Kullanım değerinin, bu denli değişim değeri taşıdığı bir cevher yoktur evrende.
SUÇ…
Ortaçağ Kilisesi, suçun açığa çıkarılmasının yanı sıra, suçluyu cezalandırmada da çok hünerlidir. Zanaatkârlar en mükemmel işkence aletleri yapmak için birbirleriyle yarışırlar.
Binlerce tür işkence aletleri bu sayfanın çok çok dışına taşar.
Dostoyevski denilince aklımıza ilk gelen suç ve ceza olduğu için, konumuzu bununla açmak zorunda kaldık. Zorundayız, çünkü daha “suç” un ne olduğunu ve ne olması gerektiğini bilmiyoruz. Basitten zora doğru gideceğiz.
Suç, ne keşfedilen, ne icat edilen, ne bulunan, ne imal edilen ne üzerinde deney yapılabilen bir maddedir.
Suç, ne galaksimizde, ne de evrenin derinliklerinde rastlanacak bir meteor da değildir.
Suç, kapitalist gangsterlerin ürettiği ve cezasını emekçiye kestiği bir zulüm biçimidir. Elbette burjuva buluşu değildir. Ancak devir aldığı feodal ufalanmanın birikimlerini taşır. Bir adım sonrasında ise suçun, en zorba, en hukuksuz, en cani, en karanlık örgüt olduğunu görürüz.
Fransız devriminden hemen sonra, zekice tasarlanan mekanik işkence aletleri işkencecilere sunulur.
Bunları dürüst işçilerin üretmiş olmasının bir değeri yoktur. Suç örgütü olarak ortaya çıkan kapitalizm, yalnızca işkence aletlerini değil, bunları düzenleyen ceza hukuku ve bu dersleri veren profesörleri de üretimin içine katar. Yargıçlar, cellâtlar, gardiyanlar ve mahkemeler de suçu ortaya çıkarmaktaki hünerlerini gösterirler. Suç, sistemin gelişmesiyle değil, sistemin kendisiyle birlikte doğmuştur. Özürlü olan aslında kapitalizmin kendisidir.
Çünkü suç, kapitalizmin eşitsiz paylaşımı korsanca kendine mal etmesiyle var olur.
Yoksulluğun, sefaletin, açlığın bir kenara ittiği insan kitlesi, 1848 Fransa’sında ayaklanır ayaklanma doruğa çıkar. Aynı dönem, Çarlık Rusya’sında durum farklı değildir.
Genç Dostoyevski 1847 yılında ütopik sosyalist bir gruba üye olur. Ancak iki sene sonra 1849 da tutuklanır ve gizli duruşma sonrası idama mahkûm edilir. Sanayi devrimi batıda olduğu gibi işlemez. Mekanik işkence aletleriyle henüz tanışılmamıştır. Çarlık, hem suçu üreten, hem de ceza üreticisi olarak idamı affeder ama 4 yıl kürek, 5 yıl da sürgün cezası verir. Suç ve Ceza, hiçbir ülkede hiçbir yasada hiçbir yönetmelikte birbirine benzemez. Çünkü suç karşılığı ceza uygulaması, o ülkenin o günkü güç dengelerine göre işler. Oysa suçu üreten ve pazarlayan kapitalizm, cezayı da her zaman emekçi yoksul ve ya örgütlü halka karşı kullanır.
Çünkü kapitalizm tüm zorbalığı ile suçu, örgütlü hale dönüştürür.
Kendi öldürür, kendi kırım yapar, kendi soyar, kendi sömürür, kendi çalar ve KENDİSİNE KARŞI en ufak bir düşünce bile, suç olarak cezaya çarptırılır.
Dostoyevski, kapitalizmin ürettiği suç toplumunu, cezasını çektiği kürek yıllarında anlamış olmalı.
Dostoyevski’nin kahramanı [ Raskolnikov ]
En karanlık pislik örgütü içinden bahanesi ne olursa olsun bir başına sıyrılmak ve dikenli tellerle çevrilmiş ezilen bir sınıf içinden, bu çitin dışına atlamak.
Dostoyevski’nin Raskolnikov’a verdiği görev budur. Ancak işlediği suçtan daha büyük bir cezaya çaptırır onu. Vicdanı, karakoldaki polisten ve kendisini izleyen müfettişten daha ağır sorgular kendisini. Yalnızca cinayeti işlediği anı değil, sonrasında gelen her kurguya yeni bir sayfa açar. Öyle ki yemek yemesindeki isteksizlik, insan ilişkilerini reddetmesi, kendinden tiksinmesi ve kendinden duyduğu nefreti dışarı taşırması bile, ayaklanmaya kalkan vicdanının isyan sesleridir.
Bu başkaldırının müsebbibi* elbette sefilliğin, yoksulluğun, içiciliğin, küfrün, sertifikalı çalışmanın, dolandırıcılığın, savaşın, sürekli krizin ve devrim tarafından tehdit edilen Çarlık özel mülkiyetinin kendisidir. Zira örgütsel olarak sürekli suç üreten Çarlık sistemi, cezayı da ezilen kitleye kesecektir.
*Bir şeyin suçlusu ya da o şeyin sorumlusu
Dostoyevski işte bu tozlu toprakların kendisidir…
Zira; Tutku, hırs, güç, gıpta, kıskançlık ve mülkiyet hakkı, yalnızca bireyleri birbirine düşürmekle kalmaz, suçu da körükler. “Suç,” ekonomik yıkılmalara karşın kapitalist olarak ayakta kalmanın bir aracı haline gelir.
Eserlerinde, bireysel tutkuların, dürtülerin hırsın ve bizzat toplumsal adaletsizliğin kabul edilmesi gerçeğini işler. Bu gerçeğe başkaldıran herkesi yasa uygulayıcı mercilere, mahkemelere idama ya da Sibirya’da sürgüne gönderir.
Dostoyevski gerçek edebiyattan söz ederken, gerçeğin kendisi de gerçek hayatın içindedir. Ve ne yazık ki gerçek yaşamda, Çarlık yasaları, yönergeleri, talimatları, emirleri ve bu emirlerin buyurganlığı baskısında cisimleşir.
Dostoyevski işte bu baskıcı toprakların kokusudur.
Zira; Toplumsal gövdeyi oluşturan üretici sefil güç, her üretim aracının bir hizmetlisi haline dönüşür. Silahın gövdesi-mekanizması-barutu ve kendisine yöneltilen tetikten habersiz monte eder tüm parçaları. Ve ölüm kendisine değdiğinde, yeniden dirilip sorgulama şansı yoktur.
İşte gerçek dediğimiz edebiyat, bu çarkın öğütücü yırtıcı ve yok edici dişleri arasında şekillenir.
Dostoyevski, çağının içinde bulunduğu yoksulluğu ve yoksunluğu son derece gerçekçi bir şekilde anlatır. Bu öyle bir gerçekçiliktir ki, eserleri okurken adeta o yoksulluğu yaşarsınız. Ancak, Dostoyevski’nin anlatımında ki bu olağanüstü gerçekçiliğe rağmen, sırtı terlediğinde atleti ve gömleğini değiştiren, sabah giydiğini akşama giymeyen günümüz gençliğine, o dönemin yoksulluğunu anlatmak ve anlamlandırmalarını sağlamak yine de imkansızdır .
Mesela, Çarlık Rusya’sındaki şu yoksul kadının çilesini bir düşünelim
Kadın, pas ve kir içindeki bir gömleği akşamdan yıkayıp sabaha kadar ev içine astığı ipte kurumasını beklemek, sökükleri dikmek, yerdeki tahtaları silmek, çocuk bezlerini yıkamak, çorapları yamalamak ve tüm bu işleri bir iki mumun aydınlık karaltısı içinde yaparken bir yandan da uyuyan çocuklarının üzerinde gezinen fareleri kovma peşindedir.
Soylu ya da tüccar birisinin evine gelme olasılığına karşın ev içinde eski bir kanepe, bir iki sandalye ve her tarafı çürümüş bir masa bulunur. En acınası da, evde çocuklarına içireceği bir tas çorbası bile yokken, evi her gün inatla temizleyen kadının, egemen sınıf psikolojisi altında ki ezilmişliğidir.
Zira aynı kadın,
Soylu kişi karşısında küçük düşmemek için, kendisini döven, çocuklarının rızkını meyhanelerde harcayan içici bir babaya aynı pis gömleği giydirmeme telaşındadır.
Sırf başkalarından daha kötü olmadıklarını kanıtlamak, ayıplanmamak, yoksulluk gururunu kotarmak, ezilmiş, sindirilmiş olmadığını ispatlamak zorundadır.
Aynı kadın,
Sertifikalı çalışan, veremli, zayıf, cılız, aç ve sıtmaya tutulmuş on dört yaşındaki kızının, ağzı leş kokan azgın erkeklerin altında inlemelerini duymazdan gelmek zorundadır.
Ve yine aynı kadın,
Hainlik, gaddarlık, vahşilik, acımasızlık, nefret, kin, duygu yoksunluğu ve yalnızca pazar yasalarının hükmettiği ve tüm yaşamın bu yasalara uygunluğu esasına uymak zorundadır.
Dostoyevski
İçini dökeceği kimseleri romanın kahramanı yaparak, onları kibirli, sarhoş, tiksinç, kendini beğenmiş, korkak, sahtekâr, yalaka insanların arasına salar. Kadere, tanrıya, dine, İsa’ya, kiliseye ve kutsanmaya inanan sefil, yoksul, çaresiz, çirkef kuyusuna batmış insanların, merhamet, acıma gibi duygularla bu barbarlığın arasından sıyrılma olasılığının olmadığını gösterir.
Nitekim aynı kadının,
Paris’in saray yaşantısı üzerine büyük bir merak ve doymak bilmez sorular sorması, içinde bulunduğu sefil hayatı, sanki yaşamsal şeylermiş gibi göstermesi, günümüzde hala değerini koruyan değersizliğin de dramıdır.
Her ne kadar Dostoyevski’nin kahramanları,
Çağının bu acımasız koşullarını resmederken, bu görüntünün arkasına düşen gölge kahramanlar olsa da, özgürlüğe giden yolun, yalnızca insana tutunabilmekten geçeceğini bilmesi, çağımız felsefesini açıklamak açısından çok önemlidir.
Ve özcesi Dostoyevski,
Her gerçekçi roman, öykü ve benzerleri gibi, kahramanın öfkesini, nefretini, ezilmişliğini, anlatsa da, aslında kahramanın kendisi, gerçek yaşamdaki Dostoyevski’dir.