Son günlerde aklımı çok kurcalayan önemli bir konu üzerine yazmaya karar verdim; Algı.
Algı önemlidir. Çünkü hayata başladığınız zaman ilk önce çevreyi, insanları, onların iyi ve kötü anlayışını, doğruyu ve yanlışı duyularımızla algılıyoruz. Daha sonra onu yorumluyoruz ve ardından bilgi oluşuyor. Nasıl ki bir toplum bilimci, insanı bilmeden toplum anlayışını oluşturamazsa veya bir inşaat mühendisi temeli bilmeden üzerine nasıl bir kat çıkacağını bilemezse, biz de algı ile başlayan hayat yolculuğunuzu fark edemezsek, hayatımızda ki birçok şeyi bilemez ve kaçırırız.
“Algı bir illüzyondur.”
Neden mi bu başlıkla başladım? Çünkü hayatın içinde bildiğimiz birçok şey aslında sadece bildiğimizi sandığımız şeylerdir.
Mesela gökyüzünün mavi olması ya da denizlerin maviliği… Su şeffaftır fakat bize sorsalar dünyaya mavi bir top deriz. Algımızı en çok gözlerimiz yanıltır göz ve beyin sinirlerimiz evrimlerini tamamlamamışlardır. Beynimizle göz sinirlerimiz arasında bağlantı “bit”leri 198 milyon eksiktir. Beynimizin bağlantı biti 200 milyondur oysa gözümüzden beynimize giden bit sayısı 2 milyondur.
İnsanın beş, altı yaşlarına kadar algıladığı dünya metafizik bir dünyadır. Her şey onun için hayal gibi gelir. Yaşı ilerledikçe gerçek dünyada algıladıklarını yavaş yavaş bir yerlere oturtmaya başlar. Diğer gerçeklerle bağlantı kurar. İnsanlar büyümeye başladıkça çevresindeki davranışlar daha netleşir. İnsan ilişkileri hakkında yorum yapmaya başlar; bu hayatı algılayışı ile ilgilidir.
Algı sürekli değişen bir şey olsa da aile, toplum, çevre gibi faktörler insan hayatında çok etkilidir. Onlara da dayatılan sabit fikirler vardır. Aile içinde oluşturulan algı, anne baba ve kardeşlerin hayatı boyunca birlikte yaşayacaklarmış gibidir. Bu konuda anne baba ne derse doğrudur. Öğretmenler, çevre ne derse hep doğru odur. Bu yüzden bireylerin ilk algıları kendi doğrusu değil, hazır bir şablondur.
Anne baba, kuşaklar arası kendi savaşlarını kazanmadılarsa size öğreteceği şeyler geleneksel bilgilerdir. Zaman içinde kendi geliştirdiği küçük mantıklı fikirler daha önce bildiği ve zorla dayatılan yaşam algısını zedelemeye başlar. Okudukça, öğrendikçe tabu halindeki algılar yıkılmaya başlar ve insanın kendi doğruları oluşur. Burada, “her doğru doğru mudur? Her geliştirilen algı doğru mudur?” diye bir soru sorabilir.
Hayatı beş duyumuzla algılarız; Kulak, burun, göz, dil ve dokunma ile. Fakat burada en çok odaklandığımız, karşımızda oluşan gerçeğin beynimizde yarattığı sonuçlardır.
Büyüdüğümüz toplum, gerçek algımızı doğru bildiği şeylerle sabote eder. Bunu kendi gelenek görenekleri, edindiği deneyimler adına “doğru”yu yaptığına inanarak art niyetsiz yapar. Fakat ideolojik yaklaşımlar, bilinçli olarak sosyal bilimler çerçevesinde bilinçaltı yönlendirme metotları uygulayarak (algı yönetimi) toplumu yönetmek isterler. Bu yolda sürekli tekrarlanan görüntü ve davranışlar şartlı reflekse dönüşür. Eğer din ağırlıklı bir aile ise evde yapılan ritüeller çocukta daima doğru olarak algılanacaktır.
Toplumumuz feodal bir toplum olduğu için iç içe geçmiş birey ilişkilerinden oluşmaktadır. Toplum temel olarak aileden başlamakta ve yeni yetişen kuşak kültür bombardımanına tutulmaktadır. Aile, okul, çevre ve sosyal alanlar…
Burada bağımsız birey nasıl olunur ona bakmalıyız ya da kendi oluşturduğumuz algının doğrularını, zincirleri kırarak kendi devrimlerimizi nasıl yaptığımıza…
Her ne kadar iktidarın toplumsal öğretisi size doğuştan empoze edilse de siz bunu etrafınızı gözleyerek, okuyarak, araştırarak, sorarak, sorgulayarak değiştirebilirsiniz. Böylece yeni anlayışlar yeni algılar ortaya çıkar. Bu da yeni oluşumlar getirir; Yeni bir ben, yeni bir kimlik, yeni bir dünya görüşü bir anlamda eski ile yeninin savaşı başlamıştır.
İktidarı bilmeye başladığında iktidarların neden var olduğunu da öğrenirsin. Bulunduğun ülkenin koşulları, hangisi sömürü altında ya da bir başka ülkeyi hangi tür sömürüyor. İktidarlar sadece sömürü üzerine kurulu değildir aynı zamanda kendi halkını iktidar elitleri için daha kullanışlı hale getirmekle yükümlüdür. Bu sebepten olayı toplum mühendislerine çevirirler ve algı yöntemlerini geliştirmelerini isterler.
Okullarda ilk işlenen konu, okuma yazma öğrendikten sonra devlet ve devletin güçlülüğünün sınırlarıdır. Toprak milliyetçilik ve din; ülkenin kurucularını anlatırken aynı zamanda ne güç işler başardılar ve bu devleti kurdular imajının temelinde, sürekli tekrarlanan devlet kurgusu bireyin devlet karşısında çok zayıf olduğunu göstermek amaçlıdır.
Çocuğun algısı evde büyük babadır. Dışarıda devlettir çünkü onun yansımaları polis, jandarma panzerler ve bunun halka şiddetidir.
Algı kutusu olan televizyonda sürekli tekrarlanan; saçlarından sürüklemek, coplamak, panzerle su sıkmak, insanları tutuklamak gibi olaylar aslında bilinçli bir şekilde yaratılmak istenen bir sonuçtur. Gençlere sunulan, “birey olarak fikrini belirtirsen karşında koskoca bir kitle halinde kolluk kuvvetlerini bulursun.”
Tekrar dönelim okullara… Okullarda anne baba da aynı yoldan geçtiği için eğer kendilerinde özgür ve bağımsız bir birey kişiliği oluşturmamış ise çocuğunun kesinlikle bu kalıplar içinde olmasını, kendi hayatı için okumasını, askere gitmesini ardından sigortalı bir iş sahibi olmasını, evlenip çoluk çocuğa karışmasını ve emekli olmasını ister. Bu geleneksel bir dayatmadır fakat o kadar doğallaşmıştır ki bu bir dayatma olarak görülmez.
İktidarların oluşturmak istediği insan (köle) aynen böyle bir insan olmalı, yolundan sapmamalı. Bu insanlar, üretim ve tüketim sisteminde güç sahipleri nereye uygun görürse oraya monte edilip bir vida, bir çark işlevi görmelidir.
Gelelim birey olma becerisi göstermiş ve bağımsız fikir üretebilen insana…
Algı olarak bu kişiler düzen bozucudur çünkü algıları ile farklılık yaratmışlar ve bu farklılıkları sözel, sanatsal, edebiyat gibi dallarda halka mal olmakta ve yayılmaktadır. Ayrıca bu tipler toplumda örnek olacak niteliklere sahip olduğu için tehlikeli olarak görüleceklerdir.
Türkiye tarihine baktığımızda birçok aydın ve nitelikli insan, dünyayı farklı algılayıp farklı sundukları ve toplumda bir karşılık buldukları için tarihler boyunca sürgünler, işkenceler, cezaevleri, idamlar ve çeşitli zulümler görmüşlerdir.
İktidarlar kendilerine bir alternatif sunulmasını kesinlikle istemezler. Kapitalizm toplumda çok büyük bir kitle oluşturmaz. Sermaye sahipleri toplumun bir avuç insanıdır. Fakat ellerinde bulundurdukları algı mekanizmaları, burjuvaziyi olduğundan çok daha güçlü gösterir. İşte kullandıkları argümanlardan biri olan inanç sistemi bunlardan biridir.
Bu, toplumları uyutabilecek kadar geniş bir yorgandır.
Metafizik, şartlı refleks olduğu için çocukluğundan itibaren beyinde oluşturulmuş bir başka dünyayı hayal etmek ve bu dünyada yapılan bütün kötülüklerin o dünyada bir karşılığı olduğunu düşünmek uyuşturucu gibi bir algıdır.
Okullarda öğrenim sistemi milliyetçilik ve vatan üzerine kurulmuştur. Buna karşı çıkmak vatan hainliği ya da vatanını sevmemektir. Ayrıca okul, sistemin ideolojik şartlanmasının bilinçaltına inceden inceye nakşedilmesidir.
Üzerinde yaşadığımız toprağı işlersen tarla, üzerine ev yaparsan veya daha büyük işler için arazi satın alırsan, –mülkiyet olarak algılansa da– toprak için ölürsen buna vatan denir.
Tabii bu toprakların madenlerinin, barajlarının, işletmelerinin yabancılar tarafından satın alınması ve bu işletmelerin oluşturdukları artı değerin yurtdışına aktarılması vatan hainliği olarak görülmez. Bunun böyle doğallaşmasını sağlayan ise uluslararası sermaye ve global iletişim ağlarıdır.
Yeni nesil, sosyal medya yoluyla bilgiye hızlı ulaşması sebebiyle o kadar çok kirli alanda bulunuyor ki bu kirliliğin içinden doğruyu bulup çıkarmak çok zor. İletişim çağında sistemi yaratanlar, toplum beyinlerinin doğru ya da yanlış kavramlarını sıfırlayacak bir ahlaki anlayışa sahip olmalarını isterler. Birçok bilgide, beyin sadece çöplük işlevi görür. Böylelikle kişiliksiz omurgasız, insan ilişkilerinde tutarsız, para için her şeyi yapabilecek bir insan tipolojisi ortaya çıkar. Para için soygunlar yapılabilir, insanlar öldürülebilir.
İhanet çocuk oyuncağıdır sevdiklerimi satabilirsin.
İnsandan çok, duygusuz makinalara dönüşmen en doğrusudur.
Çok acıdır ki, insani, ahlaki değerlerin son hızla dejenere olduğu ve bu dejenerasyonun doğallaştığı bir zaman içinde yaşıyoruz.