/Yunan öğretmenlerin bu konuda ciddi çabaları olmuştur.
Patrikhane, “Patrikhane Merkezi Milli Komitesi” adı altında tüm bu cemiyetleri bir çatı altında toplamıştır. Bu komite İtilaf Devletleri ile ilişkiye tek başına girecek kadar önemli hale gelmiştir.
İSTANBUL’A GÖÇ:
Balkan savaşından bu yana yaklaşık bir milyon göçmen İstanbul’a gelmişti. Mütarekeden sonra Rusya ve değişik yerlerden yeni bir göç dalgası daha olmuştur. Bu durum İstanbul’daki yaşamı çekilmez hale getiriyordu. Milli Mücadele döneminde de İstanbul bir yandan göç almakta bir yandan göç vermekte ve açlık, hastalık İstanbul yaşamının bir parçası olmaktadır. Göçmen idaresi ve Kızılay göçmenlere yardım etmek için çabalamaktadır.
İleri gazetesinin 2 Haziran 1921 tarihli nüshasında Göç İdaresi Genel Müdürü/Muhacirin Müdür-i Umumisi Hamdi Bey’le yapılan röportaj o yıllarda yaşanılanlar hakkında bize fikir vermektedir.
“-Muhacirin akını karşısında hasıl olan vaziyeti izah eder misiniz?
–İstanbul ve civarında bulunan mülteci ve muhacirler hakkında şimdi bir muhtıra takdim ettik ve muhtelif makamlara arz ederek muhacirlerin vaziyetinden lazım gelenleri haberdar edeceğiz. Malum olduğu üzere İzmir ile Şarki Trakya’nın bilahare Bursa, Karesi, İzmit ve İstanbul havalisinin Yunan askerleri tarafından işgal edilmesi üzerine yurt ve meskenlerini terk ederek öteye beriye firar ve iltica eden Müslüman muhacirlerin büyük kısmı şehrimize gelmiştir. Gerçi şimdiye kadar hayli muhacir sevk olunmuşsa da yine İstanbul’da 45 bini mütecaviz muhacir kalmıştır. Bunların bir kısmı akraba ve hemşerileri nezdinde bir kısmı da idaremizin misafirhaneleriyle dini ve resmi binalarda iskân edilmektedir. Hâlihazırda tarafımızdan iskân ve iaşe edilen sıhhiye işlerine nezaret olunan ve muayyen günlerde erzak ve mümkün olduğu zamanlarda giyecek ve ev gereçleri verilebilen muhacir ve mültecilerin miktarı 17.500 den fazladır. Bilhassa son zamanlarda Bursa ve Gemlik, Yalova, Orhangazi, İzmit ve Sapanca gibi civar yerleşim yerlerinden gelen mültecilerin vaziyeti son derece kötüdür. Mütecavizlerin vahşetlerinden tahlisi giryan için her şeylerini terk ederek işgal haricinde kalan mahallere ve bilhassa Dersaadet’e iltica eden ve hususi vapurlarla nakil olunan bu zavallı ‘kılıç artığı’ ahalinin miktarı 5.500’ü geçmektedir. Bunların çoğu Davut Paşa kışlasıyla Kumkapı’daki camilere ve Karasi Çiftliği’ne yerleştirilmiştir. Faciaların yaşandığı mıntıkadan hasta ve yaralı olarak nakil edilenler ise misafirhanelerimizde tesis ettiğimiz yerlerde Cerrahpaşa, Haseki ve Etfal Hastanesi gibi müesses at-ı sıhhiyede tedavi edilmektedirler. İstanbul’da meşgul olduğumuz muhacirlerin iaşesinde olduğu gibi iskânında da müşkülata düşülmektedir. Kışla ve büyük askeri tesislerimiz halihazırda işgal kuvvetlerinin işgali altında bulunduğundan bazılarının muhacirler hesabına tahliyelerini temine çalışıyoruz. Muhacirlerimizi, Makriköy(Bakırköy), Davutpaşa, Eyüp sultan gibi havaliden başlayarak şehrimizin muhtelif mahallerine yerleştirebildik. Marmara sahillerinde sağ kalabildiklerini zan ettiğimiz felaketzede dindaşlarımızın geri kalanı da yarın öbür gün şehrimize nakil edilecektir. Bu geleceklerin miktarı dört-beş bin olarak tahmin ediyoruz. Bunlara mesken tedarik etmeğe çalışıyoruz. Maalesef münasip resmi müesseselere muhacirleri yerleştirmekte serbest değiliz. Mamafih bunun için ayrıca uğraşıyoruz.
-Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin (Kızılay) Muhacirlere yardımı ne derecededir?
-Çok şayan-ı şükran bir gayret ve hamiyet eseriyledir ki Hilal-i Ahmer mültecilerden 2500 kişiye günlük ekmek ve bazen sıcak yemek vermektedir. Bundan başka facia bölgelerinde ki dindaşlarımızın nakli hususunda pek büyük yardım sarf etmektedir.
-Ecnebi Salih-i Ahmerleriyle, Şark-i garip Muavenet heyetince İslam muhacirlerine yardım ediliyor mu?
-Bu günlerde bir muavenet görmedik. Mamafih felakete duçar olan biçare ahalini çokluğu hakkında herkesin nazarı dikkatini celb ettiğimiz için ecnebi dostlarımızdan da mühim muavenet bekliyoruz.
-Muhacirin idaresi kendi kaynaklarıyla mültecilerin ihtiyaçlarını tatmin edebiliyor mu?
-Asıl mühim olan cihet budur. Yunan zulmünden ancak canını kurtarabilmiş olan felaketzede dindaşlarımızdan çoluk, çocuk, ihtiyar, kadın 17.500 kişiye ekmek yetiştirmekteyiz. Zavallıların ihtiyaçları o kadar çoktur ki kadınların çoğu setr-i avret edecek bir durumda değillerdir. Bunun için biçareler iskân ettiğimiz yerlerde mahpus gibi kalarak felaketlerine ağlıyorlar. Muhacirlerimizi aç bırakmak hususunda hiçbir gayretten geri kalmıyoruz.
-İstanbul halkının yardım temini ile muavenet etmek üzere Sadrazam Tevfik Paşa hazretlerinin başkanlığında bir yardım cemiyeti teşkil etmek istenildiği doğru mudur?
– Evet. Şimdi onun nizamnamesini tespit etmekle meşgulüm. Gerçi henüz yapılmış bir şey yoktur. Canını kurtarmak maksadıyla yurdunu terk ederek garip kalan din ve vatan kardeşlerimize karşı en evvel bir insaniyet borcu olmak üzere herkese düşen bir vazife var; yardım. Bunun için Muhacirlere Yardım Cemiyeti adıyla bir teşkilat mevcudu getirip bu felaketzedelere verilmek üzere beş kuruş teberruaatda bulunan herkesi cemiyete aza kayıt etmek ve bu cüzi yardıma bütün ahalimizin katılımını temin eylemek istiyoruz. Bu basit borcumuzu ifa edemez isek Yunanlıların tatbik ettiği ölümden kurtulanlar, bizim kayıtsızlığımız karşısında açlıktan öleceklerdir. Halkımızın böyle bir yardıma koşmakta yarış edeceğine imanım vardır. Sadrazam Paşa hazretlerine arz edildikten sonra hemen icraata başlayacağız. Teşkil etmek istediğimiz cemiyete İstanbul’da oturan bila-tefrik ve cins ve mezhep bütün insanlar aza kabul edilebilecektir. Beş kuruş gibi cüzi bir meblağı bedbaht dindaşlarımızdan esirgemeyecek olan hamiyetli ahalimiz bu suretle kendilerinden yardım bekleyenleri ölümden ve açlıktan kurtarmış olacaktır. Bütün milleti alakadar eden böyle bir teşkilat sayesinde ifa edilecek vazifenin ulviyeti unutulmamalıdır. Bilhassa Müslüman ahalinin bu gün muhtaç kalan mültecilerimizi unutmayarak Ramazan ve Bayram masraflarınızdan birer parçasını bu uğura tahsis etmeleri lazımdır. Fitrelerini tercihan muhacirlere verilmesi hakkında Şeyhülislamlık makamına yazdığımız tezkireye henüz bir cevap alamadıksa da bu cihetin fetva ile tavsiye edileceğini ümit ediyoruz.”[31]
Bolşevik devrimi, devrim karşıtı pek çok Rus’un ülkesini terk etmesine yol açmıştır. Göçmen Rusların en çok geldiği yerlerden biri de İstanbul’du. Ruslara Fransızlar hamilik yapıyordu. Beslenme sorunları ağırlıklı olarak Fransızlar ve Hıristiyan yardım dernekleri tarafından çözülmüştür. Bu arada Rusya’dan kaçan Yunan kökenli kişilerin bir bölümü de Yunanistan’a gitmeyip İstanbul’a gelmiştir. Ortodoks Patrikhanesi zaten bu kişilerin İstanbul’a gelmesini istiyordu. Yunanistan’a sığınanlar da zaten Trakya bölgesine yerleştiriliyordu. Bazı kaynaklara göre İstanbul’a Rusya’dan gelen Rum/Yunan göçmen sayısı iki yüz bin kişi civarındaydı. Bu arada Milli Mücadele sonrası yaklaşık yüz elli bin Rum’un/Yunanlının İstanbul’u terk ettiğini de belirtelim. Bu arada gidenlerin ezici çoğunluğu Mondros Mütarekesi sonrası gelip yerleşen gayrimüslimlerdi.
İstanbul’da binaların önemli çoğunluğu ahşap olduğu için yangınlar önemli bir sorun oluyordu.
“İstanbul’un yangın sorunu özellikle de meşrutiyetten sonra giderek artmıştı. Meşrutiyetin ilanından 1920 yılı başına kadar İstanbul’da 69 büyük yangında 19.666 mesken yok olmuş ya da oturulamaz hale gelmişti. Bu miktar o zamanki şehrin 1/6 sına denktir. Bu felaketin en büyük nedeni ise o dönem İstanbul evlerinin % 80’ninin ahşap olmasından kaynaklanıyordu. İkinci unsur ise itfaiye teşkilatının yetersizliğiydi.”[32]
Yangınlardan söz etmiş iken, 1894 İstanbul Depremi’nden de kısaca söz etmek gerekir. Çünkü 10 Temmuz 1894 yılında olan depremin fiziki, sosyal ve ekonomik yaşama etkisi Milli Mücadelede dönemine kadar sürmüştür. Ne kadar kişinin ölüp, ne kadar kişinin yaralandığının tespit edilemediği bu deprem, İstanbul’un bilinen 1509 ve 1766 yıllarındaki depremden sonra en önemli Deprem olarak kabul edilir. İnanılmaz bir ekonomik yıkıma yol açan depremde özellikle ahşap binaların kolay yıkılması üzerine dayanıklı ve sağlam bina yapılmasına özen gösterilmiş, rasathaneye de önem verilmiştir. Halkın bilgisizliği ve cahilliği deprem de zararın büyümesine yol açtığı gözlemlenmiştir. Bu arada depremin olduğu gün kriz masası oluşturularak enkaz kaldırma, yaralı tedavisi, barınma ve iaşe sağlanması ve diğer uğraşların tek elden yapılmasına çalışılmasıdır.
Yardım Kuruluşları: Savaşların oluşturduğu en büyük mağdurlar; çocuklar ve kadınlardır. İstanbul’da da çocuklar çalışma yaşamında yer almak zorunda kalmışlardır. Özellikle ayakkabıcılık sektöründe çocuk çalışan oldukça fazladır. Dilenci çocuklar ya da çöp toplayan çocuklar İstanbul’da sıkça rastlanılan bir görüntüdür. Kadınlar da erkek nüfusunun azalmasıyla birlikte çalışmak zorunda kalmışlardır. Kadınlara yeterli iş bulunmaması etlerini satmalarına da yol açmaktadır.
Dersaadet Fakirleri Himaye Cemiyeti, İstanbul Fukaraperver Cemiyeti, Türk Fukaraperver Cemiyeti, Kadıköy Fukaraperver Cemiyeti, Malulin-i Askeriye Cemiyeti, Dul ve Yetimler için Yardım Cemiyeti, Himaye-i Etfal Cemiyeti(Çocuk Esirgeme Kurumu), İstanbul’da gönüllü olarak hizmet veren yardım kuruluşlarından bildiklerimizdir. Devletin Muhacirin Müdüriyeti ile (Kızılay)Hilal-i Ahmer Cemiyeti az bütçeleri ile yeterli hizmet verememekteydiler.
Yabancı devletlerin yardım kuruluşları da İstanbul’da çalışmaktaydılar. Hıristiyan yardım kuruluşları Hıristiyanlara yardım etmeye öncelik vermişlerse de Müslümanlara da yardım etmek için çalışmışlardır. Dolayısıyla insani bir bakış açısında hizmet ettiklerini belirtmek gerekir.
1920 yılında ABD’nin İstanbul’da bulunan yardım kuruluşları; Amerikan Kızılhaçı (iki şubesi vardır), Yakın Doğu Yardım Örgütü, Rus Çocukları İçin Eğitim ve Yardım Komitesi, Yabancı Misyonlarla ilgili Komisyon Kurulu, Hıristiyan Kadınlar Birliği, Hıristiyan Gençler Birliği, Uluslar arası Sosyal Yardım Cemiyetini(Muavenet-i İçtimaiye Beynelmilel Cemiyeti) söyleyebiliriz.
İngiliz ve Fransız yardımlarını ise 1921 yılının sonlarına doğru çoğaldığını, daha önce İstanbul’da pek de görünür olmadıklarını belirtelim. İtalyanları ise bu konuda sahnede çok az görmekteyiz.
Mütareke İstanbul’u açlık, hastalık, evsizlik, göçler gibi nedenlerle ahlaki çöküntüyü de yanında getirmiş ve suç oranlarında da ciddi artışlar olmuştur. Türk ve Rum/Yunan çeteleri İstanbul’da asayişliğin en büyük nedeni olarak gösterilebilir. Özellikle Yunanlıların kurdurduğu çeteler Türk halkını canından bezdirmiş, can ve mal güvenliğini ortadan kaldırmıştır. Ünlü Rum/Yunan çetelerine örnek olarak Apostol Çetesi, Paşaköylü Karoğlan Çetesi, Panayot Çetesi, Paşaköylü Milti Kaptan Çetesi, Todori Çetesi, Çakır Yorgi Çetesi, Karabacak Çetesi, Anesti Kaplan Çetesi, gösterilebilir.
Rum/Yunan Çetelerinin aşırılıklarına karşı, Karakol örgütü Türk çeteleri oluşturmak zorunda kalmış ve çetelere çetelerle mücadele etmiştir. Yahya Kaptan, İpsiz Recep, Küçük Arslan, Büyük Arslan, İlyas Sami (Kalkavanoğlu), Bulgar Sadık gibi yurtseverler özellikle Rum/Yunan Çetelerine karşı savaşmışlar ve Türklerin canını, malını korumaya çalışmışlardır.
“İstanbul halkı başta Müslim ve gayrimüslim olarak işgalci güçler tarafından muamele farklılığına tabi tutulacak başlıca iki ayrı sınıfa ayrılmıştı. Müslüman halk ise kendi içinde ya Anadolu hareketini destekleyenler ya da İngiliz yandaşı ve Hürriyet ve İtilaf zihniyetini benimseyenler olmak üzere iki grup etrafında kümelenmişti.”[33]
İSTANBUL’DAKİ SİYASİ YAPILAR:
İstanbul’da pek çok dernek, topluluk ve siyasi parti çalışma yapmıştır. Pek çok kaynakta bu örgütler “yararlı” ve “zararlı” diye ayrılmıştır. Ben böyle bir ayrım yapmadan çok bilinen örgütlenmelerden kısaca söz etmekle yetineceğim.
Milli Kongre: Milli Kongre 29 Kasım 1918 tarihinde pek çok dernek, parti ve örgütün bir araya gelmesi ile kurulmuştur. Kuruluş toplantısı Talim-Terbiye Derneğinde yapılmış, başkanlığa da göz doktoru Esat (Işık) Paşa seçilmiştir. Milli Kongrenin amacı, cemiyet/dernek gibi sivil toplum yapılarını birleştirmek ve yurdu bu olumsuz durumdan kurtarmak. Esat Paşa bir komisyon kurarak 6 Aralık 1918 tarihinde Büyük Kongresini yaparak bağımsızlık savunusu yapan bir sonuç bildirisi yayınlamıştır.
“Maksat ve gayesi programının birinci maddesinden anlaşılacağı üzere, devlet ve milletin geçirdiği bu en müşkül ve tarihi anlarda bütün insaniyet ve medeniyet alemine karşı vatanın yüksek ve hayati hak ve menfaatlerini temin ve müdafaa gibi mühim bir vazife ile teşekkül eden ve faaliyete başlayan ve milli kuvvetlerin (yani Kuvayi Milliye’nin) birleştirilmesinden tek veya toplu haldeki bütün çalışma ve faaliyetlerin tanzim ve müşterek gayeye doğru sevk ve idaresinden ibaret bulunan ve devlet merkezinde teessüs etmiş başlıca heyet ve siyasi partilerin mümessil ve murahhaslarının iştirakiyle kurulan Milli Kongre son toplantısında programını tespit etmiş ve kati şekilde faaliyet sahasına geçmiştir”[34] Kısa süre sonra pek çok dernek ve parti Milli Kongreden ayrılmıştır.
MEHMET ESAT (IŞIK) PAŞA
Milli Mücadele taraftarı ilk askeri hekimlerimizdendir. Türkiye’nin ilk modern göz kliniğini kurmuştur. 29 Kasım 1918’de Mondros Mütarekesi hükümlerine ilk karşı çıkanlardandır. Milli Kongrenin kurucuları arasında yer almıştır. 16 Mart 1920’de İngilizler tarafından Malta’ya sürgün yollanan kişilerdendir. Malta sürgünlüğü sırasında diğer sürgünlerin göz hastalıkları ile ilgilendi ve bir “Göz Hastalıkları” kitabı yazdı.
Mehmet Esat Paşa 16 Nisan 1865 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babası devlet şurası azası Neşet Bey, annesi Gürcü Ağa Yusuf Paşa‘nın kızı Fatma Hanım idi. İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı. İdadi okulunu Mektebi Tıbbiye-i Şahane’de tamamladı.1889 yılında Tabip yüzbaşı olarak Askeri Tıbbiye‘yi bitirdi ve göz hastalıkları alanında uzmanlaşmak üzere devlet tarafından Paris’e gönderildi. Temel tıp bilgilerinde yetersizliğini fark ederek önce Paris Tıp Fakültesi’ne normal bir öğrenci olarak kaydoldu; Paris Tıp Fakültesi’nden 1893’te mezun olduktan sonra göz alanında ki eğitimini tamamladı. Paris Tıp Fakültesi’nde öğrenci iken; Alman fizik bilginlerinden Helmholtz tarafından 1851’de geliştirilmiş olan basit oftalmoskop üzerinde çalıştı, 1893’te çift aynalı yeni bir oftalmoskop geliştirdi ve üretti. Bu araç, Esat Modeli oftalmoskop olarak anılır.
İhtisas diplomasını aldıktan sonra bir göz kliniğinde 6 ay kadar şef olarak çalıştı; çeşitli yayınlar yaptı ve Fransız Oftalmoloji Cemiyeti’ne üye seçildi. 1894’te Paris’ten ayrılarak 6 ay boyunca Berlin ve Viyana‘da çeşitli göz kliniklerinde incelemelerde bulundu. 1894 sonunda İstanbul’a döndü.
Türk göz hekimliği tarihinde önemli bir yeri olan ve Milli Mücadele sırasında siyasal faaliyetleri ile öne çıkan bir isimdir.
Dr. Esat Paşa, 1899 yılında İstanbul’daki Askeri Tıbbiye Mektebi bünyesinde Türkiye’nin ilk modern göz kliniğini kurmuştur.
Milli Mücadele döneminde İstanbul’da partiler üstü bir cemiyet olarak kabul edilen Milli Kongrenin oluşmasına önderlik eden Mehmet Esat Bey, 1919’daki son Meclis-i Mebusan seçimlerinde de etkin rol oynamıştır.
1899’da müderris (profesör) kadrosuna getirilen Esat Paşa, 1903 yılında miralay rütbesine yükseldi, 1907’de mirliva (tuğgeneral) oldu. 1910 yılında Askeri Tıbbiye’den emekli oldu ve askerlik yaşamı böylece sona erdi.
Askeri Tıbbiye ve Mülkiye Tıbbiyesi’nin birleştirilmesi ile Darülfünun’a bağlı bir fakülte olarak kurulan Haydarpaşa Tıp Fakültesi’ne göz hastalıkları alanında hoca olarak atandı.
Mehmet Esat Paşa’nın siyasi hayatı, meşrutiyetin ilanı ile başlar. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Mehmet Esat Paşa, Dâhiliye Nezareti’nin Sıhhiye Müdüriyet-i Umumisi (Sağlık İşleri Genel Müdürü) görevi dışında Balkan Savaşı yıllarında Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti‘nde de görev aldı.
1916 yılında, sağlık müdürlüğü görevine devam etmekte iken kurulan Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı ve başkanlığını üstlendi. Bu cemiyet, öğrencilerin eğitimine yönelik faaliyet göstermek üzere kurulduysa da ülkenin işgali üzerine çalışmalarını, Milli Mücadele için çalışan aydınların bir araya getirilmesi üzerine yoğunlaştırmıştır
İstanbul’un 13 Kasım 1918’de İngiliz işgaline uğramasından sonra 29 Kasım 1918’de 50’den fazla kuruluş ile bazı bağımsız aydınların birleşmesinden oluşan Milli Kongre adlı oluşumun kurucuları arasında yer aldı. Amaç, İstanbul halkının işgale bilinçlendirilmesi ve aydınların işgale karşı bir duruş göstermesinin sağlanması idi. Milli Kongrenin işgale karşı oluşturduğu telgraf protestoları dünyada da önemli yankılar uyandırmıştır. Milli Kongre uğraşları Haziran 1919’da İstanbul hükümeti tarafından Kütahya’ya sürgün edilmesine yol açtı. İki aylık sürgünden sonra İstanbul’a dönmesine izin verildi.
Mehmet Esat Paşa, 1919’da kurulan Osmanlı Çiftçiler Cemiyeti Fırkası’nın başkanlığını üstlendi. Fırka, Son Osmanlı Mebusan Meclisi için yapılan 1919 seçimlerine katıldı.
1921 yılının Ekim ayında İngilizlerle Ankara hükümetinin yaptığı tutsak değişimi sonucu serbest bırakıldı. Diğer Malta sürgünleri ile birlikte bir gemiye bindirilerek İnebolu limanına kadar getirildi. 4 Kasımda sürgünden kurtulanlarla birlikte Ankara‘ya gitti.
Esat Paşa Malta’ya sürgüne götürülme sırasında yaşadıklarını şöyle anlatır:
“Babıali yokuşundan kamyonla sarsıla sarsıla inerken damadım kesik cümlelerle refikamın süngü ile ayağından yaraladıklarını, kızımı tekmelediklerini anlatıyordu. Başım ateş gibi yanıyordu. Beynimde şimşekler çakıyor, hırsla ve kinle kıvramıyordum. Galata köprüsünü geçerken baktım, ben de elimden yaralıydım. Tophane’ye geldik. Bizi rıhtımda kamyondan indirdiler, oracıkta bağlı olan bir İngiliz gemisine götürüp içeri soktular. Gemide bir çok tanıdık, paşaları arkadaşları buldum. Bizi bu pis gemiden bir başka İngiliz dretnotuna naklettiler, oradan Malta’ya götürüp, sürgün hayatına mahkum ettiler. İngilizlere soruyordum: Medeniyet bu mudur? Yes… diyorlardı. Bu eski masalın bizim için kalan değeri bir acı hatıradan başka bir şey değildir. Fakat siz gençler için her zaman her an şu manası vardır. Hiçbir zaman yenilmeyeceksin!”[35]
Mehmet Esat Paşa, Ankara’ya varışından sonra Hilal-i Ahmer Cemiyeti Ankara şubesinde görev aldı. Gureba (Numune) Hastanesi’nin göz polikliniğini kurdu. Bu son görevden sonra siyasetten çekildi, İstanbul’a dönüp bir süre toprakla uğraştı ve İstanbul’un en ünlü göz hekimi olarak asıl mesleğini de sürdürdü.
1 Kasım 1936’da geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul’da vefat etti.
Milli Ahrar Fırkası/Ulusal Serbesti Partisi: 4 Mayıs 1919 tarihinde kuruldu. Bilinen kurucuları, İsmail Suphi Bey, Bekir Sami Bey, Cami Bey, Abdülhak Şinasi Bey’dir. Mandacılığı kabul etmeyen ve bağımsızlığı savunan parti son Meclisi Mebusan’a mebus/milletvekili de seçtirmiştir.
“Yusuf Akçura, Ahmet Refik, Adnan Adıvar, Ahmet Mithat gibi Türkçüler tarafından ivme kazandırılan parti, emperyalizme karşı Türk veya Türk Medeniyetini kabul etmiş olanların milli birlik ve bağımsızlığını amaçlamaktaydı”[36]
İzmir’in kurtarılması için önemli çalışmalar yapan Milli Ahrar Fırkası, Ankara Hükümetine bağlanıp partiyi de kapatmışlardır.
Osmanlı Sulh ve Selamet Fırkası: 20 Kasım 1918 tarihinde kurulmuştur. İttihat ve Terakki karşıtı ve liberal bir partidir. İlk başkanı topçu Ferit Paşa’dır. Yönetiminde gazeteci Ali Kemal Bey, Artin lakaplı Cemal Bey ve Sait Molla bulunmuştur. 14 Ocak 1919 tarihinde Selamet-i Osmaniye Fırkası ile birleşmiştir.
Vahdet-i Milliye Cemiyeti/Ulusal Birlik Derneği: 24 Şubat 1919 tarihinde Ayan Meclisi başkanı Ahmet Rıza tarafından kurulmuştur. Kurucuları arasında Çürüksulu Mahmut Paşa, Abdurrahman Şeref Bey bulunan parti ABD Mandasını savunan bir parti olarak kabul edilmektedir. Wilson ilkelerinin uygulanması için Paris Barış Konferansına yazılı bir tebliğ yollamışlardır. Fazla bir etkisi olmayan bir partidir.
Osmanlı Matbuat Cemiyeti/Osmanlı Gazeteciler Derneği: 1917 yılında kurulmuştur. Osmanlı Matbuat Cemiyeti fazla etkin olmamıştır. Daha çok sansürün kaldırılması için çalışmıştır.
Milli Türk Fırkası/Ulusal Türk Partisi: 1919 yılının Ekim ayında kurulduğu kabul edilir. ABD mandasını savunan ancak bazı Türkçü yazarlarında yazılarının yayınlandığı “İfham” gazetesinde partiyi öven yazılar yayınlanmıştır.
Anadolular Cemiyeti: 1921 yılının Ağustos ayında, Sivas, Trabzon, Eskişehir, Hendek eşrafından birer kişinin katılmasıyla kurulmuştur. Cemiyetin/Derneğin tüzüğü İstanbul Hükümeti tarafından Anayasa ve yasalara aykırı olduğu iddiasıyla kabul edilmemiştir.
Kilikyalılar Cemiyeti: 21 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da yaşayan Çukurovalılar tarafından kurulmuştur. Cemiyeti genelde Adanalı toprak ağaları desteklemektedir. Güney Anadolu’da işgallere karşı tutum sergilemiştir.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti/İngiliz Dostları Derneği: Görünür başkanı Sait Molla olmasına karşın, perde arkasındaki başkanı İngiliz istihbaratından Papaz Frew’dir. İngiliz mandasını savunan dernek, Anadolu’da ayaklanmalar yaratarak ulusal bilinci etkisiz hale getirmeye, işgalci devletlerin işgallerini meşrulaştırmaya çalışmıştır. Din adamı ve sağlık personeli olarak pek çok kişiyi Anadolu’ya göndererek Milli Mücadeleyi engellemeye çalışmıştır.
Wilson Prensipleri Cemiyeti/Derneği: Derneğin üyeleri genel olarak aydın kişilerden oluşmuş ABD mandasını savunan kişilerdir. 4 Aralık 1918 tarihinde kuruluş dilekçesi Refik Halit (Koraltan) Bey tarafından Dahiliye Nazırlığına/İçişleri Bakanlığına verilmiştir.
“İstanbul’daki bazı basın mensupları ve ileri gelen kişiler Amerikan mandasını muhakkak surette istiyorlardı. Ahmet izzet paşa, genelkurmay başkanı Cevat paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa, 31 Mayıs Cumartesi günü, İstanbul’da ki Amerika heyetine giderek Türkiye için Amerika mandasını arzu ettiklerini, Amerika Birleşik Devletlerinin Türk Ordusunun desteğine güvenebileceğini öne sürdüler”[37]
Hürriyet ve İtilaf Fırkası/Partisi: 21 Kasım 1911 tarihinde kurulan parti, yaklaşık yirmi ay çalıştıktan sonra kapatılmış 10 Ocak 1919 tarihinde tekrar açılmıştır. Partinin başkanlığına Nuri Paşa getirilmiştir. İttihat ve Terakki düşmanı olan parti, Kuvayi Milliye’yi de İttihat ve Terakki’nin devamı kabul ediyor ve düşmanlık besliyordu. İngiliz taraftarı, işbirlikçi idi.
“15 Ocak 1919’da Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın yöneticilerinden olan Mustafa Sabri, damat feri,t ve arkadaşları, Sadrazam Tevfik Paşa’yı (Başbakanı) ziyaret ettiler ve Hükümet’in hangi fırkaya dayanarak çalışacağını sordular. Tevfik paşa ‘Meşrutiyet idaresinin, mülk ve milletin kefili olan Hürriyet ve İtilaf Fırkasına’ dayanarak iş görecekleri yolunda cevap verince, fırkanın genel merkezi Hükümeti desteklemeye karar verdi. Ancak Hükümet, fırkayı destekleme kararı alamasa dahi bir gün önce fırka Hükümeti muhakkak suretle destekleme kararı almıştı.”[38]
KARAKOL CEMİYETİ
Fethi Tevetoğlu, “Türk Ansiklopedisi” çalışmasının “Karakol Cemiyeti” maddesinde şöyle bir tanım yapıyor: “Karakol Cemiyeti, önce Ermeni komitacılarına, sonra İstanbul’u işgal ve kontrolleri altına almış düşman kuvvetlerine ve yerli işbirlikçilerine karşı İttihatçılar tarafından kurulmuştu. Milli Mücadeleye personel, silah ve teçhizat kaçırma ve haber alma hizmetleriyle büyük yardımlar sağlamış, gizli Milli Mücadele Gruplarının ilk ve önemlilerinden biridir.”
Karakol cemiyeti, ittihatçı karşıtı hükümetten ve savaş suçluları için tutuklamalara başlayacak Müttefiklerden ittihatçı üyeleri korumak amacıyla da düşünülmüştü. Askeri değil vatan savunması üzerine kurulmuştu. Yönetmeliğinde amacı ise şöyle tanımlanmıştır: ”Arapların çoğunluğu teşkil ettiği yerlerden gayrı olan Türk topraklarından düşmanlar çıkarılacaktır. Bunun için de memleket bir harabe haline gelinceye ve bütün millet yok oluncaya kadar mücadele edilecektir.”[39]
İlk kurucuları Kurmay Albay Kara Vasıf Bey, Dava vekili Refik İsmail, Emekli Yüzbaşı Baha Said Beyler, Kel Ali (Ali Çetinkaya), Yenibahçeli Şükrü, Çerkez Reşit, Sevkiyatçı Rıza Bey’di. Daha sonra bu örgüte, Kurmay Albay Galatalı Şevket, Kurmay Yarbay Kemalettin Sami, Kurmay Albay Ethem Servet, Piyade Yarbay (Japon) Rıza katıldı.
7. Dönem Hatay, 8. Dönem Çorum milletvekili olan Hasene Ilgaz Hanım’a göre Karakol Cemiyetinin Yönetim Kurulunda, Galatalı Şevket, Kara Vasıf Bey, Refik İsmail Bey, Kemaladdin Sami Bey, Edip Servet Bey, Baha Said Bey ve emekli Binbaşı Ali Rıza Bey bulunuyordu.
Bir görüşe göre, bu gizli örgütün adını Talat Paşa koymuştur. Talat Paşa Kara Vasıf ve Kara Kemal’in lakaplarından yola çıkarak “Karakol” olmasını istemiştir. İlk toplantısını Mahmut Paşa Caminin avlusundaki kahvede yaptığı söyleyen Mümin Yıldıztaş’a göre ise, cemiyetin isim babası Baha Sait Bey’dir.[40]
Tüzüğü Kara Vasıf Bey tarafından yazılmış olan Karakol cemiyetinin tüzükteki amacı ise: “Karakol cemiyeti, milletin vahdetini, hürriyet ve hakimiyet-i mutlakasını ve vatanın siyasi coğrafi iktisadi tamamiyet ve istiklalini temine çalışır.” olarak tüzüğün 1. Maddesinde tanımlanmıştır. Karakol örgütü Sivas Kongresinde, Cemiyetin başkanı Kara Vasıf Bey tarafından temsil edilmiştir.
“Örgüt o dönemde Milli Mücadeleyi destekleyen Sovyetler Birliği ile sıcak ilişkiler kurmuş, 1919’un Eylül ayında eski milletvekili Dr. Fuat Sabit ile Karakol mensuplarından Yusuf Ziya ve Baha Said Beyler Bolşevik gizli servisiyle ilişkiler kurarak para yardımı sağlamışlardı.”[41]
Başka bazı kaynaklarda ise cemiyetin kurucularından Baha Said Beyin 11 Ocak 1920 de Bakü’de, Uşak Kongresi icra heyeti adına ve Karakol cemiyeti adına Bolşeviklerle anlaşma imzaladığı söylenmektedir.
İstanbul’da oluşturulan gruplar çoğu zaman iç içe girmiştir. Bu grupların en genişlerinden biri de Felah grubudur. Hamza, Mücahit, Muharip ve Güneş grupları Felah grubunun içinde yer alan örgütlerdir. Bunun yanında Karakol örgütünün dağılmasından sonra Kurmay Yarbay Muğlalı Mustafa Bey tarafından 27 Ekim 1920 de Zabitan Grubu adında çalışmalarına devam etmiş, Mustafa Muğlalı’nın Anadolu’ya kaçması üzerine, 20 Eylül 1921 tarihinde Yavuz Grubu adını alarak çalışmalarına devam etmiştir.
Tuncay Özkan, “MİT’in Gizli Tarihi” isimli kitabında ve Ergun Hiçyılmaz “Teşkilatı Mahsusa’dan Mit’e” adlı kitabında karakol örgütünün, basın, propaganda ve casusluk olarak üç bölüme ayrıldığından söz ederler. Ergun Hiçyılmaz ve Tuncay Özkan’a göre, basın ayağında İstanbul’da çıkan İleri gazetesinin sahibi ve yazarı Ali Rıza Bey’in olduğunu, propaganda sorumlusunun ise Berlin Büyükelçisi Kemalettin Sami Bey’in, casusluk bölümünün sorumlusunun ise Yarbay Edip Servet Beyin olduğu belirtilir.[42]–[43]
Fethi Tevetoğlu Karakol Cemiyetinin çalışmalarını sekiz bölümde toplamaktadır: “1.Siyaset-i Umumiye, istihbarat, umuru-u hariciye. 2.Propaganda ve Karakol şubelerinin tesisi ve teşkilatı. 3.Milli Ordu Muharebe Çeteleri teşkilatı, seferberlik ve hareketi harbiye 4.Kuvvet-i umumiye ve esleha, muhimmat, malzeme tedarik ve ihzarı. 5.Umuru maliye ve hesabiye. 6. Nakliyat ve sevkiyat. 7. Muhabere, muvasala. 8. Muanelatı zatiye, mahakim ve umuru cezaiye.”[44]
İstanbul ve Karadeniz bölgesindeki Rum/Yunan çeteleri ile de çarpışan Karakol örgütünde etkin olan başlıca fedailer; İpsiz Recep, Yahya Bey, Küçük Aslan ve Büyük Aslan, Bulgar Sadık, Dayko, Yüzbaşı Nail, Yalovalı İbo, Demir Hulusi Bey ile Rıfat Kaptan ve adamlarıdır.[45]
“Bu muharebe çetelerini, ihmal etmeden teşkil ve silahlandırıp teçhiz ederek derhal faaliyete başlamak ve kısa zamanda eşkıyayı ve zararlı unsurların siyaset çetelerini, takip ve imha ederek memleketin emniyet ve asayişini tesis ve idame eylemek Karakol şubelerinin en önemli ve acil vazifeleri arasındaydı.”[46]
Karakol örgütü bir yandan İstanbul’da Türklere yapılan baskılara karşı kısasa kısas mantığı ile eylemler yaparken (Sait Molla’nın evini yakmak gibi), diğer yandan kaçakçılıkta uzmanlaşmış, İstanbul’dan Anadolu’ya silah, cephane ve başta subaylar olmak üzere, doktor, mühendis gibi nitelikli insanlar kaçırmıştır.[47]
Şevket Bey, karakol örgütünün parolasının ya istiklal ya ölüm olduğunu söyler.
Karakol örgütü bünyesinde yararlı çalışmalar yapanlardan bazıları şunlardır.
“VELİ BEY; Tasviri Efkar gazetesi sahibi ve başyazarı.
ESAD BEY; Karakol örgütü casusluk şefi. Baba Said Beyin sağ kolu. Göz doktoru. General rütbesine kadar yükseldi.
HALİT BEY; Said Molla’nın şifrelerini bilirdi. Anadolu Kulübünde alınan kararları, görüşmeleri ve diğer bilgileri zamanında öğrenip ulaştırdı. Su şirketinde müfettişlik yaptı.
FERİD CEVAT BEY; Önceleri Mustafa Sagir’le dostluk kurdu. Daha sonra onun casus olduğunu sezince ilgililere bildirdi. Belçika Sefaretinde çalışıyordu.
AZİZ BEY; Süvari Kaymakamı.
EMİN BEY; İşbirlikçi ve işgalcilerle dostluk kurup, edindiği bilgileri örgüte aktardı. Sporcuydu.
MEHMET ALİ EFENDİ; Yüzbaşıydı. Erenköy’deki Nadir Bey çiftliğini basarak silah ve cephaneye el koyan ve örgütün bu konudaki ihtiyaçlarını karşılayan kişiydi.
YÜZBAŞI MEMDUH BEY; Kuzguncuk’ta Karakol Kumandanıydı. Yüzbaşı rütbesi ile hizmet etti.
YÜZBAŞI AZİZ EFENDİ; Beykoz çevresindeki karşıt çetelerin ortadan kaldırılmasında başarılı oldu.
MURAD BEY; Meclisi Mebusan Muhafız Tabur Kumandanı Reşat Beyin kardeşiydi. Örgüte yararlı hizmetleri bulundu.
ALİ BEY; Kandıra ile İzmit arasında Kışçalı mevkiinde haberleşmeyi yöneltti. Haberleşmede büyük rol oynadı. Daha sonra Büyük Millet Meclisi Telgraf Müdürlüğü görevinde bulundu.
MANASTIRLI SALİH BEY; Anadolu ile haberleşmeyi sağladı.
NUSRET BEY; Posta müdürü olarak Anadolu’daki Ulusal kuvvetlerimize gerekli ilgilerin ulaştırılmasını sağladı.
MORALI HALİD BEY; Örgüte çok miktarda nakdi yardımda bulunarak çalışmaların sürmesini temin etti.
NAİL BEY; Moralı Halid Beyin kardeşiydi. Örgüte yardımda bulundu.
ADİL BEY; Propaganda servisinde hizmet verenlerden biriydi.
VELİ BEY; Propaganda servisi elemanlarındandı.
KAPTAN SAİD BEY; Yörük vapuru kaptanıydı. Anadolu’ya yapılan sevkiyatlarda yararlı çalışmalarda bulundu.
ALİ BEY; Paşabahçe Vapuru kaptanıydı. Sevkiyat çalışmalarında bulundu.
KAPTAN SAVA; Oğlu ile sevkiyatta çalıştı. Anastasya römorkörünün kaptanıydı.
ZEKERİYA BEY; Hamalbaşıydı. Örgüt çalışmalarında görev aldı.
OSMAN BEY; Karadenizliydi. Sevkiyat çavuşu olarak hizmette bulundu.
HÜSAMETTİN BEY; Daha önce Teşkilatı Mahsusa’da görev almıştı. Çalışmalarından dolayı Fevzi Çakmak’tan takdirname de aldı. Cumhuriyet dönemi istihbaratının gelişmesinde önderlik yaptı.
MEHMET BEY; (Canbaz) Nakdi yardımların dışında fiilen hizmette bulundu.
MEHMET ALİ BEY; Sevkiyatı yönetenlerden biriydi. Erkanı Harp’de görevliydi.
AHMET BEY; Teğmen rütbesindeyken çalışmalara katıldı.
HALİT BEY; Saraçhane deposunun müdürüydü.
RAGIP BEY; Yüzbaşı olarak hizmet verdi.
ARİF BEY; Yüzbaşıydı. Sarayburnu ambarında görevliyken Ulusal Mücadeleye katkıda bulundu.
İSMAİL HAKKI BEY; Sevkiyat Müdürü olarak Anadolu sevkiyatının yönetiminde yer aldı.
FEVZİ BEY; Şevket beyin yardımcısı olarak çalışmalara katıldı.
YÜZBAŞI MEHMET ALİ BEY; Unkapanı ambarında çalışmalara katılan subaylarımızdan biriydi.
MURAD BEY; Bahriye Yüzbaşısı olarak hizmet verdi.
BİNBAŞI HALİD BEY; Yardımcısı Avni Bey, Yüzbaşı Ali Rıza Bey, Yüzbaşı Sabri ve Teğmen Ekrem Beylerle çalıştı.
NAZIM BEY; Makineli tüfek ve parçalarının bulunmasında büyük yararlıklar gösterdi.
BİNBAŞI RIFAT BEY; Umum Levazım müdürüydü. (Harbiye Nezareti 3. Şube müdürü) Askeri sevkiyatın yönetiminde bulundu.
BİNBAŞI ZİYA BEY; Ahırkapı Müdürü olarak görev yaptı.
KEMAL BEY; Örgüt eylemleri için gerekli maddi desteği verdi.
HAMDİ BEY; Bursa Fırka yaveri görevindeydi. Daha sonra levazım generalliği rütbesine kadar yükseldi.
ŞEKİBE HANIM; Hamdi Beyin eşiydi. Kız öğretmen okulu müdürüyken, muavini Bahtiye hanımla görev aldı.
ŞEVKET BEY; Kurmay kolağası. Deniz işlerinde çalışıyordu.
YÜZBAŞI MUHİTTİN; Çatalca Askerlik Şube Başkanı görevindeyken çalışmalara katıldı.
EKREM BEY; Polis müdürüydü. General rütbesine yükseldi.
YÜZBAŞI İHSAN BEY; Niğde ve Konya birliklerinin silah ihtiyaçlarının sağlanmasında etkin görev aldı. İstihbarat işlerinde çok başarılı çalışmalarda bulundu. Ulusal Mücadele’de üç yerinden yaralandı ve uzun süre görme duyusunu kaybetti.”[48]
Suat Parlar “Osmanlıdan Günümüze Gizli Devlet” adlı kitabında, Karakol örgütünü devletin içinde devlet diyerek çok önemli bir noktaya işaret etmektedir. Hatta 1919-1920 yıllarında Anadolu’ya geçen subay ve sivillerin kimliğinde Karakol’un damgası olduğunu da söylemektedir.[49]
Karakol Örgütü hakkında olumlu düşünenlerden biri de Halide Edip (Adıvar) Hanım’dır.
“Karakol adını taşıyan bir gizli birlik en önemlisi ve en iyi sonuç verenidir. Bunun reisi Kara Vasıf Bey’di. Ufak tefek, esmer ve sağır olan bu adam çok büyük hizmetler görmüştür. Bir çocuk kadar saf gözleri ve konuşması onun içsel ve insani vasıflarını derhal açığa vururdu. 1908’den itibaren bir hayli ihtilalcı Türk liderleri tanımıştım ve yıllarca Milli Mücadele’nin en nazik devirlerini yaşamıştım. Fakat hiçbir zaman Vasıf Bey kadar prensiplerine sadık insan rastlamamıştım. Şahsi şöhret onu hiçbir prensibinden ayıramazdı. Derdi ki; ‘Milletimizi kurtarabilecek olan şey kolaylıkla elde edilecek bir başarı değildir; ancak manevi kudretimiz, hürriyet aşkımız, hak ve adalete inancımız kurtarabilir.’ Gerçi bu adamın adı bugün en az geçerse de, bence gelecek Türkiye’sinin en gerçek bir yurtsever örneğidir. Onun istediği hür bir iç idare kurmak ve hiçbir güce dayanmamaktı.
Karakol ile ilişkim, hayli drama benzeyen bir toplantıda olmuştur. Benim oraya gitmemi, tabi çok dikkatli ve gizli bir şekilde temin etmişlerdir. Gider gitmez, karşı karlıya geldiğim ilk sima Kaymakam Kemal Bey (Kemalettin Sami Paşa)oldu. Bu adam Suriye’de okullara ve yetim evlerine çok yardım etmişti. Hemen karşı karşıya oturduk, bir kağıt üzerine milli maksadımızı tespite çalıştık. Tabi o memleketin coğrafya durumunu çok iyi biliyordu. Çoğu subay olan bir hayli genç Türklerin şüphe götürmez çoğunlukta oldukları yerlere gideceklerdi. Bu, Türkiye’yi paylaşmaya hazırlanan İtilaf kuvvetlerinin planlarına karşı halkı uyandırmak ve hazırlamak için yapılmıştı.
Kara Vasıf Bey, bu kuruluşun ruhu, Kemalettin Sami ise, eli kolu ve idare cihazının başıydı. O, istila kuvvetleriyle yakından temasta ve aynı zamanda el atından Anadolu’ya silah kaçırtmak yollarını temin etmekteydi. Hatta İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin depolarındaki birçok silahı kayıkçılar, gemiciler ve orada çalışan başka kimseler yoluyla elde edip Anadolu’ya göndertildi.“[50]
Karakol örgütü, Kuvayi Milliyecilerin hepsi tarafından kabul görmemiştir. Örneğin Milli Mücadelenin komutan ve ileri gelenlerinden Kazım Özalp, Karakol örgütünü benimsemediğini ve örgütlenmesine yardım etmediğini anılarında açıkça beyan etmiştir.
“İstanbul’da bir de Karakol Cemiyeti teşkil edilmişti. Bunu Anadolu’ya yaymak üzere nizamnamelerini her tarafa yolladılar. Böyle bir cemiyetin teşkiline de hiçbir sebep yoktu. Bundan dolayı Karakol Cemiyeti Anadolu’da teşekkül etmedi. Bursa’da ve daha bazı yerlerde kısa bir müddet faaliyeti hissolunmuş ise de cemiyet fiilen kurulamamıştır.“[51]
Bunun yanında, Kazım Özalp Paşanın da belirttiği üzere, Karakol örgütünün İstanbul dışında en iyi örgütlendiği yer Bursa idi. Bunun nedeni de, Miralay Bekir Sami (Günsav) Bey ile Hacım Muhittin Beyin Bursa’da olması ve bu kişilerle birlikte pek çok Bursa yöneticisinin Karakol Örgütüne üye olması ya da bu örgüte sempati ile bakıyor olmasıdır.
Hain ve İşbirlikçi, Damat Ferit Paşa, Ali Kemal ve Sait Molla’ya karşı yapılmak istenen suikastta Bursa’da planlanmış, ancak teşebbüs aşamasında açığa çıkmıştır. Suikast girişimi ile Millî Mücadele’ye pek çok yardım ve hizmetleri olan Karakol Cemiyeti’ de deşifre edilmiş, bu cemiyetin birçok üyesi tutuklanmış ve cemiyet ciddi anlamda sarsıntıya uğramıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Karakol örgütünden Sivas Kongresi öncesinde haberi vardır. Her ne kadar Nutuk’ta farklı bir yorum yapsa da, Karakol örgütünün kuruluşunda Kara Vasıf Beyin evinde yapılan toplantıya katıldığı, toplantıya katılan diğer kişilerin anılarında yer almaktadır. Talat Paşa’nın direktifiyle Karakolcular Mustafa Kemal Paşa’yı lider olarak kabul etmişlerdir. “Karakol Cemiyeti, özellikle Sivas Kongresinde tam kadro Mustafa Kemal Paşa’nın arkasında olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın lider olarak kabul edilmesi için ordu içerisindeki komutanları ve muhalif valileri susturmak için talimatnameler yayınlanmıştır.”[52]
“21 Haziran 1919 akşamı Amasya’da son defa olarak toplanmıştık. Mustafa Kemal Paşa, Kazım (Dirik) Bey’e bazı emirler dikte ediyordu. Bir taraftan da İstanbul’a yazılan mektuplar temize çekiliyordu. Bunları bizimle beraber gelen Maliye Müfettişi Arif Bey götürecek, Kara Vasıf Bey’e verecekti. Dağıtım onun vasıtasıyla yapılacaktı. Alınacak cevaplar da yine onun kanalından bize bildirilecekti. Bu fikri bize Hüseyin Rauf Bey vermişti. Kara Vasıf Bey ve arkadaşları İstanbul’da gizlice faaliyette bulunuyorlar, muhitlerini gittikçe genişletiyorlardı. Bu teşkilattan Mustafa Kemal Paşa’nın da haberi vardı. İstanbul’da bulunduğu sıralarda kendileri ile temasa etmişti.”[53]
Mustafa Kemal Paşa ise, Nutuk’ta Karakol örgütünden şöyle söz eder:
“Biz, Erzurum’da kongre kararlarının her yerde anlaşılmasını ve birlikte uygulanmasını sağlamaya çalışırken ‘Karakol Cemiyetinin Teşkilâtı Umumiye Nizamnamesi (Karakol Derneğinin Genel Kuruluş Tüzüğü)’ ve ‘Karakol Cemiyeti Vezaifi Umumiye Talimatnamesi (Karakol Derneğinin Genel Görev Yönetmeliği)’ diye basılı birtakım kâğıtların bütün orduya, komutan, subay, herkese dağıtıldığı bildirildi.
Bu yönetmeliği okuyan bana en yakın komutanlar bile, bu işi benim yaptığımı sanarak iyiden iyiye kuşku ve duraksamalara düşmüşler. Benim, bir yandan kongrelerle açık olarak ulusal ortak çalışmalar yaparken, bir yandan da gizemli ve korkunç bir komite kurmakla uğraştığım sanısına kapılmışlar. Gerçi, bu işleri ve girişimleri yapanlar İstanbul’da bulunuyorlarmış; ama her şeyi benim adıma ve hesabıma yapmakta imişler.
Karakol Cemiyetinin genel örgüt tüzüğüne göre, genel merkez üyeleri ve sayıları, toplanma yerleri ve nasıl toplandıkları, nasıl seçilip görevlendirildikleri kesin olarak gizli ve saklı tutulur. Bir de, en ufak bir gizi açığa vuran ya da Karakol Cemiyetine tehlike getiren, dahası, tehlike getirici bir kuşku uyandıran, hemen idam olunur.
Genel Görevler Yönetmeliğinde de, ‘bir ulusal ordu’dan söz ediliyor ve: ‘Bu ordunun başkomutanı ve genelkurmay başkanı, ordu, kolordu ve tümen komutanları ve kurmayları seçilmiş ve atanmış olup gizli ve saklı tutulur, Bunlar, görevlerini gizli olarak yaparlar.’ deniliyor.
Efendiler, hemen komutanları uyardım; bu tüzük ve yönetmelik hükümlerini kesinlikle uygulamamaları gerektiğini ve bu girişimin kaynağını araştırmakta olduğumu bildirdim. Sivas’a varışımdan sonra, oraya gelen Kara Vasıf Bey’den anladım ki, bu işi yapan kendisi ve bazı arkadaşları imiş.
Kesinlikle böyle bir davranış doğru değildi. Herkesi idamla korkutarak, bilinmeyen bir merkezin, bilinmeyen bir başkomutanın, bilinmeyen birtakım komutanların buyruklarına uymaya zorlamak çok tehlikeli idi. Gerçekten, orduda görevli herkeste hemen birbirlerine karşı güvensizlik ve bir korku başladı. Örneğin, herhangi bir kolordu komutanının: “Benim komutam altındaki kolordunun acaba saklı ve gizli komutanı kimdir? Bu gizli komutan acaba ne zaman ve nasıl komutanlığı ele alacak ve acaba bana karşı nasıl davranacak?” gibi haklı birtakım kuruntulara kapılması beklenilmez değildi.
Sivas’ta Kara Vasıf Bey’e, gizli merkezin, gizli başkomutanın ve gizli genelkurmay başkanının kimler olduğunu sorduğum zaman: ‘Hepsi siz ve arkadaşlarınızdır’ yanıtını vermişti. Bu, beni büsbütün şaşırtmıştı. Bu karşılık, elbette akla ve mantığa uygun olamazdı. Çünkü hiç kimse bana böyle bir düzen ve kuruluştan söz açmış ve benden bu iş için izin almış değildi. Bu derneğin daha sonra, özellikle İstanbul’da, bu ad altında çalışmasını sürdürmeye çabaladığı anlaşıldığına göre, iyi niyetle kurulduğu ve sıkışınca bize vermek zorunda kaldıkları bilgilerin doğruluğu ileri sürülemez.”
Karakol örgütü, ulusal direnişi örgütlemeye çalıştığı ve bölgesel değil ulusal düzlemde bir hareket oluşturmaya çalıştığı görülmektedir. Bu bağlamda Mustafa Kemal önderliğinde oluşan direnişle bir anlaşmazlık ortamı oluşmuşsa da, ortak tabana seslenmelerinden dolayı iki rakip grup olarak bakmamız doğru değildir. Nitekim Erik Jan Zürcher, Ahmet Demirel gibi pek çok tarihçide böyle düşünmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın grubuyla ötekiler arasında Milliyetçi-İttihatçı ayrımı bulunduğu doğru değildir.[54]
Aslında Karakol Cemiyeti, Mustafa Kemal Paşa’yı emanetçi bir lider olarak görmektedir. Talat Paşa’nın emriyle Mustafa Kemal Paşa’yı lider olarak tanımlamışlar ve savunmuşlardır. Her şey yoluna girince liderin Talat Paşa, Talat Paşa olmazsa da Enver Paşa’nın olacağını düşünmektedirler. 1920 yılının sonralarına doğru Mustafa Kemal Paşa’nın emanetçi lider olmadığı ortaya çıkmaya başlayınca, Mustafa Kemal Paşa ile Karakol Cemiyeti arasında gerginlik başlamıştır. Talat Paşa’nın ölümü üzerine, Karakol örgütünden bazıları Mustafa kemal Paşa’nın tarafına geçerken bazıları da Enver Paşa’nın tarafına geçmeyi tercih etmiştir.
“Karakol Cemiyeti, bir taraftan Anadolu’nun direktifleri doğrultusunda çalışır gözükürken, diğer taraftan İttihatçı liderlerden emir almıştır. Sivas Kongresi sırasında M. Kemal’le görüşen Kara Vasıf Bey’in Anadolu’da başlayan Milli Hareketi, İttihat ve Terakki’ye mal etme girişiminin farkına varılmış ve Cemiyetin bu teşebbüsünün önlenmesine çalışılmıştır. Bununla birlikte İstanbul’da çok güçlü olan bu teşkilatın tamamen Mustafa Kemal’e bağlanması ve denetimi gerçekleştirilememiştir.”[55]
İttihatçı yanı ağır basan Karakol cemiyeti, İstanbul’da Milli Mücadele lehine olumlu çalışmalar yaptıktan sonra, Kara Vasıf Bey’in İngilizler tarafından Malta’ya sürülmesi ve Milli Mücadelede liderlik konusundaki anlaşmazlık üzerine Mustafa Kemal Paşa tarafından pasivize edilmiş, yerine Mustafa Kemal tarafından İstanbul’da kendisine ölümüne bağlı Topkapılı Cambaz Mehmet Bey başkanlığında Mim Mim(MM) grubu kurulmuştur. Mim Mim yanında Müdafaa-i Milliye Grubu da önemli ve en büyük siyasi örgütlerden biridir. “Kendilerini M.M.ler diye niteleyen grup daha çok istihbarat ve propaganda gibi hususlarda faaliyet gösterirken Müdafaa-i Milliye adıyla hareket eden grup ise silahlı mücadeleyi tercih etmişti.”[56]
Tevfik Paşa Kabinesi 5 Ocak 1919 tarihinde İstanbul’da, İngilizlerin ve Padişahın baskısına boyun eğerek geniş çapta siyasi tutuklamalar için harekete geçmiştir. İlk tutuklanan ve Bekirağa Bölüğüne yollanan siyasi tutuklu Kırklareli Mutasarrıfı Hilmi Bey’dir.
Tutuklanması istenen kişilere yüklenen suçlama, Ermeni Tehciri, Savaş sırasında esir düşen İngiliz askerlere kötü muamele, Mondros Mütarekesi şartlarına uymamak ve işgallere karşı direnme gösteriliyordu. Vahdettin ve Damat Ferit Paşa bu tutuklamalar sayesinde İttihat ve Terakki Fırkası/Cemiyeti üyelerinin de ortadan kalkacağı için olumlu yaklaşım içindeydi. Hatta yargılamaların uzun sürmesi ve cezaevlerinden firarlar söz konusu olduğu için tutuklananların Malta’ya sürgüne yollanması fikri Damat Ferit Paşa tarafından General Milne’ söylenmiştir.
Bu arada İngiliz istihbaratı bir Ermeni’den İttihat ve Terakki Cemiyetinin Ermenileri katletmesi için (sözde)yayınladığı “10 Emir” başlıklı bir belge elde etmişti. Bu belgenin Cemiyetin arşiv sekreteri Esat Bey’in el yazısı olduğu iddia edilmiştir. Daha sonra sahteliği ortaya çıkan bu on emir şöyledir:
“1-Ermeni cemiyetlerinin tamamını kapatarak, hükümete karşı çalışanları tutuklayın, bunları Bağdat ve Musul gibi vilayetlere gönderin. Orada veya yolda öldürün.
2-Ermenilerin silahlarını toplayın.
3-Van, Erzurum, Adana gibi Ermenilerin Türklerin nefretini kazandıkları yerlerde özel ve uygun bir şekilde Müslüman fikirleri kışkırtın. Rusların Bakü’de yaptığı gibi katliamı provoke edin.
4-Adana, Sivas, Bursa, İzmit vilayetlerinde askeri kuvvetle Müslümanlara yardım edin. Erzurum, Van, Mamuretülaziz gibi vilayetlerde idareciler ayrılsın ve askeri disiplin kuvveti kullanın.
5-Papaz ve öğretmenlerle 50 yaşın altındaki tüm erkekleri öldürün. Kızları ve çocuklarını zorla Müslüman yapın.
6-Kaçabilen ailelerin kendi yurtları ile bağlantılarını kesin.
7-Ermeni memurlar casus olabileceğinden hepsini görevlerinden alın.
8-Uygun durumlarda ordudaki Ermenileri öldürün. Bu işi askeriyeye bırakın.
9-Eş zamanlı başlayabilecek hareket nedeniyle Ermenilerin savunma amaçlı olarak hazırlıklarına zaman bırakmayın.
10-Bu talimata harfiyen uyun. FO,371/4172,31307.”[57] Bu ve benzeri belgeler özellikle ABD’de gazetelerde yayınlanmış ancak daha sonra sahte oldukları anlaşılmıştır. Ancak Türkler aleyhine algı oluşması sağlanmıştır. Sahte belgeler çoğalınca İtilaf Devletleri bu belgeleri bir süre sonra ciddiye almamaya başlamışlardır.
İSTANBUL SIKIYÖNETİM MAHKEMELERİ:
İstanbul’da kurulan Divani Harbi Örfiler/Sıkıyönetim Mahkemeleri Mütareke/Ateşkes sonrası sosyal yaşamda ciddi anlamda yer elde etmiştir. Tevfik Paşa Hükümeti tarafından 14 Aralık 1918 tarihinde çıkan bir kararname ile Dünya savaşı sırasında tehcir ve yolsuzluk suçu işleyenler kurulacak Divani Harbi Örfi mahkemesinde yargılanmasına karar verilmiştir. Damat Ferit Paşa Hükümetinin 8 Mart 1919 tarihli aldığı karar ile Divanı Harbi Örfi’nin kapsamı genişlemiştir.
Divanı Harbi Örfi Mahkemeleri mahkeme başkanının adı ile anılıyordu.
16 Aralık 1918 tarihinde oluşan mahkemenin başkanı Mahmut Hayreti Paşa’dır. Mahkeme üyeleri ise, Nemrut Mustafa Paşa, Artin Mestciyan ve Adliye hâkiminden oluşuyordu. Yozgat Tehciri davası bu mahkemede başlamış ancak sonuçlanmamıştır.
8 Mart 1919 tarihinde oluşan mahkemenin başkanı Ali Fevzi Paşa’dır. Ali Nazım Paşa, Mustafa Paşa, Zeki Paşa, Miralay Recep Ferdi Bey mahkeme üyeleridir. Ali Fevzi Paşa’nın başkanlığı on gün sürebilmiştir. Yerine Mustafa Nazım Paşa başkanlığa getirilmiştir. Savcılığı Mustafa Nazmi Bey yapmıştır. Mustafa Nazım Paşa Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idamına karar vermiş, Yozgat Tehciri davasını sonuçlandırmıştır.
24 Temmuz 1919 tarihinde oluşan mahkemenin başkanı Zeki Paşa’dır. Mahkeme üyeleri Emin Paşa, Ali Nazım Paşa, Mustafa Paşa, Miralay Recep Ferdi Bey, Ethem Paşa’dır.
26 Ağustos 1919 tarihinde oluşan mahkemenin başkanı Ahmet Said Paşa’dır. Mahkeme üyeleri Recep Paşa, Ahmet Hamdi Paşa, Ahmet Refik Paşa, Ahmet Necip Bey’dir.
19 Ekim 1919 tarihinde Ali Rıza Paşa Hükümeti tarafından oluşturulan mahkemenin başkanı Ahmet Esat Paşa’dır. Mahkeme üyeleri İhsan Paşa, Mustafa Paşa, İsmail Hakkı Paşa, Miralay Süleyman Şakir Bey, Miralay Şükrü Beydir. Elazığ Tehcir davası ile İttihat ve Terakki Katibi Mesuller/Sorumlu Sekreterler davalarına bakmışlar 16 kişiyi yargılamışlardır.
10 Nisan 1920 tarihinde Damat Ferit Paşa tarafından atanan mahkemenin başkanı Nemrut Mustafa Paşa’dır. Recep Paşa, Miralay Recep Bey, Miralay Ferhat Bey, Fettah Bey’den oluşan mahkeme on iki ağır cezalık dosyaya bakmış ve 166 kişi hakkında karar vermiştir.
31 Ekim 1920 tarihinde Tevfik Paşa tarafından oluşturulan mahkemenin başkanı Hurşit Paşa, üyeleri de, Miralay Abdülkerim, Miralay Ömer Cemil, Binbaşı Sabit, Binbaşı Mehmet Ali, Binbaşı Refet Bey’dir.
26 Mart 1922 tarihinde Tevfik Paşa Hükümeti tarafından kurulan ve iki gün görev yapan mahkemenin başkanı Abdülkerim Paşa, üyeleri de Miralay Ömer Cemil, Binbaşı Sabit, Binbaşı Mehmet Ali ve Binbaşı Refet Bey’dir.
Divanı Harbi Örfi/Sıkıyönetim Mahkemelerinde en önemli kabul edilen suç, Ermeni Tehciri olması nedeniyle, 1919 yılında gerçekleşen, Ermeni Tehciri ile ilgili yargılamalarına bakalım:
27 Nisan 1919 tarihinde başlayan İttihatçılar davasının ilk oturumunda İddianame okunmuş ve dava savcısı/Müddeiumumîsi Mustafa Nazmi Bey’in konuşması, daha sonra Celaleddin Arif Bey ile Sadeddin Bey’in sorgusu gerçekleşmiş ve bu konuşmalara karşı savcı Mustafa Nazmi Bey’in karşı konuşması olmuştur. 4 Mayıs 1919 tarihinde devam eden oturumda Meclisi Mebusan Başkanı Halil Bey’in itiraz dilekçesi ele alınmış, sonra da Mithat Şükrü Bey, Ziya Gökalp Bey, Küçük Talat Bey, Cevad Bey ve Atıf Bey’in sorguları yapılmıştır. 6 Mayıs 1919 tarihli üçüncü oturumda, Mithat Şükrü Bey, Ziya Gökalp Bey, Küçük Talat Bey, Atıf Bey savunmalarına başlamışlardır. Haydar Rıfat Bey’in görev ve yetki itirazı mahkemece ret edilmiş, Rıza Bey savunmasına başlamıştır. 8 Mayıs 1919 tarihli dördüncü oturumda, önce Ziya Gökalp Bey, Mithat Şükrü Bey, Atıf Bey ve Rıza Bey konuşmuş bu konuşmalara karşı olarak mahkeme üyesi Nemrut Mustafa Paşa söz almış, arkasından Küçük Talat Bey ve Cevad Bey konuşmuştur. Beşinci oturum 12 Mayıs Pazartesi günü yapılmıştır. Cevad Bey, Mithat Şükrü Bey ve Ziya Gökalp Bey’in konuşmalarından sonra ara verilmiş, aradan sonra Ziya Gökalp Bey’in konuşması devam etmiş daha sonra da Atıf Bey, Rıza Bey ve Küçük Talat Bey savunma yapmıştır. 14 Mayıs 1919 tarihindeki altıncı oturuma Mithat Şükrü Bey’in konuşması ile başlanmıştır. Sonra Atıf Bey, Rıza Bey, Küçük Talat Bey, Ziya Gökalp Bey ve Cevad Bey söz alarak konuşmuştur. Birinci İttihatçılar davasının son oturumu 17 Mayıs 1919 tarihinde yapılmıştır. Mithat Şükrü Bey, Ziya Gökalp Bey, Rıza Bey ve Küçük Talat Bey son savunmalarını yapmışlardır.
İttihatçıların davasının ikinci bölümü olarak kabul edilen davanın birinci oturumu 3 Haziran 1919 tarihinde başlamış, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin kimlik tespitinden sonra, İddianame okunmuş, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Ayan Başkanı Rıfat Bey ve Posta Telgraf Nazırı Hüseyin Haşim Bey’in sorgusu yapılmıştır. 5 Haziran 1919 tarihli oturumda Haydar Rıfat Bey’in görev ve yetki itirazı ele alınmış ve ret edilmiştir. Arkasından Hüseyin Haşim Bey’in ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin sorgusu devam etmiştir. 9 Haziran ve 12 Haziran tarihlerinde de bu kişilerin sorgusu bitirilmiş, savunmalarına geçilmiştir. 24 Haziran 1919 tarihli beşinci oturumda, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Posta Telgraf Nazırı Haşim Bey savunma yapmıştır. Savcı Reşad Bey avukatların talebi doğrultusunda mütalaasını Çarşamba günü vermeyi kabul etmiş ve Çarşamba günü yapılan duruşmada mütalaasını vermiştir. 26 Haziran 1919 tarihli yedinci oturumda Ali Haydar Bey savunmasını yapmıştır. 5 Temmuz 1919 Cumartesi günü mahkemece karar sureti okunmuştur.
İttihat ve Terakki Cemiyeti Katibi Mesuller Davası 21 haziran 1919 tarihinde başlamıştır. 23 Haziran 1919 tarihinde Selahaddin Bey, Abdülgani Bey, Zühdü Bey, Mithat Bey, Cevdet Bey, Avni Bey’in sorguları yapılmış, 28 Haziran 1919 tarihli üçüncü oturumda bu kişilerin savunmaları dinlenmiş, akabinde karar duruşması yapılmıştır. Tehcir konusunda Trabzon Tehcir ve Taktil Davası, Yozgat Tehcir ve Taktil Davası, Büyükdere Tehcir Yargılaması, Elazığ Taktili Yargılaması Davası, 9 Ağustos 1919 tarihli Sapancalı Hakkı Davası görülmüştür. Tehcir Yargılamaları ile ilgili geniş bilgiyi Osman Selim Kocahanoğlu’nun “Tehcir Yargılamaları 1919” isimli kitabında bulabilirsiniz.
Divanı Harplerin yanı sıra, İşgalciler de İstanbul’da kendi mahkemelerini kurmuşlar, istediklerini yargılamışlar kendi gözetimindeki hapishanelere atmışlardır. Bu arada İstanbul’da ki hapishaneler inanılmaz kötü durumdadır. Açlık, hastalık, yoğunluk nedeniyle her türlü suçlunun ve her yaş suçlunun bir arada olduğu birer cehennem olan hapishaneler de yaşamak çok çok zordur.
İtilaf devletleri kendi aralarında yaptıkları görüşme sonucu İstanbul’un fiili olarak da işgaline karar vermişlerdir. İstanbul’da bulunan Yüksek Komiserler 15 Mart 1920 günü yaptıkları toplantıda durum değerlendirmesi yapmışlar ve 16 Mart günü fiili olarak İstanbul işgal edilmiştir. Zaten birkaç gün önce önemli askeri ve stratejik önemi olan özel yerlerde denetimi almışlardı. İstanbul Hükümeti fiili işgal karşısında hiçbir şey yapmamıştır.
“İşgal kuvvetleri 26 Mart 1920 tarihinde Padişah’ın selamlık muhafızının silahlarını alarak, 30 Mart 1920 tarihinde Beyazıt Kulesi’ndeki Türk bayrağını yırtarak, 16 Mayıs 1920 tarihinde ise İstanbul’da seyahat eden Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın arabasını durdurarak adeta resmi işgalin ne anlama geldiğini ispatlamaya çalıştılar”[58]
REFET PAŞA İSTANBUL’DA:
Mudanya Mütarekesi sonrası, İstanbul işgal yönetimi Refet Paşa’yı İstanbul ve Trakya’ya geçmesine izin vermek istemediyse de, Refet Paşa’nın İstanbul’a doğru geldiği anlaşılınca ses çıkaramadılar. 19 Ekim 1922 tarihinde yanında yüz jandarma eri ile birlikte Gülnihal vapuruyla İstanbul’a geldi. Refet Paşa’yı coşkulu bir kalabalık ve Padişah adına Ali Nuri Bey, Veliaht Abdülmecit’in yaveri Remiz Bey, Sadrazam Tevfik Paşa adına Yaver Selahaddin, şehzadeleri temsilen şehzade yaverleri, Kızılay Başkanı Hamid (Hasancan) Bey, Trakya Cemiyeti yöneticileri karşıladı. Karşılamaya gelen Veliaht Abdülmecit efendinin yaveri ile Refet Paşa arasında geçen şu diyalog önemlidir.
“Gemiye ilk çıkan Veliaht Abdülmecit Efendinin yaveri Remzi Bey, Refet Paşa’ya;
-Saltanatın veliahttı adına hoş geldiniz. Der.
Refet Paşa’da;
-Abdülmecit Efendi, saltanatın değil, yüksek makam olan hilafetin veliahtıdır. Diye cevap verir.”[59] Bu diyalog, işbirlikçi saltanatın suyunun ısındığının açık bir kanıtıdır.
Saltanat kaldırıldıktan sonra İngiliz gemisiyle ülkesini terk edip, Müslüman olmayan bir ülkeye sığınan Vahdettin işleri kolaylaştırmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi zaman kaybetmeden, Müslüman olmayan bir ülkeye kaçan Vahdettin’in halifeliğinin düştüğüne karar verip yerine Abdülmecit Efendi’yi halife seçti. Tevfik Paşa hükümeti istifa etti. Ama istifayı sunacak bir makam kalmamıştı. Böylece 4 Kasım 1922 tarihinden itibaren Refet Paşa İstanbul’un tam yetkili yöneticisi olmuştu.
Yaklaşık bir yıl sonra 2 Ekim 1923 tarihinde İtilaf Devlet temsilcileri son kalan işgal kuvvetleri ile birlikte İstanbul’dan ayrılmıştır. 6 Ekim 1923 tarihinde Şükrü Naili Paşa komutasında 3. Kolordu Sarayburnu’ndan İstanbul’a girmiştir.
Francois Georgeon’un, İstanbul için söyledikleri pek çok şeyin özeti gibidir.
“Bedeli ağır bir savaşın dört yılı boyunca kent, kendini tehdit altında, kıstırırmış, açlık çeker halde buldu. Sonra çatışmalar sona erince, büyük güçlerin denetimi ve işgali, sokaklarda gezen ve düzeni sağlayan müttefik askerlerin aşağılayıcı varlığı, Balkanlar’dan ve Anadolu’dan gelen sığınmacı dalgası. Ve sonunda 1923’te Ankara lehine gözden düştü. Açıkçası, geçmiş on seneye bakınca, Muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak geçireceği son on sene de çok keyifli bir manzara vaat etmiyordu.”[60]
[1] İstanbul. Necdet Sakaoğlu. NTV tarih. Mayıs 2011. Sf:4
[2] O’na Katılmak. Erol Toy. Gürer yayınları. Şubat 2007. Sf: 65
[3] Çankaya-2 Falih Rıfkı Atay. Cumhuriyet gazetesi yayını. Ekim1999. Sf:118
[4] Çankaya Akşamları-2. Berthe G. Gaulis. Cumhuriyet Gazetesi yayını. Ocak 2001. Sf:42
[5] Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı. İsmail Arar. Cumhuriyet gazetesi yayını. Sf:23
[6] Türkiye Nasıl Doğdu. H.C. Armstrong. Arma Yayınları. Temmuz 1997. Sf:88
[7] Kurtuluş Savaşı Gençliği. Zeki Sarıhan. Öğretmen Dünyası yy. Ekim 2010. Sf:65
[8] Kurtuluş Savaşı Gençliği. Zeki Sarıhan. Öğretmen Dünyası yy. Ekim 2010. Sf:161
[9] Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları. Sadi Borak. Kaynak yayınları. 1983.Sf:80 vd.
[10] Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin Kaynakları. E. Semih Yalçın. Berikan y.evi. Ağustos 2003. Sf:135
[11] Kurtuluş Savaşı Gençliği. Zeki Sarıhan. Öğretmen Dünyası yy. Ekim 2010. Sf:143
[12] Cumhuriyete Giden Yol. Sempozyum. Türkiye Barolar Birliği yayını.2012. Sf:308
[13] Halide Edip. İpek Çalışlar. Everest yayınları. Mayıs 2010. Sf:508
[14] İstiklal Mahkemeleri. Ergün Aybars. İleri Kitapevi. 1995. Sf:221
[15] Siyasi Dargınlıklar-2. Kandemir. Ekicigil tarih yayınları. 1955. Sf:80
[16]Siyasi Dargınlıklar-2 Kandemir. Ekicigil tarih yayınları. 1955. Sf:96
[17] Milli Mücadele Yıllarında İstanbul Mitingleri. Zekeriya Türkmen. Berikan yayınevi.2016. Sf:86
[18] Kalemli Ordu. İsmail Çolak. Yitik Hazine yayınları. 2010 Kasım. Sf:62
[19] İstiklal Harbinde Mücahit Kadınlarımız. Fevziye Abdullah Tansel. AKM Yayını.1991.Sf:54
[20] İstanbul’da işgal yılları. İ. Hakkı Sunata. İş Bankası Kültür yayını. Mart 2006. Sf:99
[21] Monros-Sevr ve Kuvayi Milliye. Taha Akyol. Doğan Kitap. 2016. Sf:236
[22] İki Devrin Perde Arkası. S. Nafiz Tansu. Hilmi Kitapevi. 1957.Sf:223
[23] Ahenk ve Halk gazetelerinde İşgal Hatıraları. Mevlüt Çelebi. AAM. 2015. Sf:205
[24] Atatürk’e Nasıl Vize Verdim. Nezih Uzel. Selis Kitaplar.2008. Sf:65
[25] İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi. Abdurrahman Bozkurt. AAM.2014.Sf:14
[26] Mütareke Döneminde Rum Nüfus hareketleri. Cengiz Mutlu. AAM.2014. Sf:225
[27] İstanbul’da işgal yılları. İ. Hakkı Sunata. İş Bankası Kültür yayını. Mart 2006. Sf:49
[28] İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi. Abdurrahman Bozkurt. AAM.2014.Sf:76
[29] Bekirağa ve Malta Anıları. Mehmet Akif Bal. Ark yy. Mayıs 2003. Sf:183
[30] İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi. S. Yıldırım. A. Sofuoğlu. Köksav yayınları. 2010. Sf:109
[31] İstanbul’un İşgali. Mümin Yıldıztaş. Yeditepe yayınevi. Haziran 2010. Sf:23
[32] İstanbul’un İşgali. Mümin Yıldıztaş. Yeditepe yayınevi. Haziran 2010. Sf:41
[33] İstanbul’un İşgali. Mümin Yıldıztaş. Yeditepe yayınevi. Haziran 2010. Sf:94
[34] Milli Mücadele Yıllarında İstanbul Mitingleri. Zekeriya Türkmen. Berikan yayınevi.2016. Sf:43
[35] Milli Mücadele Yıllarında İstanbul Mitingleri. Zekeriya Türkmen. Berikan yayınları. 2015. Sf:49
[36] İstiklal Harbinde Yararlı ve Zararlı Cemiyetler. Yücel Özkaya. AAM.2011. Sf:31
[37]İstiklal Harbinde Yararlı ve Zararlı Cemiyetler. Yücel Özkaya. AAM.2011. Sf:96
[38] İstiklal Harbinde Yararlı ve Zararlı Cemiyetler. Yücel Özkaya. AAM.2011. Sf:109
[39] Teşkilatı Mahsusa’dan Mit’e. Ergun Hiçyılmaz. Varlık yayınları. 1990. Sf:30
[40] İstanbul’un İşgali. Mümin Yıldıztaş. Yeditepe yayınları. Haziran 2010. Sf:95
[41] İhtilalcı Türkler. Müslüm Ulusoy. Kamal yayınları. Ocak 2008. Sf:376
[42] MİT’in Gizli Tarihi. Tuncay Özkan. Alfa yayınları. Mart 2005. Sf:107
[43] Teşkilatı Mahsusadan Mit’e. Ergun Hiçyılmaz. Varlık yayınları. 1990. Sf:35
[44] Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar. Fethi Tevetoğlu. Türk Tarih Kurumu. 1991. Sf:8
[45] İpsiz Recep. Ergün Hiçyılmaz. Bilge Karınca yayınları.2005. Sf:34
[46] İstanbul’un İşgali. Mümin Yıldıztaş. Yeditepe yayınları. Haziran 2010. Sf:97
[47] Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar. Fethi Tevetoğlu. TTK.1991. Sf: 127
[48] Teşkilatı Mahsusadan Mit’e. Ergun Hiçyılmaz. Varlık yayınları. 1990. Sf:36
[49] Osmanlıdan Günümüze gizli Devlet. Suat Parlar. Bibiotek yayınları. Ocak 1997. Sf:93
[50] Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar. Fethi Tevetoğlu. Türk Tarih Kurumu. 1991. Sf:16
[51] Direniş 1919. Nurer Uğurlu. Örgün yayınevi. Mayıs 2009 Sf:369
[52] Trabzon’da Muhalefet. İsmail Akbal. Serander yayınları.Eylül 2008 Sf:62
[53] Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar. Fethi Tevetoğlu. Türk Tarih Kurumu. 1991. Sf:29
[54] İlk Meclisin Vekilleri. Ahmet Demirel. İletişim yayınları.2014. Sf:34
[55] Askeri Polis Teşkilatı. Hamit Pehlivanlı. Genelkurmay yayınları. 1992. Sf:3
[56] İstanbul’un İşgali. Mümin Yıldıztaş. Yeditepe yayınları. Haziran 2010. Sf:100
[57] İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi. Abdurrahman Bozkurt. AAM.2014.Sf:99
[58] İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi. Abdurrahman Bozkurt.AAM.2014.Sf:343
[59] Rauf Orbay. Aksel Keskin. Parola yayınları.2014. Sf:195
[60] İstanbul.1914-1923 Hz: Stefanos Yerasimos. İletişim yayınları.2015. Sf:95