Tarih konusunda bazılarının sağlıklı bilgileri olduğunu tam olarak kestiremiyorsam da yine de mayıs ayında önemli olayların yaşandığını bildiklerini sanıyorum. Toplumun önde gelen kişileri tarih konusunda bilgiçlik taslarken öyle yanılgılara düşüyorlar ki şaşmamak elde değil.
Bu yazımda tarihimizde mayıs ayının önemine kısaca değinirken, yaşadığım 27 Mayıs Darbesindeki gözlemlerimden de söz etmek istiyorum.
Türk Tarihinde mayıs ayında yaşanmış önemli olayların başında; Dandanakan Savaşı (22-24 Mayıs 1040),İstanbul’un Fethi (29 Mayıs 1453), Fatih Sultan Mehmet’in ölümü (3 Mayıs 1481), I.Viyana Kuşatmasının başlaması ( 16 Mayıs 1529), Cerbe Deniz Zaferi (14 Mayıs 1560), Osmanlının İran ile yaptığı Kasr-ı Şirin Antlaşması ( 17 Mayıs 1639), Kabakçı Mustafa isyanı ve III.Selim’in öldürülmesi (25-31 Mayıs 1867), Yunanlıların İzmir’i işgali (15 Mayıs 1919), Atatürk’ün Samsun’a çıkarak Milli Mücadeleyi başlatması (19 Mayıs 1919) gelmektedir. 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı ile 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını da onlara katmalıyız. Ayrıca cumhuriyet ve demokrasi tarihimizdeki darbeler arasında; günümüzden 63 yıl önce yaşanmış 27 Mayıs 1960 darbesi de yine bu ayda yaşanmıştır.
Bu yazımda yedek subay ve üniversite öğrencisi olarak yaşadığım, toplumun büyük çoğunluğunun benimsediği bir askeri darbeden söz etmek istiyorum. 27 Mayıs Darbesini konu alan pek çok kitap, makale ve anılar yazıldı, belgesellere konu oldu. Bence 27 Mayıs dünyada yaşanmış sivil ve askeri darbelerden çok daha farklı bir anlam taşımaktadır. Öncelikle bu darbe geliyorum sinyallerini vermiş, o günlerin Demokrat Parti iktidarı nedense bunu görememişti. Belki de görmek istememişti.
Demokrasi tarihimizin dönüm noktalarından biri olan 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti çoğunluk seçim sisteminden ötürü çok sayıda milletvekilliği kazanarak iktidara gelmişti. Bu tarihi seçimde %53,59 oy alan Demokrat Parti 408, %39,98 oy alan CHP 69 milletvekili çıkarmıştı. Yeri gelmişken belirtmek isterim ki çoğunluk sisteminde bir ilde hangi parti çok sayıda oy almışsa o ilin bütün milletvekillerini kazanıyordu. Meclise giren milletvekilleri arasındaki büyük fark buradan kaynaklanmıştı. Seçimin kaybedilmesi üzerine bazı komutanlar harekete geçmek için Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den talimat beklemişlerse de İnönü onlara, ” Milli irade gerçekleşmiştir. Halkın istediği şekilde iktidar devredilecektir. Bunu herkes içine sindirmelidir” demiştir. Kısacası İnönü 27 yıllık tek parti yönetiminden sonra iktidarı kansız, kavgasız olarak sandıktan çıkanlara teslim ederek muhalefete geçmiştir.
Demokrat Partinin ilk yıllarında, ABD’nin II. Dünya Savaşından çıkmış, her yönüyle yıkıma uğramış devletlere yaptığı Marshall Yardımından Türkiye’de Demokrat Partinin girişimleriyle pay almıştı. Böyle olunca ülkede savaş sonrası büyük bir refah yaşanmıştı. Ancak bir süre sonra bu sanal refahın doğurduğu sorunlar ortaya çıkmaya başlamış, kısacası ülkelerden bazıları bağımlı duruma gelmişlerdi. O günlerde bunun bilincine pek az kişi varmıştı.
Demokrat Partinin on yıllık iktidarının sonlarına doğru özellikle 1957 seçimlerinden sonra muhalefetteki CHP halkın belini büken ekonomik sıkıntıları ve yapılan siyasi yanlışları ortaya koyarak iktidarı yıpratmaya başlamıştı. Buna karşılık da iktidar sertleşmiş, halkın bazı kesimleriyle askerde huzursuzluklar başlamıştı. 1958’deki Dokuz Şubat Olayı, askerin darbe yapacağı kuşkusu, Irak da Faysalı deviren ihtilal, Demokrat Parti hükümetini rahatsız etmişti.
İktidar ve muhalefetin çok sert ve yıkıcı bir siyaset izlediği o yıllarda devam ettiğim Hukuk Fakültesini bırakarak yedek subay olmuştum. (O yıllarda lise mezunu ve dengi okullar yedek subay oluyordu.) Yedek subaylığımı yaparken subayların iktidardan huzursuz olduklarını gözlemlemiştim. Ben bir teğmen olarak bunu görmüşsem Demokrat Parti yöneticilerinin nasıl göremediğine hala şaşarım. Başbakan Adnan Menderes’in söylediği, halk arasında dolaşan, ancak doğruluğu tam olarak bilinmeyen “Listeme odunu koysam seçtiririm.” veya “Gerekirse orduyu yedek subaylarla idare ederim. ” gibi anlamsız sözleri tepkiyle karşılanmıştı.
Menderes 1958’deki yurt gezilerinde CHP’ye daha sert yüklenmeye başlamıştı. İsmet İnönü 1959 da ki yurt gezilerinde saldırılara uğramıştı. Uşak’ta başına taş atılmış, Topkapı da neredeyse linç edilecekti. Kayseri Yeşilhisar’a sokulmak istenmemişti. Basına yasaklar getirilmeye başlanmıştı. İsmet İnönü’nün damadı, Akis Dergisi yazarı Metin Toker, aynı zamanda milletvekili olan gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın başta olmak üzere muhalif yazarlar tutuklanmıştı. Onların yanı sıra dönemin ünlü yazarlarından Bedii Faik, Şinasi Nahit Berker, Altan Öymen, Cüneyt Arcayürek de tutuklananlar arasındaydı. Muhalif basından Ulus, Cumhuriyet, Yeni Halk, Yenigün, Demokrat İzmir, Vatan gazeteleri Akis, Kim ve Dolmuş Dergileri belirli sürelerde kapatılıyordu. O günlerde geleceği gören bazı siyasiler Adnan Menderes’i uyaran sözler söylerken mektup yazanlar da olmuştu. İktidar gücü insanın doğruları görmesini nedense engelliyor. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Demokrat Parti iktidarının eleştiriye tahammülü olmadığı açıkça görülüyordu. Demokrasi tarihimizin ünlü isimlerinde muhalif Osman Bölükbaşı’nın seçildiği Kırşehir ilçe yapılmıştı. Bu arada Menderes’in romancı Suzan Sözen ve Opera sanatçısı Aynur Aydan ile yaşadığı aşk toplumda yankılanıyordu. Her şey bir yana, büyük olasılıkla kendi sonunu hazırlayan bir kanunun meclisten çıkarılması o güne kadar yaşanmamış bir olaydı. Demokrat Parti milletvekillerinden oluşun Tahkikat Komisyonunun kurulması ve tutuklama dâhil yargının temel yetkilerinin onlara verilmesi kabul edilecek gibi değildi. Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve kısacası yargıya tanınmış tüm yetkiler bu komisyona verilmişti. Bunun üzerine 28 Nisan 1960 tarihinde İsmet İnönü mecliste yaptığı tarihi konuşmasında “Sizleri ben bile kurtaramam.” demişti. Gerçekten de Yassıada da kurulan Yüksek Adalet Divanında verilen kararlarda tüm girişimlerine rağmen onları kurtaramamıştı. Dönemin lideri Cemal Gürsel’e yazdığı mektup da bir işe yaramamıştı.
İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde Demokrat Parti karşıtı gösteriler başlamış, Harp Okulu da onları desteklemişti. O yıllarda radyolarda sürekli Vatan Cephesine (!) katılanların isimleri yayınlanıyor ve bu da toplumun tepkisini çekiyordu.
Türkiye’de siyasi ortamın böylesine gerginleştiği günlerde terhis olarak Hukuk Fakültesini bırakıp önceden istediğim Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümüne girmiştim. Beyazıt’ta Aksaray’a inen yolun başında olan Edebiyat Fakültesinde, o bölgede yaşanan öğrenci olaylarını izliyorduk. Bir gün derslere Aksaray’dan gelen büyük bir öğrenci kalabalığı “Menderes istifa”, “Kahrolsun diktatörler” sloganları atarak, Gazi Osman Paşa’nın Plevne Marşı eşliğinde Beyazıt’a doğru yürüyordu. Sonradan bu marş darbenin sloganı olmuştu. Bizler de dersi bırakıp önce pencerelere sonra da dışarı çıkmıştık. O günlerde İstanbul Üniversitesinde bazı olaylar yaşanıyor ve bunlar kulaktan kulağa yayılıyordu. Bu durum öğrencileri daha da tahrik ediyordu. İktidar öğrencilerin dağıtılması için emir vermişti. Sonradan Yassıada da yargılanan Zeki Şahin ve Bumin Yamanoğlu isimli iki polis şiddet içeren davranışlarıyla öne çıkmıştı. Rektörlüğün talebi olmadan üniversiteye giremeyen polis, kural dinlemeden üniversiteye girmiş ve öğrencilerini korumak isteyen İstanbul Üniversitesi Rektörü Ord.Prof. Sıddık Sami Onar’a şiddet gösterilerek yere düşürülmüş, gözlüğü kırılmıştı. O sırada Beyazıt’ta Marmara Sineması önünde toplanan öğrencilerin üzerine atlı polislerin sürüldüğünü görmüştük. Askerliğimi süvari olarak yaptığımdan, arkadaşlarıma taş zeminde dörtnala at sürülmez, şimdi bunlar düşecekler dememe kalmadan çoğunun atları devrilmişti. Buna rağmen öğrencileri dağıtmaya çalıştılar, öğrenciler İstanbul Üniversitesi bahçesine sığındılar ve orada enterne edildiler. Çatışmalarda iki öğrencinin öldüğü ve yaralıların olduğu söyleniyordu. Olaylar böylesine gelişince Demokrat Parti hükümeti Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan etmişti. Sıkıyönetim ilan edilince askerler İstanbul Üniversitesi bahçesindeki öğrencileri GMC’lere doldurarak gözaltına almak üzere yola koyulmuşlardı. Ancak askerler öğrencilerden yana olacak ki GMC’ler çok yavaş ilerliyordu ve öğrencilerin çoğu araçlardan atlayarak kaçmışlardı.
Demokrat Parti Meclis Gurubu 29 Nisan 1960’ta olağanüstü toplanarak olayların CHP’nin kışkırtmasıyla olduğunu açıklarken, Menderes de “üniversitenin temelinin altına gireceğiz” demişti. İstanbul’da yaşanan olayların ardından Ankara Hukuk Fakültesinde başlayan öğrenci hareketleri Siyasal Bilgiler Fakültesinde de devam etmişti. Güvenlik güçleriyle öğrencilerin karşı karşıya kaldığı ve fakülte binalarına ateş açıldığı söyleniyordu. Sıkıyönetim Komutanlığı her türlü toplantıyı yasaklamıştı.
Tüm yurtta büyük bir tedirginlik yaşanıyorken ve olaylar sürerken 27 Mayıs sabaha karşı radyolardan kalın tok bir ses topluma hitap ediyordu.
“Dikkat dikkat muhterem vatandaşlar radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz Türk Silahlı Kuvvetlerin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir:
Bugün, demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadı ile Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.”
Üniversite öğrenciliğimin ilk yıllarında böyle bir tarihi olaya tanık olmuştum. Dilerim toplum olarak böyle karmaşaları bir daha yaşamayız.