ANTONİO GRAMSCİ KİMDİR?

Muhammet Yıldırım
491 views

“Karl Marx, bizim için, değneğini sallayan bir çoban değil, manevi ve ahlaki yaşamın bir ustasıdır. Zihinsel tembelliğin düşmanıdır; uyuklayan ve kıran kırana bir kavga için uyanması gereken, büyük enerjiyi ayağa kaldıran kişidir.” Antonio Gramsci

Bu sözler İtalyan siyasal düşüncesinin en önemli temsilcisi 20. Yüzyılın başlarında ortaya koymuş olduğu derin analiz ve tahlilleriyle günümüz siyaset felsefesinde ve siyaset biliminde hala sıklıkla görüşlerine başvurulan, düşüncelerinin derinliği ve görüşlerinin gücü her geçen gün tarih tarafından ispatlanan bir düşünce insanı olan Antonio Gramsci’nin sözleridir. Bu yazımızda 87 yıl önce hayata gözlerini yuman ‘Gramsci’ ve ‘Hegemonya’ kavramını ele alacağız.

ANTONİO GRAMSCİ KİMDİR?

22 Ocak 1891’de İtalya’nın Sardunya adasındaki Ares kasabasında, son derece dindar bir ailenin yedi çocuğunun dördüncüsü olarak dünyaya gelen Antonio Gramsci, altı yaşındayken Ares Katedrali’nde yerel bir rahip tarafından vaftiz edildi ve kendisine Francesco vaftiz adı verildi. Sardunya farklı bir lehçe konuşan, İtalya’nın güneyinde en yoksul bölgesiydi. Çoğunlukla köylü nüfustan oluşan Güney’de ağır vergiler uygulanmaktaydı ve toprak sahiplerinin egemenliği vardı. İtalya’da pek rastlanmayan Gramsci soyadı, onun Yunan-Arnavut aile kökenlerinden kaynaklanmaktaydı. Büyükbabası Gennaro, o zamanlar Avrupa’nın en gerici, istikrarsız ve heterojen hükümet sistemi olarak kabul edilen tuhaf ülkeler topluluğu olan Sicilya Krallığı’nda polis albayı olarak görev yapmaktaydı. Ancak 1861 yılında, yani Gramsci’nin babası Francesco’nun doğumundan bir yıl sonra Sicilya Krallığı devrildi ve İtalya’nın yeni birleşik devletine dahil edildi. Günümüzde Marksizme yaptığı özgün katkılar ve İtalyan devrimci hareketi içindeki etkin rolünden dolayı hem bir teorisyen hem de eylem adamı olarak kabul edilen Gramsci’nin doğduğu ve büyüdüğü Sardunya adasında kaotik siyasi ve eşitsizliğin kol gezdiği toplumsal yapı onun ileriki yaşamında sahip olacağı fikirleri derinden etkilemişti. Büyükbabasının polislik görevi onun devletin zorba gücünü daha iyi anlamasını sağladı ve kısıtlama ile rıza arasında gereken denge türü hakkındaki fikirlerini şekillendirdi. Dini bir çevrede büyümesi, kültürel ve dini uygulamaların toplum üzerindeki etkisini daha iyi anlamasına yardımcı oldu. Antonio ilkokulu bitirdiğinde henüz 11 yaşındayken mali durumu bozulan ailesine yardım edebilmek için vergi bürosunda çalışmaya başladı. Çok geçmeden okula yeniden döndü ve yaşıtları arasında birçok konuda konuşturduğu zekasıyla öne çıktı. 1911 yılında Torino Üniversitesi’nden burs kazanarak hem siyasi mobilizasyonun merkezi hem de Kuzey İtalya endüstrisinin kalbi olan Torino şehrine yerleşmiştir. Lakin akademik anlamda gelecek vadetmesine rağmen üniversite eğitimini yarıda bırakan Gramsci, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın hemen arifesinde İtalyan Sosyalist Partisi’ne (Partito Socialista Italliano) katılmaya karar verdi. 1915’te haftalık yayınlanan sosyalist gazete ‘ Il Grido del Popolo’ da yazmaya başlayan Gramsci, aynı dönemde bir başka sosyalist gazete olan ‘Avanti’de ise tiyatro eleştirileri yayınladı. Bu deneyimde Gramsci’nin kültür ve siyaset arasındaki ayrılmaz ilişkiye olan inancı ilk kez belirginleşti. Gazetecilik deneyimi Gramsci’ye hem tarihsel dönemeçlerdeki fikri serüvenini kayıt altına alma fırsatı sağlamış, hem de düşüncelerini sistematik bir şekilde ifade edebilme yetisi kazandırmıştı. Gramsci’nin gazetecilik kariyerindeki dönüm noktası ise ileride birlikte İtalyan Komünist Partisi’ni de kuracağı yoldaşları Palmiro Togliatti, Angelo Tasca ve Umberto Terracini ile birlikte ‘L’Ordine Nuovo’ (Yeni Düzen ) dergisini oluşturmuş olmasıydı. L’Ordine Nuovo, tıpkı ismine yakışır şekilde işçi sınıfına ulaşarak işçilerin fabrikalarda kendi gerçekliklerini görmelerini ve onların bilgi edinme arzularını harekete geçirmelerini sağlayarak yeni bir düzen oluşturmayı başarmıştı. Gramsci, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından meydana gelen işsizlik ve siyasi iktidarsızlıktan dolayı işçilerin (Bienno Rosso) kesintisiz greve girmesi ve İtalyan Sosyalist Partisi’nin devrimciliğinin sözde kalması ve işçileri bir halk mücadelesi için örgütleyecek liderlik kapasitesinden uzak olması sebebiyle yeni bir partinin kurulması gerektiğinin farkına varmıştı. 21 Ocak 1921’de İtalya Sosyalist Partisi’nden ayrılarak ‘İtalyan Komünist Partisi’ kuruldu. Mayıs 1922’de parti tarafından Komünist Enternasyonal’in (Komintern) yürütme komitesi delegesi olarak Moskova’ya gönderildiğinde ise ileride karısı ve iki çocuğunun annesi olacak olan Julia Schucht ile tanıştı. Kasım 1923’te Moskova’dan Viyana’ya gitmek üzere ayrılan Gramsci, Nisan 1924 seçimlerinde Veneto bölgesi milletvekili (parlamento üyesi) seçilerek Mayıs 1924’te İtalya’ya geri dönmüş, üç ay sonra da İtalyan Komünist Partisi’nin genel sekreteri olmuştu. Gramsci, işte bu dönemde Doğu ve Batı toplumları için farklı stratejiler geliştirme ihtiyacını fark ederek 1924’te İtalyan Komünist Partisi Yürütme Komitesi’ne yazdığı bir mektupta partinin günlük bir yayın çıkarmasının gerekliliğini ifade ederek 1924’te partinin resmi gazetesi ‘L’Unità’ nın yayın hayatına başlamasına öncülük etmişti. 12 Şubat 1924’te çıkan ve bu tarihten itibaren düzenli olarak yayımlanan gazete Kasım 1926’da Mussolini hükümetinin anti-faşist partileri tamamen yasadışı ilan etmesinden sonra bile gizlice basılmaya ve el altından dağıtılmaya devam etti. Gramsci, tutuklandığı Kasım 1926’ya kadar Mussolini’ye karşı muhalefetin liderlerinden biriydi. Nihayetinde 28 Mayıs 1928’de İtalyan tarihindeki ilk büyük siyasi dava açıldı. Adalet mahkemesini oluşturan generallerin bakışları Antonio Gramsci’nin üzerinde devletin yetkilerini yıkmakla ve komplo kurmakla suçlanıyordu. Kısacası onu faşist olmamakla suçluyorlar ve Gramsci de bu suçlamayı kabul ediyordu.
-Mahkeme başkanı (tabii ki bir silahlı kuvvetler generali) : Komplo faaliyetleriyle, iç savaşı körüklemek ve sınıf nefreti ile halkı kışkırtmakla suçlanıyorsunuz. Savunmanızda ne söylemek istersiniz?
– Antonio Gramsci : Polise verdiğim ifadeyi onaylıyorum. Milletvekili olmama rağmen tutuklandım. Ben bir komünistim. Siyasi faaliyetim, bir milletvekili ve l’Unità’nın yazarı olarak kamuoyuna açıklanmasıyla biliniyor. Herhangi bir gizli faaliyet yürütmedim, eğer isteseydim bu benim için imkansız olurdu. Yıllardır bana dışarıda eşlik etme veya evimde kalma görevini beyan eden altı ajanım oldu. Böylece hiçbir zaman yalnız bırakılmadım; koruma bahanesi altında bana karşı bir gözetim uygulandı ve bu bugün benim en iyi savunmam haline geldi. Torino Valisi ve Emniyet Müdürü’nün bu durumla ilgili ifade vermek üzere tanık olarak dinlenmesini talep ediyorum. Öte yandan komünist olmak sorumluluk getiriyorsa bunu kabul ediyorum .
– Mahkeme başkanı: Ele geçirilen yazılar arasında savaştan ve proletaryanın iktidarı ele geçirmesinden söz ediliyor. Bu yazılar ne anlama geliyor?
-Antonio Gramsci : Genel olarak, tüm askeri diktatörlüklerin er ya da geç savaşa yenik düşeceğini düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki bu durumda egemen sınıfın yerini almanın, ulusun kaderini yükseltmek için ülkenin dizginlerini ele geçirmenin proletaryanın elinde olduğu görülüyor. İtalya’yı yıkıma sürükleyeceksiniz ve onu kurtarmak biz komünistlere düşecek.
Gramsci bu savunmasının ardından mahkemece yirmi yıl dört ay beş gün hapis cezasına mahkum edildi. Dava ile ilgilenen Savcı Michele İsgrò’nun “Yirmi yıl boyunca o beynin çalışmasını durdurmalıyız.” sözleri Mussolini hükümetinin ondan duyduğu rahatsızlığın en açık işaretlerinden biriydi. Ama ne hapishane koşulları, ne psikolojik koşullar ne de sağlık sorunları Gramsci’nin entelektüel oluşumunu yavaşlatamadı. Hatta cezaevinde geçirdiği uzun yıllar boyunca otuz üç el yazması deftere (Hapishane Defterleri) farklı pek çok konuda düşüncelerini aktarabilmişti. Gramsci dilden kültüre, faşizmden gazeteciliğe, tarihten felsefeye kadar çeşitli konulardaki yazılarında Avrupa’da devrimlerin neden başarısız olduğunu ve nasıl kazanılacağını ciddi biçimde sorguladı. Notlarında Ekonomizme ve İdealizme karşı bir praksis felsefesi olarak Marksizmi savunduğu yazılar yazmışsa da Marksizm içindeki pek çok soruna da ışık tutuyordu. Sağlığı giderek kötüleşen Gramsci, ilk olarak 1933 yılında Formia kentinde bir kliniğe yatırılmış ,1935’te ise Roma’daki Quisisana kliniğine transfer edilmişti. 21 Nisan 1937’de sağlık sorunları sebebiyle salıverilecekken, bünyesinin çoklu hastalıklardan iflas etmesiyle 27 Nisan 1937’de henüz herhangi bir kitabının yayımlandığını göremeden 46 yaşındayken hayata gözlerini yummuştu.

HEGOMANYA TEORİSİ

Hegemonya kavramının kullanımı Antik Yunan’a kadar uzanır. Kelimeyi en basit şekliyle yorumlayacak olursak ‘sistemin bir bölümünün diğerlerinden üstün ve baskın olduğunu ifade eder’ diyebiliriz. Ancak günümüz siyasetinde kullandığımız hegemonya kelimesi bundan ibaret değil. Eğer öyle olsaydı egemen, hükümran yada hakim kelimesiyle eş anlamlı bir kelime olarak kalırdı. Bu kuramı anlamak için tarihteki en önemli üç düşünürün, önce Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in sonra Karl Marx’ın ve asıl olarak Antonio Gramsci’nin çözümlemelerine bakmamız gerekiyor. Hegel’in bu teoriye katkısı şüphesiz ki diyalektiktir. Hegel’e göre mutlak varlığın, düşünce süreçlerini ve doğal süreçleri kapsayan insanın gelişim süreci diyalektik yoluyla sağlanır. Hegel’in diyalektik yöntem olarak adlandırdığı bu yönteme göre, işe soyut ve tümel bir kavramla başlarız (Tez). Bu teori muhalefete (Antitez) yol açar. Bu iki çelişen kavram, ilk iki kavramın birliğini ifade eden üçüncü bir kavram halinde birleştirilir (Sentez). Yeni kavram da yeni birtakım problem ve çelişkilere yol açar; öyle ki bunların da başka kavramlarda çözümlenmesi gerekir. Hegel’e göre bir şeyi gerçekte olduğu gibi anlayabilmek ve anlatabilmek için önce onun hakkındaki tüm gerçekleri ve çelişkileri belirtmek gerekir. Sonra da bu doğrular ve çelişkilerin kendi içinde nasıl uzlaştığını bulmak gerekir. Sorgulanacak (soyut) kavram tezdir. Bu kavramın yol açtığı çelişkiler antitezdir ve son olarak da bu ikisinin birliğinden doğan uzlaşı sentezdir. Fakat Hegel’e göre modern devletin yönetim biçimi anayasal monarşidir. Bu noktada eleştiri konusu olan şey, düşünürün akılsal bir zemin üzerine inşa etmek istediği monark yönetiminde liyakatten ziyade biyolojik devamlılığa önem vermesidir. Hegel’in devlet teorisinden ortaya çıkan ikinci husus halk egemenliğini inkar etmesidir. Bu anlamda halkın egemenliği zararlı ve tehlikeli olduğuna inanır. Hegel’in halkın egemenliğine karşı çıkmasının nedeni, kendi döneminde önemli olan Alman milliyetçiliğinden kaynaklanıyordu. Devletin toplumu yarattığı fikrini savunan Hegel’e göre devlet ile toplum birbirinden ayrıdır. Bu bağlamda devletin doğası organiktir ve asli ilkesi düşüncedir. Her ne kadar toplum devletin bir parçası olsa da kendi için bir varlık olan devlet, rasyoneldir. Böyle bir durumda toplumu düşünen ve şekillendirecek olan aygıt devlettir. Hegel’in yolundan giderek diyalektiği maddeci bir temelde değerlendiren ve gençliğinde genç Hegelciler hareketinde bulmuş olan Karl Marx, Hegel’in mantığın ve tarihin nihai aşaması olarak tanımladığı ve akıl atfettiği devlet kavramına karşı çıkar. Marks’a göre de tarih tezler ve antitezlerin yarattığı sentezler üzerinden ilerler. Ama Marks’a göre bu tezler ve antitezler sınıflar üzerinden ele alınır. Marx, Hegel’in devlet kuramını onu organikleştirmesinin sonucu olarak görür. Bu bakımdan Hegel, Marx’ın tasavvurunda somut olmaktan uzaktır. Devletin tarihle özdeş olduğunu düşünen ve devleti idealizmle ilişkilendiren Hegel’e karşı Marx, tarihselliği idealizmden azade kılmayı amaçlar. Marx’a göre Hegel’in devlet üzerinden tanımladığı rasyonellik ideolojisi bir yanılsamadır ve bu yanılsamanın izlerinin Hegel’in egemenlik anlayışında açıkça görüldüğünü söyler. Marx’ın bu kuramdaki problematiği, insanın toplumsal doğasıyla uyumlu olabilecek bir var oluşun imkanı üzerineydi. Bu sorunsal bağlamında insanın doğasıyla toplumsal var oluşun neden o zamana kadar uyumlu olmadığı sorusuna verdiği cevap ise toplumun çıkar ve eşitsizlik üzerine kurulu sınıf yapılarından müteşekkil olmasıdır. Bu açıdan Hegel düşüncesinde beliren akla rabıtalı somut olan, Marx’ın fikrinde çıkarlar ile iltisaklı kılınır. Var oluşun çıkar ile iltisaklı kılınmasının Marx’ın zihnindeki karşılığı devletin kapitalist sınıfın çıkarlarına göre yapılandığı argümanıdır. Düşünürün nezdinde nihai kertede devlet, ekonomik açıdan egemen olan kapitalist sınıfın çıkarının koruyucusu olarak arzı endam eder. Marx’a göre toplumlar tarih boyunca temelde iki sınıfta bulunur; üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar. Üretim araçlarına sahip olmayanlar hayatlarını devam ettirebilmek için elindeki tek üretim aracı olan emeklerini kiralamakta, üretim araçlarına sahip olanlar ise bu emek sayesinde ellerindeki varlığı gerçek bir değere dönüştürebilmektedir. Marx’ın eleştirilerinden en önemlilerinden biri buradadır çünkü Marx’a göre tarih boyunca üretim araçlarına sahip olanlar ellerindeki bu gücü kullanarak buna sahip olmayanların ürettiği emeğinin hep altında bir karşılık vermiştir. Böylece üretim araçlarına sahip olmayanlar birikim yapamadığı ve nihayetinde üretim araçlarına sahip olamadığı için sürekli bir bağımlılık ilişkisi var olmuştur. Marx’a göre devlet burjuva sınıfının baskı mekanizmasıdır. Siyasal iktidarın sürekliliğinin sağlanmasında zor kullanma tekeline sahip olan devletin, yeri geldiğinde bunu kullanacağını bildirmesi de bunun kanıtıdır. Sömürücü sınıfların siyasal egemenliğe olan gereksinimleri sömürüyü sürdürmek, yani halkın büyük çoğunluğuna karşı çok küçük bir azınlığın bencil çıkarlarını savunmak içindir. İşte Gramsci tam da bu noktada devreye giriyor. Gramsci’nin Marksizm’e en önemli katkılarından biri hegemonya kavramıyla ilgili çözümlemesidir. Gramsci’nin hegemonyası zoraki bir yönetim değildir, daha çok burjuvazi değerlerine göre işleyen ideolojik ve kültürel bir yöntemdir. Yani hegemonyada belirli bir sınıfın egemenliği ve diğer sınıfların ona biat etmesi, boyun eğmesi vardır. Lakin bu boyun eğme zor ile değil, rıza ile sağlanır. Rıza, zor kullanmadan da baskıdan da etkilidir. Gramsci’ye göre sömürülen sınıfların mevcut sömürü düzenini kabul etmelerinin tek başına devletin uyguladığı zor yöntemleriyle açıklanmayacağını, zor ile birlikte devlet eliyle ideolojik-kültürel bir rıza anlayışının da getirildiğini ve bununla iknanın sağlandığını belirtir. Buna göre devletin rızayı oluşturmasında sivil toplum esas rolü oynamakta ve bu rol için belirleyici bir kaynak işlevi görmektedir. Toplumun nasıl düşündüğünü ve nasıl davrandığını şekillendiren kurumlar; okullar, kiliseler, üniversiteler, basın ve medya gibi sektörler bu kaynağın en güçlü kısmını oluşturur. Devlet, bu birimler aracılığıyla ideolojik-kültürel hegemonya faaliyetlerini yürütür. Gramsci bunu, “Devlet = politik toplum + sivil toplum.” Bir başka deyişle zor zırhıyla korunan hegemonyadan çıkarsamasıyla formüle eder. Gramsci’nin hegemonya çözümlerini üstyapı alanında somutlaştırdığını ve çözümlemelerinin temeline siyaset, hukuk, ideoloji gibi üstyapı kurumlarını aldığına değinilmişti. Ne var ki Gramsci, tüm bu kurumlara vurgu yaparken yapıyı da göz ardı etmemiştir. Düşünüre göre yapıda meydana gelen değişiklerin, yani üretim ilişkilerindeki değişikliklerin, üstyapıyı belirleyeceğini söylemek zorunludur. Zira Gramsci, hegemonyanın aslında fabrikalarda kurulduğunu söylerken, yapının belirleyiciliğine yeterince vurguda bulunmaktadır. Ancak Gramsci, bir kere yapı üstyapı üzerinde belirleyici olduğu zaman üstyapının da yapıyı belirlemeye hazır hale geldiğini kabul etmektedir. Bu da düşünürün dikotomik yönünü bir kez daha göstermektedir. Yapı ve üstyapı belirleme aşamasında organik bir zıtlıklar ilişkisi çerçevesinde birbirlerini etkilerler. Ekonomizme olduğu kadar ideolojizme saplanmayı da benimsemeyen düşünür, ekonomizmde mekanik nedenlerin aşırı önemsenmesine ve İdeolojizimde de iradeci-bireysel öğenin tek belirleyici halinde ele alınmasına karşı çıkar. Politik-sivil toplum çözümlemelerinin üçüncü şemasından destek alan Gramsci, Fransız Devrimi çözümlemesinde sorunu şöyle incelemektedir: “Burjuva sınıfının hukuk anlayışında giderek, devletin işlevinde meydana getirdiği devrim özellikle halkın, bu sınıfın çıkarları ve dünya görüşü yönünde etkilenmesi (conformisme) isteğinden kaynak almaktaydı. Devrimden önceki egemen sınıflar, özünde tutucuydular. Bunu başka sınıfların organik olarak kendi sınıflarına geçişi yolunda çaba göstermeleri anlamında düşünmelidir. Yani kendi sınıf çıkarlarını ‘teknik’ ve ‘ideolojik’ olarak genişletmeyi düşünmezler; bu kapalı bir kast anlayışıdır. Burjuva sınıfı ise kendisini, bütün toplumu, kültür ve ekonomi düzeyine özümseyerek yaratabilen sürekli hareket halinde bir organizma olarak ileriye sürer.” Bu noktadan hareketle Daniel Halievy’nin, devletin bir temsil aygıtı olduğu yönündeki görüşüne de atıfta bulunan Antonio Gramsci, neticede devletin sadece bir hükümet örgütü olmadığını, aynı zamanda hegemonyanın “özel” aygıtı veya “sivil” toplum olduğu sonucunu çıkarır. Gramsci, her türlü devrimci girişim için acilen sivil toplum uzlaşmasının gerekli olduğuna inanırdı. Proletarya devriminin kendiliğinden gerçekleşeceğine inanmazdı. Gramsci, ‘ötekileri yönetmenin ideolojik yapıcıları’ olan örgütlü entelektüellerin, yani yazarların, filozofların, gazetecilerin ve üretim dünyası ile ilişkilerini sürdürenlerin bir tür; ‘sürekli ikna ediciler’ olmaları nedeniyle sivil toplum içindeki kültürel ve ideolojik güç dengesini ters çevirmelerini beklerdi. Bu bağlamda Gramsci, Marks’ın diğer bir teorisine de karşı çıkar. Marx’a göre kapitalist üretim biçimi sınırlarına ulaşarak olanaklarını tükettiğinde, olgunlaşan bir meyvenin dalından düşmesi gibi sonlanacaktır. Marx’ın öngördüğü bu son tarihin öznesi olan, sınıf bilincine sahip toplumsal aktörler dolayısıyla olacaktır. Kapitalizmle birlikte, ona hizmet eden ve onun gibi birer yabancılaşma olan din ve devlet de işlevsizleşerek aşılacaktır. Yani tezin antitezi olarak kapitalizmin kendi sonunu getireceğini savunmuştur. Gramsci ise kurgulanan bu kültürel yapı sayesinde devletin sınıf çelişkisini maskeleyerek baskı kurmak zorunda kalmayacağını ve sermayeye dikkat çekilmeyecek ortak gündemler aracılığıyla eşitsiz gelir dağılımının devrim yapacak kadar büyük bir tepki yaratmayacağını savunmuştur. Çünkü egemen sınıfın proleter sınıfa kendi çıkarlarıyla aynı çıkarlara sahip olduğuna ikna edebilmesinin ve bu süreci devam ettirebilmesinin tek yolunun söz konusu kurumları beslemek olduğunu öngörüyordu. Daha sonra Robert W. Cox’un, Gramsci’den alarak uluslararası ilişkiler disiplinine uyarladığı ‘hegemonya’ kavramını, (uluslararası sistem içinde yer alan devletlerin yanında devlet dışı aktörlerin de yer aldığı, rızaya dayalı bir ilişki biçimi olarak tanımlanır) uluslararası ilişkilerde de görürüz. Devlet teorisi üzerine özgün görüşler ileri sürmüş olan Gramsci, birçok Marksist kuramcıyı derinden etkilemiş, yazımızda da incelendiği üzere Gramsci’nin görüşleri Batı Marksizm’inin temellerini oluşturmuştur. Antonio Gramsci 27 Nisan 1937’de çoklu hastalıklara yenik düşerek yaşamını yitirir. Ancak özgün Görüşleri hala günümüz dünyasını aydınlatmaktadır. Ölümünün 87. Yılında saygıyla anıyor ve onun bu sözleriyle yazımızı noktalıyoruz.
“Devrimciler, esaret altında olduğunu bilmelerine rağmen umutlarını kaybetmeyenlerdir.

 

KAYNAKLAR :
https://www.rifondazionesavona.it/rubr/scaf08.html
İsyankâr Yüzyıl. Sebastian Lapaque. Sel Yayıncılık
Pearmaın, A. (2020), Antonio Gramsci: A Biography, I. B. Tauris, London
Burak BAŞKAN Dr. Öğr. Üyesi, Erzurum Teknik Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Mayo, P. (2015), “Gramsci, Education And Power”, Power and Education: Con-Texts of Oppression and Opportunity, (Ed.Kupfer), Palgrave Macmillan, London,41-60
Dr Öğr. Üyesi Hasan Deniz Pekşen uluslararası ilişkiler bölümü İstanbul Okan üniversitesi
Burak GÜLER Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı
Buttıgıeg, J. A. (2002), “On Gramsci”,Daedalus, 131(3), 67–70.
Gramsci, A. (1986). Hapishane Defterleri, Çev: Kenan Somer, Onur Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
Hoare, G. & Sperber, N. (2016), An Introduction to Antonio Gramsci: His Life, Thought and Legacy, Bloomsbury, London.
Rosengarten, F. (2014), The Revolutionary Marxism of Antonio Gramsci, Brill, Leiden.
Can Irmak Özinanır 27 Nisan 2016 blog
Schwarzmantel, J. (2015), The Routledge Guidebook to Gramsci’s Prison Notebooks, Routledge, London
Çetin, H. (2007). Çağdaş Siyasal Akımlar. Orion Yayınları.
Joll, J. (1978), Antonio Gramsci, The Vi-King Press, New York
Marx, Karl, ( 1993), 1844 El yazmaları, (çev) Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları .
Bellamy, R. P. & Schecter, D. (1993), Gramsci and the Italian State, Manchester University Press, Manchester
Marx, K. (2016a). Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi. (3. Baskı). (Çev. K. Somer). Sol Yayınları.
Gramsci, A. (1985), Selections from Cultu-Ral Writings, (Ed. D. Forgacs & G. Nowell-Smith), (Çev. W. Boelhower). Illionis: Haymarket Books, Chigago.
Bumin, T. (2010). Hegel: Bilinç Problemi, Köle-Efendi Diyalektiği, Praksis Felsefesi. (4. Baskı). Yapı Kredi Yayınları.
Marx, K. (2016b). Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ı. K. Marx-Fransız Üçlemesi içinde (141-251) (Çev. E. Özalp). Yordam Yayınları.
Marx, K., & Engels, F. (2022). Devlet Üzerine. (1. baskı). (Çev. B. Babacan). Dorlion Yayınları.
Hegel, G. W. F. (1991). Hukuk Felsefesinin Prensipleri. (1. Baskı). (Çev. C. Karakaya). Sosyal Yayınları.
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich. ( 1976). Bütün kitapları (Seçmeler), (çev)Hüseyin Demirhan, Ankara: Onur yayınları.
Hegel Üzerine-W.T.Stace-Çev: Murat Belge- V Yayınları