Hüseyin Efendi gaz lambasını üfleyerek söndürdü. Yün atletini, keçe gömleğini ve son olarak kumaş yeleğini sırtına geçirdi. Önünü iliklemeden yarı karanlık odadan sahanlığa çıktı. Çaresizlik bu olmalıydı. Bir yanda yere çömelmiş su dolu leğen içine batırdıkları tülbent ve çaputla bebeğin ateşini düşürmeye çalışan genç kızlar, diğer yanda sedire bağdaş kurmuş Kur’an ve dua okuyan yaşlı kadınlar.
Tahta zemin üzerinde ise her şeyden habersiz direnen bir beden. Hasır döşekli sedirde ise bir oğlan ve kız çocuğu uyuyordu. Çürümüş ahşap kolonun dibinde, ufak bir fareyle göz göze geldi. Bunca kalabalık arasında sofra bezi üzerindeki yumurta ve mısır kırıntılarına bakınıyordu. Akşamdan kalan papara yemeği ise kurumuştu.
Bir kız nereden geldiği belirsiz bir işaretle şalvarını toplayarak hemen sofraya yöneldi. Elinde ıslak bezle alelacele sofrayı sildi, örtüyü topladı ve yer sinisini yuvarlayarak kilere doğru sürdü.
Hüseyin Efendi devlet dairesinde kâtiplik yapıyordu ve yarın izninin son günüydü. Belki de…
Düşünün devamını getiremedi. Gözleri doldu. Akan yaşları silme gereği duymadan dış kapıya yöneldi. Kapı arkasına asılı pardösüsüne uzandı. Çiviye takılmıştı yine. Kaldırarak omzuna koydu. Kepini başına geçirdi ve gıcırdayan kapıyı araladı. O esnada genç kızlardan birisi eteğini toplayarak hızla yanından sıyrıldı. Elinde bakır bir tas vardı. İki basamaklı tahta merdivenden atlayarak çıplak ayaklarıyla acelece bahçeye yöneldi. Kar durmuş ama üst tabakası buzullaşmıştı.
Kız elindeki tahta kaşıkla karları deşti. Bakır tası doldurarak aynı acelecilikle sahanlığa geri döndü. Hüseyin Efendi onun arkasından baktı. Kız tastaki soğukluğu leğene boca etti. Diğerleriyle birlikte ıslak tülbentleri sıkarak bebeğin üzerine koydular. Bir tülbentten buhar çıkmaya başladığı an, soğuk suya batırılmış diğer bez hazırdı. Bebeğin az debelenmesi üzerine hemen telaşlı hareketler başladı.
Hüseyin Efendi kapıyı iteleyerek bahçeye yöneldi ve o an fark etti. Dut ağacının yanında birkaç köylü, kazma kürek bebek için çukur kazmaktaydı. Yutkunmanın ötesinde yapacağı hiçbir şey kalmamıştı. Bebek doğduğu yirmi günden beri yüksek ateşle cebelleşmekteydi. Annesinin verdiği sütü sürekli geri kusmuştu. İki kez beygirin üzerinde sağlık ocağına götürmüşler ama tabibin dediğine göre, en güçlü şuruplar dahi etkisini göstermemişti. Basamakta duran topuğuna basılmış ayakkabısını giydi. İçi buz olmuştu. Kapı eşiğine sönmesi için mangal konmuştu. Közler sanki kendisine göz kırpıyordu.
Bahçe kapısına yöneldi. Elini pardösünün dış cebine atarak tütün tabakasını çıkardı. Ama tütün sararak buzlanmış karda yürümek zordu. Caydı ve tabakayı geri iteledi. Bahçeden çıkarak köy kahvesinin yolunu tuttu.
Bebeğin debelenmesini hayra yoranlarla, karşı çıkanlar arasında tartışma yaşanıyordu. Dua okuyan yaşlı kadınlar, bebeğin çırpınışını son olarak görürken, soğuk suyla nemlendirme yapan genç kızlar ise, iyiye işaret olduğunda ısrar ediyorlardı.
“Mürvet Hanım biraz emzirsen, belki acıkmıştır yavrucak.”
Mürvet Hanım ses etmeden çıplak bedeni avuçlarının içine aldı. Bebeğe gebe kaldığını anca yedinci ayda fark etmiş bir de bu yetmezmiş gibi, on yedi gün önce doğmuştu. Ebe, köydeki kadınların yarısını ben doğurttum, emme şimdiye kadar hiç bu kadar cılız bir bebek görmedim. Zavallıcık demişti.
İlk günden beri komşu kızlar bebeğin etrafını sarmıştı. Çıplak bedeni yanmaktaydı. On iki yaşlarında bir kız, bebeğin omzuna parmağını dokundurmuş ve uzun bir süre o parmak izi orada kalınca korkarak kaçmıştı. Bazı okula giden kızlar, bebeğin kemiklerini sayıyorlardı.
“Bak şurada bir tane daha var.”
“Ben on dört tane saydım.”
Ne hocalar, ne dualar okumuş, ne de ayak bileğine bağlanmış muska bir sonuç vermemişti. Divanda oturan dört yaşlı kadın, sürekli bir şeyler mırıldanmakta ve biz olmasak bebeği çoktan gömmüştün demekteydiler. Mürvet Hanım bebeği yeniden tahta zemine bıraktı.
“Nafile” dedi. Bebek emdiğini geri püskürtmekteydi.
Kızlar acelece yerdeki çaputları suya batırdılar ve usulca ateşler içinde kıvranan bebeğin bedenine koydular. Mürvet Hanım bebeğe son bir kez bakıyormuşçasına göz gezdirdikten sonra cama yöneldi. Soğuk girmesin diye pencereye astıkları kilimi araladı. Sahanlığın içine ışık doldu. Dut ağacı yanındaki adamlara baktı. Bir damlacık çukuru bile kazamamışlardı.
Toprak buzdan dolayı sertleşmiş olmalı dedi içinden. Kilimi saldı. Mekân yeniden loşluğa bürünürken, birden aklına gelenle geri döndü.
“Kız Ayşe neredesin?”
“Buradayım ya Mürvet Teyze niye bağırırsın.”
“Sen gel hele.” İhtiyar kadınlar duymasın diyerek kızı dış kapıya sürükledi. Ayşe de heyecanlanmıştı.
“Bana bak kız. Şimdi iyi kulak ver bana. Sen ikiye gidiyorum demiştin demi.”
“Hıı hıı.”
“Tamam.” Rahatlamıştı. Derin bir soluk aldı.
“Senin ezberini ben bilirim. Şimdi bir koşu Haticelerin evine gideceksin. Bey’i diğer köydeki caminin imamıdır. Ama kar yolları kapadığından oralara gidemez. Şimdi evdedir. Hatice’ye beni söyle. Bebeği anlat. Ateşler içinde kıvranıyor de.” Belki de ölecek diyemez.
“Neyse işte anlat. Bey’i sana bununla ilgili kısa bir dua ezberletsin. De ki Mürvet Teyzem sana bir tavuk getirecek. Hem de besilisinden. Ama şu an bebeğinin yanından ayrılamaz de.” İlkokul ikiye giden kız şaşkınca bakındı.
“Hadi ne bekliyorsun koş.”
Kız ayağına rastgele bir ayakkabı sokuşturarak, düşe kalka koşmaya başladı. Arkasından bir kez daha seslenmeyi eksik etmedi.
“Ezberi unutma haa.” Mürvet Hanım ihtiyar kadınlara bakmadan mutfağa yöneldi ve mırıldanmaya başladı.
“Bir işe yarasalar bari. Bir de sürekli bunların karnını doyur.” Tel örgülü dolaptan bulgur torbasını ve sapı kırık bakraçtan üç tane kuru soğan çıkardı. Yere eğildi. Tezgâhın altındaki örtüyü ipi üzerinde kaydırarak açtı. Bakır tencerelere bir süre anlamsız baktıktan sonra büyükçe olana uzandı. Bunları da kalaylamak gerekir diyerek doğruldu. Ama gelen çığlıkla elindekini yere atarak sahanlığa koştu.
Hüseyin Efendi kahveye giden yola yöneldi. On üç yaşlarında iki çocuk camızları su yalağına sürüklüyordu. Son sokak dönemecinde kahvehane gözüktü.
Soba yeni yanmış olmalıydı. Kapı ve camlardan dışarıya yoğun bir duman sızmaktaydı. Umursamadan kapıyı iteledi. Duman hızla ona doğru yöneldi. Birkaç köylü tahta oturaklara çökmüş, bir kaçı da tüten sobanın başına çömelmişti.
“Ooo Hüseyin Efendi hoş gelmişsin” Burası ırgatların gündelik iş için bekledikleri kahvehaneydi.
“Seni burada görmek ne hoş.” Ancak konuşacak durumda değildi. Pardösüsünü eline aldı ve kireci dökülmüş duvara sırtını dayayarak usulca yere çöktü. Yeleğinin arkası bembeyaz oldu. Tütün tabakasını çıkardı. Diğer iç cebinden bir beze sarılı tütün yaprağını yere koyarak açtı. Kuru bir yaprak seçerek bezi aynı cebine aktardı. Kırılmış tütünü, yaprağın üzerinde dağıttıktan sonra kıvırdı. Cigarası hazırdı. Muhtar çakmağını aradığı an yanına gelen Selo Efendiyi fark etti. Ağzında bitmek üzere bir izmarit kalmıştı. Sigarayı ağzından alarak parmakları arasında ezdi ve yere ufaladı.
“Ne o Hüseyin Efendi. Devlet dairesi kapalımı bugün? Yoksa kar yolları kapadı da işe mi gitmedin?”
Selo Efendi köyün ırgat başıydı. Ama ardından gelen genç adamı hiç tanımıyordu. Hüseyin efendinin dibine sokuldular.
“Yoo Selo Efendi. Hiç biri değil. Yeni doğan bebek. Doğduğundan beri feci bir ateş içinde kıvranır durur yavrucak. Tabibin verdiği şuruplarda kifayetsiz. Hatta.” Sustu. Dut ağacının yanına bir damla çukur kazdık da diyemezdi. Elinin tersiyle gözyaşlarını silerken titreyen elleriyle muhtar çakmağını ateşledi. Uzun bir süre sonra sigarası közlendi.
Selo Efendi hemen yanına diz çöktü. İskarpinin açılmış ucundan parmağı, yün çorabın delik kısmından ise kirli tırnağı gözükmekteydi.
“Boşuna gamlanırsın bee Hüseyin Efendi. Senin bahçende tavukta var piliç de, öyle değil mi?” Hüseyin efendi şaşkınlığından sigarasını yere düşürdü. Selo Efendi ne dediğinin farkında değildi herhalde. Ancak rahat tavrı üzerine merakını yenemedi.
“Nasıl yani? Gamlanmayayım öylemi dersin?”
“Elbette Hüseyin Emmi.” Emmi diyerek daha içten bir ifade kullanmak istemişti.
“Bak. Bura her yerden uzaktır. Aha da en yakın kasaba senin çalıştığın devlet dairesi. Sabah beşte evden ayrılır, gün batımında dönersin.” Hüseyin Efendi bu da ne demek türünden bakındı.
“Demem o ki, her bir şeyden uzağız ama geçen senelerde bir çekik gözlü aile düşmüştü bizim buralara. İki çocukları vardı. Biri kız.” Lafı uzattıkça Hüseyin Efendi gerinmekteydi.
Ancak, “eee” demeyi de ihmal etmedi.
“Eee si şu Hüseyin emmi. Çocuğun biri altı yaşında ya vardı ya yoktu. Pelte gibiydi yavrucak senin beben gibi yanıyordu her hal. Gıt gıt gıdak diye tarif etmişti çekik gözlü. Sonra onu Ali Emminin kümesine götürdük. Ufacık bir eşi vardı. Nasıl güleç gözlüydü bilemezsin. Deri bir cüzdanda çıkardığı iki beşliği bize verdiydi. İnan onunla kır dane tavuk alırdık.”
“Sende uzattın be Selo Efendi.” Diğer genç köylü de dizleri üzerine çöktü. O da merak içindeydi.
“Deme öyle. Gözümüz parada değil. Adam iri piliçlerden birini seçti. Sonra koşar adımlarla çocuğun kaldığı bahçeye geldik. Zira köycek peşindeyiz. Çocuğun üstünde yalnızca bir don var. Karısı başında bekler. Sonra cebinden sivri bir çakı çıkardı. Hayvanın karnını yarmasıyla çocuğun kafasına geçirmesi bir oldu. Sonra çocuğu toprak üzerindeki giysileriyle kafasının üzerini sardı. Son bahardı sanırım. Yere çöktüler. Üç gün başında beklediler. Kafasının kenarından pilicin bokları mı akmış, üzerinde sinekler mi gezinmekte hiç umursamazlar. Köy halkı onlara çorba ve kara ekmek getirirdi. Üçüncü günün akşamı çocuk gözlerini araladı. Sabahında dipdiri ayağı doğruldu. Yaa işte böyle.”
Sözünü bitirmenin rahatlığıyla derin bir soluk aldı. Ancak Musta Emminin oğlu fazla dayanamadı.
“Sahi mi söylersin Selo Emmi? Dirildi mi çocuk?”
“Sahi ya Musta Emminin oğlu.” Hüseyin Efendi kafasını bir ona, bir diğerine çevirdi.
“Musta Emminin oğlu kireç ustasıdır. Elinden her bir iş gelir.” Selo Efendi diyeceğini demişti, Hüseyin Efendiye döndü.
“Hadi ne durursun. Şimdi hemen eve koş. Senin kümesin doludur bilirim. Besili bir piliç seç. Kaptığın gibi bebenin yanında karnını yar. Geçir kafasına. Görecen bak hiç bir şeyi kalmayacak yavrucağın.” Hüseyin Efendi ayağa kalkmak istedi ama nafile ayakları uyuşmuştu.
“Bir el at Musta Emminin oğlu. Hüseyin efendinin ayakları tutulmuş her hal.”
Hüseyin efendiyi yerden kaldırdılar Muhtar çakmağını yan cebine itelediler. Hüseyin Efendi ayağını ovalaya ovalaya kahve kapısına yöneldi.
“Hele dur nereye?” Hüseyin Efendi yarım adım geri döndü.
“Eee. Sen demedin mi acele et diye.”
“Dedim elbet.” Elini arka cebine attı. Armalı çakıya son bir kez bakarak onu Hüseyin efendiye uzattı.
“Sende kalsın. Çekik gözlü bunu bana armağan etmiştir. Tamam, bilirim. Biraz bakarken içim gitmişti. O da bana bir işaretler yapıp çakıyı uzatmıştı. İçinde iki dili var. O günden beri hep yanımda gezdirmişim. Demek kullanımı bu güne nasipmiş.” Gözündeki yaşı sildi.
Hüseyin Efendi kahveden sekerek ayrıldı. Hızla bahçeye daldı. Dut ağacı yanındaki köylüler gitmiş ama kazma kürekleri ağaca dayamışlardı. Demek ki daha bebeğin canı çıkmamıştı. Hemen kümesin kapı mandalını kaldırdı. Pardösüsünü yere salarak kümese daldı. Darı bittiğinden ıslak bulgur konulmuştu. Tavuklar üzerinden uçuşurken gözüne kestirdiği irice bir pilici yakaladı. Kepini yere düşürdü ama umursamadı. Hızlı adımlarla eve yöneldi.
Tam kapıdan girecekken Ayşe çıplak ayaklarıyla hızla yanından sıyrılarak sahanlığa daldı. Ayakları morarmıştı. Belli ki ayağına rastgele geçirdiği ayakkabı düşmüştü. Hüseyin Efendi onun ardından içeri girdi. Leğenler kenara alınmış, genç kızlar bir köşeye sinmiş, yaşlı kadınlar ise bebeğin başına üşüşmüştü.
Mürvet Hanım ciyaklama ve kanat sesleri üzerine telaşla arkasını döndü.
“Bey, bu da ne böyle? Kız Ayşe çabuk geç çocuğun başına.”
“Teyze ben.”
“Ne var kız? Sakın ezberi tutamadım deme.”
Hüseyin Efendi sol elinde çırpınan pilice aldırmadan bebeğin yanına çömeldi. Kadınlar hemen çil yavrusu gibi dağıldı. Mürvet Hanım da söylenerek geri çekildi. Hüseyin Efendi yanında dikilmekte olan Ayşe’ye seslendi.
“Kızım şu leğeni kap getir buraya.”
“Hemen enişte” Mürvet Hanımın baskısından kurtulmuştu. Bir çırpıda leğeni getirerek bebeğin yanına çöktü.
Hüseyin Efendi herkesin şaşkın bakışları altında pilicin kanatlarını dizinin altına aldı. Selo efendinin gözyaşı dökerek verdiği çakının uzun dilli olanını dışarı sıyırdı. Pilici leğenin içine koyarak elindeki çakıyla karnını yardı. Hayvan çırpınmaya başlarken kanı da her bir yana sıçramaktaydı. Daha hayvanın can çekişmesi bitmeden, karnının boklu kısmını bebeğin kafasına geçirdi.
“Ayşe kızım, şuna bir el at hele. Şu bezi kafasına saralım.”
“Tabi enişte.” Tülbenti başının altından geçirerek üzerinde bir düğüm attılar. Hayvanın çırpınışı bitmişti. Hüseyin Efendi rahat bir soluk alarak bebeğin yanına çöktü.
Mürvet Hanım çevresindekilerden yardım istercesine bakındı. Karşılığı da gecikmedi. Ama fısıltılarla.
“Adamcağız aklını yitirmiş.”
“Çaresizlik canına tak etmiş.”
“Zavallı hayvan. Ne güzel suda haşlardık.”
“Şimdik Mundar olmuştur.”
Hüseyin Efendi denilenleri duymazdan geldi. Yanında duran kıza gülümseyerek baktı. Onun da her yanı kan olmuştu.
“Bi koşu git. Pardösüm kümesin yanındadır. Ceplerine bak. Tütün tabakam, bir de çakmağım, bir de iç cebimde beze sarılı yapraklar olacak.” Ayşe kıkırdadı.
“Kız, niye gülersin?”
“Hiç. Sürekli bir de, bir de dersin ya, onun içindir.”
Ayşe, Mürvet Hanımla göz göze gelmeden çar çabuk bahçeye çıktı. Kendi kendine konuşmayı da ihmal etmedi.
“Ne yapayım. İki kez söyledi ama dediği ezberimde kalmadı. Ama o da Türkçe diyeydi.”
Bebek derin derin nefes alarak uyumaktaydı. Ayşe getirdiği tütün tabakasını Mürvet Hanım soru sormasın diye yere koydu ve hemen bebeğin yanına çömeldi.
Hüseyin Efendi kanlı elleriyle kızın saçlarını okşadı. Kız sevindi. Bağdaş kurarak oturuşunu değiştirdi.
Önce muhtar çakmağının sesi duyuldu. Ardından tütünün ağır kokusu. O sırada bir gıdaklama sesi duyuldu. Bütün bakışlar dış kapıdan içeriye bakan tavuğa yöneldi. Sanki pilicin akıbetini merak etmiş gibiydi. Ayşe hızla ayağa doğruldu. “Demeyi unuttum. Kümesin kapısı açıktı, dışarı çıkmışlar.”
“Kız bu senin unutkanlığın yok mu?” Mürvet Hanım lafının devamını getiremedi. Hüseyin efendinin yanında dikildi.
“Bey, bey. Ne yaptığının farkında mısın?” Ancak o kadar kişi içinde başka bir soru sorması olası değildi. Bir eliyle de yoğun sigara dumanını dağıtıyordu. Hüseyin Efendi soruyu umursamadan birkaç nefes daha çekti
“Şu kilimleri camdan indirin. İçerisi ışık alsın. Kızım sende koş tavukları kümese sok.”
Ayşe’nin de beklediği de buydu. Hemen dışarıya yöneldi. Hüseyin Efendi telaşlı bir ifadeyle tepesinde dikilen hanımına baktı.
“Bir ibrik getirsinler de şu ellerimi yıkayayım.” Mürvet Hanım uzakta oturan kızlara baktı
O bakış yeterliydi. Kızlar hemen bahçeyle ev arasındaki aralığa dağıldılar. Bir dakika sonra her şey hazırdı.
“Biraz da Arap sabunu getirdim enişte.”
On dört yaşlarında bir kızdı. Hüseyin Efendi sigaranın ucunu, sararmış parmakları arasında ezerek dizinin üzerine çöktü. Sabunla elini ve yüzünü iyice ovuşturduktan sonra leğen içine elini uzattı.
Bir kız çocuğu bileğine konmuş kuru bir yüz beziyle başında beklemekteydi. Hüseyin Efendi son olarak yüzünü kuruladı ve bebeğe baktı. Kalbi hızlı hızlı atmaktaydı. Yeniden yere çömeldi. Ucunu ezdiği sigarasını yerden alarak yaktı ve herkesin şaşkın bakışları altında ortaya seslendi.
“Bir tarhana kaynatın hele” dedi.
Hüseyin Efendi iki gün oturduğu yerden doğrulmadı. Uykusu geldiğinde bebeğin yanına uzandı. Üçüncü günün öğle üzeriydi. Bir çığlıkla uyandı.
“Koşun koşun bebek ağzını şapırdatıyor.” Çıplak ayaklı bir kız avaz avaz bağırıyordu.
Hüseyin Efendi hemen doğruldu. Dudaklarını bebeğin çıplak bedenine dokundurdu. Ve birden boşaldı. Koca hükümet adamı Hüseyin Efendi hüngür hüngür ağlıyordu. Bebiş kurtulmuş, ateş mateş kalmamıştı. Ardından Ayşe’nin çığlığı duyuldu.
Bir anda sahanlık doldu taştı. Ağlayanlar, sevinenler, tepinenler. Hüseyin Efendi bebeği yerden alarak kolunun arasına aldı. Akşamdan kalan pirinçli un çorbasına küçük parmağını daldırdı ve bebeğin dudaklarına götürdü.
Bebeğin emmek isteyen dili hareketlendi. Bir daha, bir daha. Uzatılan ufak tahta kaşığı fark etti. Çorbanın suyunu kaşığın ucuyla bebeğin dudak arasına bıraktı. Bebek öksürdü. Bu iyiye işaretti. Bebekle birlikte yerden doğruldu. Gözü Ayşe’ye ilişti.
“Al” dedi. “Sargıyı çözün. Bebeği ılık suyla yıkayın. Ben kahveye gidiyorum.” Mürvet Hanım kanları ve bokları silinmiş pardösüsünü getirdi. Ancak lekeler çıkmamıştı.
“Her yanı tavuk pisliği olmuş.” Dedi. Hüseyin Efendi gülümsedi.
“O bokun ne marifetli olduğunu bileydin, hiç de pislik demezdin. Hele önce bir keyif
kahvesi yap. Kahveye müjdeyi taşımam lazım.” Mürvet Hanım sahanlığa yönelirken söylenmeyi bırakmadı.
“Hıh” dedi. “Ne dualar okunduğundan haberin yok senin. Hele ki Ayşe, duayı ezberinde tutmuş olaydı. Ama olsun. Senden önce eve vardı ya.”
Hüseyin Efendi gülümsedi. İnatlaşmak faydasızdı. Biten fincanı başında bekleyen küçük kıza uzattı. Pardösüsünü omzuna attı.
Bir oğlan çocuğunun eline kepini tutuşturmuşlardı. Kepini alarak açık kapıdan bahçeye yöneldi. Geriye dönmeden seslendi.
“Şu çukuru da kapatsınlar artık.”
Köy kahvesinde yoğun bir kalabalık Hüseyin efendinin etrafını sarmıştı. Kahvecinin keyfi yerindeydi. Zira kışın ilk günlerinden bu yana ilk defa bu kadar çay satmıştı.
Hüseyin ve Selo Efendi kahkahalarla gülmekteydi.
“Âlem adamsın bee Musta Emminin oğlu. Nereden aklına düşer böyle sözler. Demek benim bebiş, şu boktan dünyaya, bir bok sayesinde geri dönmüştür. Öyle dersin haa?”
“Öyle derim Hüseyin emmi. Daha da derim ki, bence bu dünyayı, boka batmış çocuklar paklayacak.”
Böyle büyük lafları da nereden bulurdu. Sanki devlet dairesinde kâtiplik yapan kendileriydi. Ama keyfi yerindeydi. Kahveciye seslendi.
“Hele tazele çayları. Bir de benim hesaba yazasın.”