Soğuğun ve yalnızlığın sesine eşlik eden, taşranın zamansızlığına inat öten bir horozun sesiyle başlar serüven…
Nuri Bilge Ceylan, bu filmde tüm anlatmak istediklerini, insanın kendisine ve yaşadığı mekâna yabancılaşmasını, yenilmişliğini, bu filme kadar çektiği diğer filmlerde yaptığı gibi sessizlikle ve uzun görsel boşluklarla değil, doyurucu ve anlamlı felsefi konuşmalarla vermeye çalışmıştır.
İnsanların hataları, hırsları, tatminsizlikleri, egoları, içinden çıkamayıp saplanıp kaldıkları bataklıkları, pişmanlıkları, kendi varoluşları içinde sorgulanır ve tüm bunlar mükemmel ve akıcı bir anlatım diliyle yapılır.
Kış Uykusu, Yılmaz Güney’in yol filminden sonra Altın Palmiye Ödülü kazanan ikinci Türk filmidir.
Oyuncular; Haluk Bilginer, Melisa Sözen, Demet Akbağ, Ayberk Pekcan, Serhat Mustafa Kılıç, Tamer Levent, Nadir Sarıbacak, Nejat İşler, Mehmet Ali Nuroğlu. Her biri muhteşem oyunculukları ile bu üç saat süren filmin temposunu hiç düşürmeden sonuna kadar ayakta tutmuşlardır.
Filmin müziği Schubert’in Ölüm Sonatı olarak da adlandırılan 20 numaralı sonatıdır. Bu şahane müzik filmle öyle iyi özdeşleşmiştir ki film bu müzikle adeta ruhunu bulmuştur.
Filmin senaryosu Ebru Ceylan ve Nuri Bilge Ceylan tarafından yazılmıştır. Senaryonun bazı bölümleri Anton Çehov’un Karım ve İyi İnsanlar adlı öykülerine dayanmaktadır. Ayrıca sadece Çehov’un değil, Shakespeare ve Dostoyevski’nin izlerini de görürüz filmde.
Filmin başrol oyuncusu Haluk Bilginer’in canlandırdığı entelektüel karakter Aydın, bir oyuncudur. Emekli olduktan sonra Kapadokya da babadan kalan otelini ve diğer mülklerini işletmek için oteli Othello’ya yerleşir. Yanında kendisinden ruhen ve bedenen uzak ve soğuk olan, bıkkın karısı Nihal ve kocasından boşanmış olmanın pişmanlığını üzerinden atamamış ablası Necla ile birlikte her tür sorumluluktan uzak, durağan bir hayatın içinde hapistir. Aydın sorumluluk almaktan, kendisiyle gerçek anlamda yüzleşmekten korkan bir kişidir. Necla ise küserek, sürekli şikâyet ederek ve insanları küçümseyerek varlığını ispat etmeye çalışan, kendi gerçeklerini ve çelişkilerini görmezden gelen, başkalarını ise sürekli aşağılayan bir kadındır.
Adil ve sınıfsız bir dünyaya duyulan özlem filmde bir taşla simgelenir, arabanın camına küçük bir çocuk tarafından atılan bir taşla…
Filmde, Aydın Bey ve onun mülkiyet uşağı, kiralarını toplayan Hidayet’in olduğu arabaya bir taş fırlatır küçük İlyas… Bu taş bize adalet, suç, ceza ve masumiyet kavramlarını sorgulatır. İnsan onurunu yok sayan kokuşmuş kapitalist sisteme, ezilmişliğe, yokluğa ve yoksulluğa karşı duyulan öfkedir İlyas’a o taşı attıran. İlyas’ın babası İsmail maden işçisidir ve işten atılmıştır. Aydın’ın evinde kiracı olarak oturmaktadırlar. Babası işten atılınca kirayı ödeyemediğinden İlyas’ın evine haciz gelmiştir. Evlerindeki televizyon ve buzdolabı alınmış bunlar yetmezmiş gibi bir de haciz memurlarına direndiği için babası İsmail, polisler tarafından İlyas’ın gözleri önünde dövülmüştür. Bu da tüm bunları yaptıran Aydın’a ve uşağına karşı onda bir nefret doğurmuştur. Üstüne üstelik uşak Hidayet İlyas’a öyle laflar eder ki babası İsmail çileden çıkar ve İlyas’a okkalı bir tokat atar. Bu tokat, toplumdaki sınıf ayrımını yaratan, körükleyen, yoksula yaşam hakkı tanımayan bu çarpık düzene çanak tutan herkese atılmıştır aslında.
Filmde sürekli yalvarır halde, çaresizlikten ve yokluktan ezilip bükülen İmam Hamdi, İlyas’ı Aydın’ın yanına özür dilemesi için götürür. İlyas özür dileyecek ne yapmıştır, hiçbir şey… Buna rağmen İmam Hamdi İlyas’tan, Aydın’ın elini öpmesini ister. İlyas, Aydın’ın elini öpmeyi bir türlü kendine yediremediği için onun uzattığı elin önünde yere yığılıp kalır ve bizde onunla birlikte, insanların birbirlerine çektirdikleri sonu gelmeyen acılara lanet okuyarak çöker kalırız.
Yaşadığı adaletsizlikler, korkular, tanık olduğu bitmeyen şiddet ve acımasızlığın İlyas’a kattığı şey polis olma isteği olmuştur. Filmin ilerleyen sahnelerinde kendisine ne olmak istediği sorulduğunda polis olmak istediğini söyler. Babasının polisler tarafından dövüldüğüne tanık olan bir çocuk neden polis olmak ister? Bu sorunun cevabı açıktır, dayak yememek için dayak atan olacaksın!
Film, insanın kendi içindeki çelişkilerini, iki yüzlülüğünü, acımasızlığını, özellikle üç karakter, entelektüel görünmeye çalışan bir narsist olan Aydın; güce, paraya ve ihtişamlı yaşama teslim olan Nihal ve çok affedici görünen, kötülüğe karşılık vermediğini iddia eden Necla üzerinden verir ve izleyiciye bu kavramları Dostoyevski tadında sorgulatır.
Aydın, kasaba gazetesine yazılar yazar ve bu yazılarında toplumsal meselelere duyarlı bir yazar portresi çizer. İnsanların yoksulluğundan dolayı acı çektiğini bile dile getirir. Ancak kendi kiracılarına karşı son derece vicdansızdır, yapmadığını bırakmaz. İnsanları sürekli aşağılamaktan haz duyar. Kendisini ziyarete gelen İmam Hamdi’nin çamurlu ayakkabılarını tiksinerek, ayağıyla yan tarafa ittiği, Hamdi ile konuşurken çorap kokusundan rahatsız olup camı açtığı sahneler yine karlı ve çamurlu bir yolda bir çocukla birlikte kilometrelerce yürüyerek ziyaretine gelen İmam Hamdi’yi geri çevirdiği sahneler Aydın’ın sırf kibir ve kötülükle beslenen bir narsist olduğunu gösterir bize. Ancak böyle biri kendini aydın, iyiliksever, halkın yanında biri olarak lanse etmekte bir beis görmez.
Nihal sözde hayırseverdir. Okul için yardım kampanyası düzenler. Oysa sadece kendi otoritesini, otelde yaratmaya çalıştığı krallığını koruma çabasındadır. Nihal ve Aydın’ın eşsiz diyaloglarından Nihal’in göründüğü gibi masum olup olmadığını da sorgularız. Nihal güce, paraya yenik düşmüş, bunları kaybetmemek için yani dışındakilere sahip olmak için içindekileri kaybetmiştir. Bu, güce teslimiyetin cezasını da kötü çekmektedir.
Necla sözde, kötülük yapmaz, kendisine yapılan kötülüğe kötülükle karşılık vermez görünür, insanları yargılamaz ve affedicidir. Oysa bir bakarsınız hizmetçinin kırdığı birkaç bardak yüzünden öfkesi dağları tutar ve hizmetçiyi cezalandırır. Bu sahnelerle, insanların iki yüzlülüğüne çarpıcı vurgular yapılır.
Ölmek pahasına özgürlüğe koşan yılkı atlarıyla ilgili sahnelerle birlikte vicdanın yüceliği, özgürlüğün vazgeçilmez, paha biçilmez oluşu, teslimiyetin ruhumuzu ve bedenimizi yok edişi, Nuri Bilge Ceylan’ın vurucu görsel kullanımı ile içimize kazınır.
Filmin can damarı bana göre, yılkı atlarının özgürlüğe kavuşma ya da var olan özgürlüklerini insanlardan koruma çabalarının yer aldığı çok sarsıcı ve can yakıcı sahnelerdir. Doğası gereği özgür olması gereken yılkı atlarından birinin yakalanması, buz gibi bir nehirde terbiye edilmeye çalışılması, özgürlük için özgürce yaşam için çırpınması, ancak insanlarla baş edemeyip tökezleyip, teslim olması izlerken bizim de canımızı fazlasıyla yakar. Atın ciğerlerini parçalarcasına soluduğu sahnelerde nefesi kesilmeyen insanın vicdanını sorgulaması gerekir.
Filmdeki tüm karakterler de aslında bir özgürlük arayışı içindedir. Ancak toplumsal adaleti, hakça paylaşımı sağlamadan, sadece benim olsun, daha çoğu benim olsun, iktidarım ve gücüm ne pahasına olursa olsun korunsun şeklindeki bencillikle, kibirle ve hırsla doluyken gerçek bir özgürlüğe ulaşmak mümkün değildir.
İçinde yaşamaya çalıştığımız vahşi, acımasız kapitalist sistemin yarattığı vicdansız ve bencil insanlardaki iktidar hırsı, sürekli bir şeylere sahip olma, avlama ve tüketme isteği, doğayı ve doğanın gerçek sahiplerini yok etmektedir. Ekolojik sistem insan eliyle yok edilmektedir. İnsanlık bir kış uykusuna yatmıştır ve uyanmamakta ısrarcıdır.
Her insanın, filmdeki her karakterde kendinden bir şeyler bulacağı, derin psikolojik analizler içeren bu film dikkatle izlenmelidir.
İyi seyirler.