Bu yolda size, yaşayan “gerçek” insanlar, onların içimize dokunan çarpıcı öyküleri, bazen bir kuş, bazen de uçuşan beyaz yeleleri ile bir at olarak resmedilen özgürlük hayalleri yoldaşlık eder. Kadınların çoğunlukla sessiz ve bezen de çığ düşürecek kadar avaz avaz çıkan feryatları size yaşam yolunda sorgusuzca ilerleyen insanı sorgulatır. Bir de “Yol” bitmeden sorarsınız; hapishane içerisi mi yoksa dışarısı mı?
Bu filmde, topyekûn bir hapishaneye dönüşmüş olan ülkedeki, sıkıyönetimin, otoritenin, törenin, cehaletin ve korkunun içinde boğulan insanların, en çok da kadınların yaşadığı karanlığın gerçekliği resmedilir. “Korku her evin bekçisidir.”
Yılmaz Güney, Yol ile ilgili yapılan bir röportajında şöyle diyor: “Senaryo üzerinde çalışırken hayatımı gözden geçirdim, memleketimle hesaplaşmamı yaptım ve anlattığım bütün karakterleri çok sevdim. Bana insan nedir sorusu için kendimle yüzleşmemde aracı olmuşlardı.” Senaryo Yılmaz Güney’e ve “Eee anlat bakalım” diye başlayan o cümleden sonra, cezaevindeki mahkumların ağzından dökülen yaşamlara ait.
Ülkedeki korkunun ve karanlığın resmi çizildiği için tam 17 yıl yasaklı kalan yani yola çıkmasına izin verilmeyen “Yol” un, Altın Palmiyede en iyi film ödülünü almaya uzanan hikayesi çok insani, hazin, çarpıcı ve yaralayıcıdır.
Hadi o zaman bu yola çıkalım…
“Yılmaz Güney orada en iyi film ödülünü kaldırırken biz de rakılarımızı kaldırdık.” der, filmin muhteşem oyuncularından Tarık Akan…
Yol, 1981 yapımı bir film ama Türkiye’de 1999 yılında vizyona girebiliyor. Yılmaz Güney Kayseri Cezaevinde yazıyor senaryoyu ve bu filmi çekebilecek tek kişi yani Şerif Gören çekiyor, yönetiyor. Filmin bütçesi çok düşük hatta cezaevindeki mahkumlar film çekilebilsin diye aralarında para toplayıp veriyorlar. İzleyeceğiniz film aylarca yoklukla mücadele edilerek sadece sinema sevgisiyle çekilmiş bir film. Bu sevgiyi paylaşan başrol oyuncuları; Tarık Akan, Şerif Sezer, Halil Ergün, Necmettin Çobanoğlu, Tuncay Akça, Meral Orhonsay ve tabii gerçek askerler, gerçek tren yolcuları ve emek veren daha onlarca oyuncu… Sıkıyönetim kıskacı altında, çok zorlu bir süreçte çekiliyor. İşte bu nedenle çok kuvvetli, yıkılmıyor. Film, Cannes Film festivalindeki gösteriminde tüm dünyayı sallarken, Türkiye’de filmin oyuncuları bu filmi izleyemiyor, yasaklı! Yönetmeni dört ayrı davada 60 yıl hapis istemi ile yargılanıyor. Yılmaz Güney Cannes’da en iyi film ödülünü kucaklayıp kaldırırken, filmin yönetmeni ve oyuncuları ise sadece Beyoğlu’nda rakı kadehlerini kaldırabiliyorlar, her şeyin şerefine…
Film kurgusu, politik duruşu, cesareti, feminizme kaçmadan ve bulaşmadan tüm gerçekliği ile anlattığı Anadolu kadınının dramı ile eşsiz bir kulvarda.
1980 askeri darbesinin toplum üzerinde yarattığı travmalar, gerçekçi ve yine toplumcu bir anlayışla ele alınır. Filmin başındaki cezaevi sahnelerinde otoriteyi temsil eden anonslarla yönetmen, sesi kullanmak suretiyle, otoritenin insanlar üzerindeki baskısını ve sürekli cezalandırma tehdidini ortaya koyar. İktidar bir sese dönüşmüştür. Görünmezdir, sadece işitilebilen bir korkudur.
Filmin en çarpıcı simgesel anlatımlarından biri de kafesteki sarı muhabbet kuşudur. Bu kuş bir umuttur, müjdecidir. Aynı zamanda da mahkûmların içsel tutsaklığını, sosyal ve kültürel alt yapılarında, cezaevi dışında bıraktıkları hayatlarının onların ruhunda yarattığı tutsaklığı simgeler. Bu bedensel tutsaklığında ötesinde ve çok daha yıkıcı bir tutsaklıktır. Bir türlü alt edilemeyen son derece katı geleneklerin, ipe sapa gelmez toplumsal yargıların, günahların, ayıpların, şeytan olarak görülen kadınların zehirlediği bir hayatın tutsaklığıdır. Muhabbet kuşu, bu bedensel ve içsel tutsaklığın oradan oraya sürüklenen, dilsiz bir fotoğrafıdır. Sonunda bir kafesin içinde Yusuf adlı mahkûmla birlikte dışarıya çıkar. Yusuf’un Leyla’sına ulaşabilecek midir? Bilinmez…
Filmde, İmralı cezaevinde mahkûm olan beş kişiye ailelerini görmeleri için verilen bir haftalık izinden sonra gelişen, bir hapishaneden çıkıp daha büyük bir hapishane de yaşamaya varan yolculuk anlatılır. Bu kişiler üzerinden bir Türkiye mozaiği sunulur. Bu beş mahkûm dışarı çıkar çıkmaz, kendi hayatlarının acı ve acıtan gerçekleriyle ve ülkenin içinde bulunduğu sıkıyönetim gerçeğiyle yüzleşirler. Dışarısı en az içerisi kadar berbattır. Yılmaz Güney hem içeriyi hem de dışarıyı çok iyi gözlemlediğinden, dışarının içerden bir farkının olmadığını, dışarda da hiçbir özgürlüğün olmadığını, ülkenin kocaman bir hapishaneye dönüştüğünü, tüm politikliği ile ve yürek yakan insan öyküleriyle, bu beş farklı karakter üzerinden anlatır. Tabii bu anlatının da temelinde vazgeçilmezimiz, kadınlarımız ve onların yaşamları vardır.
Bu filmde, toplumsal geleneklerin, törelerin ve cinsiyetçi bakış açısının mahkûm ettiği kadınlar, saf acılarıyla birer gözyaşı, ezilmiş ve yok sayılmışlıklarıyla bir sessizlik, yedikleri dayak, gördükleri işkence ve ölümleriyle de birer çığlıktırlar! Kimsenin duymadığı…
İzne çıkanlardan biri Yusuf’tur. Okuma yazma bilmez. Aylarca karısı Leyla’dan haber bekler ama hiç haber gelmez. Bir gün bir mektup gelir, bunu arkadaşları okur ama içinde yazanı Yusuf’a iletemezler. Yusuf, Leyla’sına kavuşmak için acele eder lakin onun yol hikayesi çok kısa sürer. Okuma yazma bilseydi Leyla’sına kavuşamayacağını da bilirdi ama gelen bir tane mektubu okuyamamış olması umudunu, yaşama arzusunu ve Leyla’sını diri tutar. Tüm benliğini muhabbet kuşuna yükler ve onu Leyla’ya vermelerini söyleyerek cezaevine geri döner.
Mevlüt ise bu izinde sevdiği kızı istemeye gider. Kızı babasından ister, mahkumiyeti bittikten sonra evlenecektir, umutludur. Kızın ailesi evlenmek istediği kızla yalnız kalmasına izin vermez. Nereye gitseler peşlerinde iki kara peçeli “hafiye” dolaşır. Mevlüt’ün bu durumu ülkedeki sıkıyönetime benzer. Bu kısacık izin günlerinde dahi özgür olamaması, hapis tutulduğu hayattan dışarda da bir türlü kurtulamaması nedeniyle mutsuz ve gergindir. Evleneceği kıza verdiği, “benden izinsiz bir yere gidemezsin, benim izin verdiğim şekilde giyineceksin, ben ne dersem ne istersem kabul edeceksin” şeklindeki “erkekçe” talimatlar alçaltıcı ve kızın bunları gülümseyerek, hayran bakışlarla, hiç sorgusuz kabul etmesi ise çok düşündürücüdür. Evleneceği kızın Mevlüt’e “bana mektup yaz ama sizin eve gönder babam kızar” dediğinde Mevlüt’ün “ne geri kafalı baban var” demesi ise insanın riyakarlığına vurgu yapar.
Bir diğer karakterimiz Ömer. Urfa’nın Suriye sınırında yaşadığı köye uzun bir yolculuk sonucunda varır. Köyün tüm geçimi kaçakçılıkla sağlanır. Ömer köyüne varır varmaz duyduğu silah sesleri ve traktör kasasında gelen ölü bedenlerden tanıdık kimse var mı diye seçmeye çalışmasıyla cehennemi yaşar. Ömer hapishanedeyken buralar çığırından çıkmıştır. Ancak bu bölgede asıl mağdur olanlar, acı çekenler yine kadın ve çocuklardır. Bu sahnelerde annelerin sürekli çocuklarının dağdan inmesini isteyen sözleriyle, öldüklerini gördüklerinde Kürtçe yakılan ağıtlarıyla ve çocukları sürekli gelen silah seslerinden korkmasın diye uğraşıp, bir yandan da kocaları için endişelenmeleriyle seyrederiz. Ömer burada da hapistir, sınırı aşıp gidemez, tüm ülke insanları gibi çaresidir.
Halil Ergün’ün oynadığı Mehmet Salih karakteri, eşinin erkek kardeşinin ölümüne seyirci kalır. Bu ölümü aile ondan bilir, hakarete uğrar, düşman ilan edilir. Karısını görmesine izin verilmez. Kendi çocukları olmasına rağmen artık sadece Mehmet Salih’in karısı olan kızları da doğal olarak artık düşmanlarıdır. “İşte kocan, o artık bizim düşmanımızdır onunla gidersen sende bizim düşmanız olursun” denir. Yani kadın ya babasını ya da kocasını tercih edecektir. Kendini tercih etme hakkı yoktur. Ancak onlar birbirini sevmektedirler ve çocuklarını da alıp kaçarlar. Trenle kaçmakta iken, birbirlerini uzun süredir görmediklerinden dayanamaz ve kimsenin görmediği bir yerde birlikte olmak isterler. Trenin tuvaletine birlikte girdiklerini gören bir yolcunun bağırması üzerine, yolcular büyük bir kine dönüşen öfkeleri ile onları linç etmeye kalkar. Burada Anadolu insanının bazı konularda ne kadar bağnaz olduğuna, en insani konularda bile ölümüne kin ve öfkeyle dolabileceğine, insanın insanı hiç anlamadığına vurgu yapılmıştır. Bu karı-kocanın sonu ise oldukça trajiktir.
Filmde üzerinde en çok durulan karakter ise şüphesiz Tarık Akan’ın oynadığı Seyyit Ali’dir. O hapisteyken karısı Zine genelevde görülmüş, kocasının ailesi, kendi ailesi ve canından kopan kendi çocuğu tarafından tamamen dışlanmıştır. Öz babası, Zine’ye şeytan der, o şeytanın senin aklını çelmesine izin verme, öldür onu der Seyyit’e. Karısının ailesi, Zine’nin infazına çoktan karar vermiştir. İnfazın Seyyit Ali tarafından yapılması için beklenir. Nasıl beklenir bilir misiniz? Zine ahıra zincirlenir, sekiz ay giysilerini değiştirmesine, yıkanmasına izin verilmez. Kirlenmiştir, suyla temizlenemez, kirlidir çocuğuna sarılamaz… Seyit Ali ile Zine’nin karşılaşmaları boğazınızda yumrular oluşturur. Seyyit Ali hala Zine’ye aşıktır, Zine’de ona. Yıkanmasına izin verir Seyyit, saçlarını taramasına da… Zine kendisini yıkayan kardeşine; “Seyyit gelmeden önce ölümden korkmazdım, artık korkuyorum çünkü içimde bir umut ışığı yandı.” der. Öyle ya hayat ne zaman biter, umut bitince…
Seyyit törelere bağlıdır. “Kötü yola düşen” karısını öldürüp, namusunu temizlemesi gerekir ama ona silah sıkamaz. Zine donarak ölürse kimse katil olmaz! Zine doğanın insafına bırakılabilir. Seyyit ali, bir yandan aşk, diğer yandan nefret ve acıma duygusu ile Zine ve oğlunu yanına alarak, dondurucu soğukta yola koyulur. Her yer bembeyaz karlar altındadır, sadece rüzgârın ıslığı ve Zine’nin yakarışlarının duyulduğu sessizlikte yürürler, yürürler. Zine kendisini öldürmemesi için Seyyit Ali’ye yalvarır, bağışlanma diler. Bu sahnelerde bir de ağaç görürüz. İki farklı yöne ayrılmış iki daldan ibaret bir ağaç. Tıpkı Seyyit Ali’nin aklı gibi ikiye ayrılmış bir ağaç. Bir taraftan sıcacık sarıp sarmalayıp alıp götürmek istiyor Zine’yi bir taraftan da bırakıp donmasını istiyor. Bu ikilemler içinde Zine için dönülmeyecek yol görünür. Zine, kocası ve oğlu tarafından, artık anlamlandırma gereği duymadığım bir duyguyla kamçıyla dövülür, uyansın, ölmesin diye… Silah sıkılmaz, sonsuz beyazlıktaki kar Zine’nin kanı ile kirlenmez…
Sonunda ne mi görürüz; Seyit, sadece tek parmağını değil tüm ruhunu ve vücudunu saran alyansını parmağından çıkarmayı başaramaz. Zine’nin Seyit! diye bağıran sesini kulaklarından, donan elinde parlayan alyansını da gözlerinden söküp atamaz. Sadece ağlar!
Filmdeki şu soruyu bir kez de ben soruyorum “İnsanın aklı insana düşman olur mu?”
Film biter ama sadece film biter, “yol” hiç bitmez!..