Tırnak Makası

Mustafa Angın
664 views

     Ozan, tıkış tıkış trenden zorlanarak indi. Beresini parkasını ve sırt çantasını düzelterek yönünü basamakları tahta olan köprüye yöneltti. Merdivenler yine buzullaşmıştı. Kışın bu merdivenleri çıkmak ne zordu. Topuğuna çaktırdığı demirin neredeyse hiç bir faydası yoktu.    Korkuluk demirlerine tutuna tutuna kırk beş basamağı tırmandı. İniş ise tek seçenekliydi. Çantasını sırtından göğsüne kaydırdı. İçinden kalın ve buruşuk bir karton çıkararak üzerine oturdu.

     Kıçını kaydıra kaydıra basamakları inmeye başladı. Kadınlar bu merdiveni kullanmaktansa, bir istasyon sonra inmekteydi. Merdiven bitiminde soluklanarak ayağa doğruldu. Kartonu bir başkası kullansın diyerek merdiven kenarında bıraktı.

Toprak yolda altmış metre düz gittikten sonra sola kıvrılacak ve kırk metrenin bitiminde ise kapının ziline dokunacaktı. Düzlüğü takip eden yol ise Hukuk Fakültesine çıkmaktaydı.

Asfaltlı olan evin sokağına döndüğü an, televizyondan sokağa taşan bir çift öküz yeter mi türküsüyle, başını üç katlı bir apartmanın çatı katına çevirdi. Mahsuni. Bir süre mırıldandı. Ve arkasından çevresine dolanan dört kişiyi son anda fark etti. Bir de kaburga kemikleri arasına dayanan namluyu. İkisinin sarkık bıyıkları her şeyi söylüyordu.

     Silah kafasına doğru yön değiştirirken, korkusunu yendi. Yüzüne bir boşluk ifadesi çöktü. Öndeki iki kişiden birisi sakalını asıldı. Son anda öldürmekten caymış ya da işi oyuna çevirmişlerdi. Ozanı sokağın daha loş kısmına çektiler.

“Acelen mi var kom?” Sesinde güçlü olmanın alaycılığı egemendi.

Sırtındaki ağırlık bir anda hafifledi. Çanta ve içindekiler yere saçıldı. Hareket etmesine fırsat kalmadı. Birisi bir kolunu öne kıvırırken, diğeri arkadan boyunduruk vurdu.

“Böğürsene lan kom?”  

Bir diğeri, Ozan’ın koyu siyah ve uzun dalgalı saçlarına yapıştı.

“Söylesene pis komnis. Bu sokağa giremeyeceğimizi sanıyordunuz öyle değil mi?” Çantayı ters çevirerek birkaç kez salladı. Kitaplar, kalemler, not defterleri, kurumuş karanfil, eski madeni paralar ve resimler yere saçıldı.

“Ooo bu güzel hatun da kim?” Yan dönmesine fırsat vermediler. Bir diğeri parkadan başlayarak topuklarına kadar elini gezdirdi.

“Tuhaf. Bu pis kom temiz çıktı.”

“Demek sorulara tenezzül etmiyorsun haaa.”

İlk konuşan ağzında biriktirdiği tükürüğü yüzüne püskürttü. Ozan umursamadı. Namludan öte ne olabilirdi ki… Saçına asılan, kıç cebinden katlanır bir kama çıkardı.

“Eeee. Sesinin çıkmadığını düşünürsek çişini de salmışsındır sen.”

“Öff. bu sidik kokusu da ne!”

Gırtlaktan hırıltılı bir ses çıkınca, boyunduruğu vuran bileğini az gevşetti. Ozan öğürerek soluk almaya çalıştı. Bir süre uzun uzun soluk aldıktan sonra dördünü de sallayacak tümceler düştü ağzından.

“Bıraksanız iyi olacak. Oruç vaktinde açılmalı.”

Bir yalınlık bu kadar ürkütücü olamazdı.

Boyunduruğu vuran kolunu daha da sıkıladı. Kamayı çıkaran elini Ozan’ın saçlarına doladığı gibi asıldı. Bir uzun inilti duyuldu ve bir tutam siyah bukle saç, karların üzerine savruldu.

“Hem Allahsız hem de oruç haa.”

Ozanı iteleyerek kömürlüklerin olduğu bir aralığın içine sürüklediler.

“Korkusundan yalan söylüyor.”

“Öt lan.”

“Kitapsız komalar ne zamandan beri oruç tutar olmuş?”

Bir anda kardeşi Tutkun’un demeleri aklına düştü.

‘Korkakların cesareti yoktur Ozan. Ne kadar dirençli gözükürsen, o kadar korkularını artırırsın. Haa, bir de bunlarda düşünce arama. Ama önlerine düşünecekleri bir arpalık at.’

Boyunduruğu vuranı itekleyerek sesini yükseltti.

“Puşt herifler. İnanmanın tapusunu mu satın aldınız?”

“Nee!?”

“Hıı!!!”

     Sönük ışıkta yüzüne baktılar. Hayır. Ne bir titreme, ne bir korku vardı gözlerinde. Kafası sıfır tıraşlı olan, ayakuçlarına basarak Ozan’ın gırtlağına yüklendi…

     Ozan, yine böylesi bir durumda, kız arkadaşıyla birlikte en son bir kahvenin tuvalet penceresinden kaçmışlardı. Kar lapa lapa yere dökülmekteydi. Sokağa düştüklerinde kız arkadaşı sökülmüş parkasını göstererek gülmekteydi. O an geldi gözlerinin önüne. O da ona gülümsedi. Gırtlağına yüklenen afalladı. Ölüm bu kadar yakınken gülmesi ne tuhaftı. Ozan, Nihal’e elini uzattı. Uzatmak istedi. Elindeki kamayı Ozan’ın boynunda gezdiren bir adım geriledi.

“Dur konuşacak gibi.”

Sanki sorduğu soruyu yanıtlamış gibi, onun ağzından ne döküleceğini merak etmişti. Gırtlağına yüklenen elini be sebeple az saldı. Ozan’ın düşleri parçalandı ve kendi gerçeğine döndü.

‘Böyle bir duruma bir daha düşersen cesur ol Ozan. Karşılarında mert birisini gördüklerinde namert olmayı kendilerine yediremezler. Bu yüzden sıkı dur.’

“Hangi İslam? Yalnızca bizim dediklerimize oruç tutar demiş de, siz de arkasından gitme cüretini gösteriyorsunuz. .

Öfkeli bakışlarını onların gözlerinde gezdirmeyi eksik etmedi.

“Ne diyo lan bu?”

Birbirlerine bakınmaları çaresizliklerindendi. Namlunun ucu burun deliğine doğru yön değiştirdi.

Arkadan boyunduruk vuranın eli çözülmek üzereydi.

“Sabrım kalmadı ne yapıyoruz?”

“Fazla oyalandık. Sık bitir işini.”

     Arkadaki boyunduruğu çözdü. Kolları sıkmaktan uyuşmuş olmalıydı. Diğer üçü bir kaç adım geri çekilirken, kar maskelerini yüzlerine geçirdiler. Barut sesi sokağı ayağa kaldırmaya yetecekti.

‘Allahu Ekber. Allahuuu Ekber.’ Emniyet mandalının mekanik sesi duyuldu.

     Ancak namluyu tutan el, sokağa dökülen ezan sesiyle bir anda durdu. Eli titremeye başladı. Korku bir anda diğerlerine sıçradı. Göksel bir işaret onlara durmalarını öğütlüyordu. Yoksa…

     Hırsla üzerine çullandılar. Yumruk ve tekmeleme, son alla hu Ekber deyişine kadar devam etti. Silah sıkamamanın hıncını aldıktan sonra, kendi oruçlarını açmak için koşar adım sokağı terk ettiler.

     Ozan burnundan akan kanı sümkürerek ayağa doğruldu. Elini saç diplerine götürdü. Kan bir anda yayıldı. Yere çöktü yeniden. Karları avuçlayarak saçlarının arasına sürdü. Yüzünü karla sildi. Çevresindeki kesilmiş saçları toplayarak parkasının cebine iteledi. Kapüşonu başına geçirdi. Ezan saatinde yolların boş kalmasını fırsat bilmişlerdi. Küfrederek yirmi metre ilerideki evlerine yöneldi.

     Dış kapıyı açarak ayakkabılığa girdi. ‘Hah,  geldi’ sesini duymazdan geldi. Bir süre soluklandı. Salonla giriş arasındaki koridordan sıyrılarak banyoya yöneldi. Hiç ses vermemesi tuhaftı. Ablası kaşık elinde sofradan kalktı. Birkaç damla çorba kilime döküldü.

“Ozan… Sen mi geldin balım.”

Ailede nüfus artmıştı da kendisinin haberi mi yoktu. Ama gırgır yapacak durumda değildi.

“Bana bakmayın siz yemenize devam edin.” Banyo kapısı çarparak kapandı.

“Ne oldu buna şimdi!”

Ablası şaşkınca sofrada oturmakta olan anne ve babasına bakındı.

 “Tutkun baksana evladım.” Annesi içerdeki odaya seslendi.

Tutkun okuduğu yere parmağını sıkıştırdığı kitapla odasından çıktı.

“Ne olmuştur?”

Babası öksüre öksüre suya uzandı.

“Şu zıkkımı sofrada içmesen olmaz yani.” Tutkun daima babasının yanında yer alırdı.

 “Sofradaki tadı başkadır bunun. Sen içmediğinden bilemezsin. Ne için seslendin?”

Ablası bakışıyla banyoyu işaret etti.

“Ozan’a bir baksana. Hali tuhaf.”

“Ne yani. Banyoya baskın mı yapayım. Nasıl olsa çıkacak. Hep birlikte görürüz tuhaflığın ne olduğunu.”

Tutkun, tahta tabureyi gürüldeyerek yanan sobanın yanına çekti.

Babası sudan bir kaç yudum aldıktan sonra sigarasından derin derin bir kaç nefes daha çekti.

“Ne o elindeki kitap. Bütün gece okuduğun yetmedi mi?”

“Fena mı? Sahurda sıcacık eve kalktınız. Bir de herkesi sobelemek zorunda mısın sen.”

“O ne demek şimdi?”

Banyo kapısının açılmasıyla birlikte sesler kesildi.

Ozan, parkenin kapüşonunu başına geçirmiş, yüzünü ise, havluyu kurulamak bahanesiyle kapatmıştı.

Sobanın yanından geçerken Tutkun’un omzuna onun fark edeceği şekilde bastırarak kaldıkları odaya yöneldi. Tutkun sayfaya bakarak parmağını çekti. Durum beklediğinden daha önemli olmalıydı.

“Siz tıkınmaya devam edin” dedi.

Meraklı bakışlara aldırmadan kardeşinin ardından içeri girdi.

“Kapıyı kilitlesene.”

Tutkun anahtarı döndürmek istedi ama kapı mandalı laçka olmuştu. Sırtını kapıya dayadı.

Ozan havluyu eline aldı.

Banyoya ayna konulması günah olduğundan kafasından akan kanı yüzüne bulaştırmıştı.

“Ne olduğunu sormadan anlatsan iyi olur.”

Ozan evin güven dolu ortamında titremeye başladı.

“Bir bardak su getirir misin, orucumu daha açmadım.”

Soyunarak bedenindeki yara berelere bakmaya başladı.

Sudan önce anlatmayacağı açıktı. Tutkun dışarı yöneldi. Tüm bakışların kendisinde olduğunu görmezden geldi.

“İstasyondaki merdivenden yuvarlanmış. Önemli bir şeyi yok. Bir kaç ufak sıyrık. Apış arası olduğu için.” Sustu. Bu kadar ayrıntı onlar için fazlaydı bile.

“Tentürdiyot yerinde mi?”

Bildiği halde sorarak banyo aralığına yürüdü. Pamuk, sargı bezi, antibiyotik toz, sargı bezi ve oksijenli su. Mutfağa yöneldi. Bu kadar malzeme onları telaşlandırabilirdi. Elindekileri kese kâğıdına koyarak ağzını büzdü. Sofraya geldiğinde masadaki boş bardağa uzandı.

“Bir bardak da su alalım.”

Kapıyı ayağının ucuyla iteledi. Ozan duvara yapışmış, barış güvercini sökmeye çalışıyordu.

“Ne o! Kuş, bir kabahat mi işledi?”

Güç bir soru idi. Elini geri aldı. Bir bardak su yetmemişti.

“Nerede oldu bu böyle?” Pamuğa oksijenli su akıtarak başındaki kan izlerini silmeye başladı.

“Kim yaptı diyeceğine? Ovv yaktı.”

“Daha çok kimler diyelim istersen. Bir kişinin becereceği bir iş değil bu, senin gibi birisi için.”

Hırs ve gülümseme karışımı suratı değişti.

“Köpekler… Sokağı boş bulmuşlar. Dört kişiydiler. Birisi silahlıydı. Öff yaktı.”

“Ölümden kıvırmışsın, bu acı ne ki.”

Dışarıdan kapıları vuruldu. Ablalarıydı.

“Tepsiye yemek hazırladım. Kapının önüne koyuyorum.”

“Tamamdır. İçeri alırım.”

Ozan, parkanın cebine itelediği saçları yere savurdu

“Yemek filan istemiyorum.”

“Yaa. Eğer su yerine yemekle oruç açılsaydı yine yemem diye tutturmayacaktın ama.”

Nereden bulurdu bu sıkıştırma sözcükleri. Ozan burnundan solurken Tutkun kapıyı açıp tepsiyi içeri aldı.

“Ne istiyorsun peki?”

“Dışarı çıkıp bunun hesabını sormalıyız.”

“Hımm. Hesap sormak! Olur. Ama önce sökmek istediğin şu kuştan başlayalım istersen.”

T’ cetvelini kaydırarak, tepsiyi çizelge masasının üzerine koydu. Ozan yutkundu.

“Ne yani, herhalde hiç bir şey yapmayalım demeyeceksin.”

“Senden sopa yemek için kapı önünde beklediklerini sanmıyorsun umarım.” Haklıydı. Ama aşağılanmak zoruna gitmişti.

“Sende silah vardır. Ne de olsa benim gibi…” Lümpensin diyemedi. Kardeşinin kendisi için hiç çekinmeden kullandığı bir sözcüktü.

     Tutkun, Ozan’ın diyemediği sözcük üzerine gülümsedi. Kendisinden iki yaş daha büyüktü. Üniversite’de beşinci senesiydi ama hala ikinci sınıfın derslerini verememişti. Günün dörtte birini barlarda bira içerek geçirdiğinden bahanesi de hazırdı. Öğrenci olayları. Ozan ise burnundan solumaktaydı.

“Uzatmana gerek yok. Girip çıkmadığın dernek yok. Herhalde bir kaç silahın vardır.”

“Ne demezsin. Depodan mı getirmelerini söyleyeyim yoksa?”

“Alay et bakalım. Sen gelmesen de fark etmez. Ben çıkar bu yaptıklarını onlara ödetirim. Yeter ki…”

“Yeter ki bir silah bul haa. Ama önce şu kolunu az yukarı kaldır.

“Uvv yaktın.”

“Canının acısı, onların oyununa gelmek için sızlamasın.”

“Onlar diyerek faşistlerden söz ettiğinin farkındasın herhalde.”

“Farkındayım elbet. Ama sende koca bataklığın kenarında…”

“Yine sivrisinek masalı anlatma bana. Bırakalım soksunlar, elimizi bile sallamayalım öyle mi?”

“Elini sallamakla kazma sallamak arasında pek fark yoktur Ozan. Bunları seninle daha önce defalarca tartıştık. Bunlar sınıf çatışması içinde, firavun farelerinden başka.” Ozan sertçe sözünü kesti.

“Sivrisinekler yetmedi şimdi de fareleri mi ekledin? Tamam, tamam yeterli. Felsefe yapmada üstüne yok. Burasını anladık. Ben de cesaretli bir kardeşim var diye övünürdüm.”

Yerdeki iç çamaşırlarını alarak giyinmeye başladı. Tutkun elindeki sargı bezlerini kitaplığın ahşap karkası üzerine koydu.

“Yanılgıyı kabullenmek, neden alınganlığa giden yolu açar ki. Cesaret ve felsefe. Bakalım hangisi baskın çıkacak. Pekâlâ.”

Ozan ne diyecek düşüncesiyle bakışlarını ona çevirdi.

“Anlaşıldı hırslı çocuk. Tamam. Sokağa çıkarız. Bir yerlerden sana bana silah buluruz. Mutlaka adamları bir yerlerde de kıstırırız. Umarım saçını budayanların eşkâlini çözersin.” Ozan, oynanan oyunun ayrımına varamamıştı. Heyecanlandı birden.

“Hah işte şöyle. Kendine geldin sonunda. Ya sonra?”

“Sonrası sana kalmış. Eğer bulursak dördünü de temizleriz. İstersen arkasından bir dört kişi daha buluruz. Yetmez dersen kaldıkları öğrenci yurduna baskın yaparız. Ama mitralyöz filan lazım. Hani merdaneli olan türden. En az iki yüz kişiyi temizleriz. Ne dersin? Daha sonra da…”

“Yeter Tutkun. Bırak alayı. Ben o kadarda ileri gidelim demedim…”

“Yaa! Ne kadar ileri, sence daha ileri? Az miktarda öldürmeye razısın ama çok olunca mı yeter? Az önce katil sürüsü demiyor muydun? Eğer onları sağ bırakırsan, yarın sokağa bir dört kişi daha salmazlar mı? Neden caydın? Bende abimi esaslı biri sanırdım.”

Ozan cevabı burnunu sümkürmede aradı.

“Yani şimdi bu tükürüğü yalamam mı gerekiyor?”

Tutkun kapıya yöneldi.

“Yoo. Bence iyice yıkansan çok daha akılcı davranırsın.”

Ozan arkasından seslendi. Ses tonu değişmişti.

“Televizyonlarda bir çift öküz türküsü çalıyordu duydun mu?”

Tutkun yarım adım geri döndü.

“Birincisi benim çıkmam gerekiyor. İkincisi tahtakuruları sana emanet. Sorduğun soruya gelince. Kente göç eden insanlar, yalnızca yükleriyle değil, türküleriyle birlikte göçtüler Ozan. Yalnız televizyon denilen şu aygıt, onların hasretini köreltiyor.”

Nasıl yani diyemedi. Mutlak onun da yanıtı hazırdı. Her şeyi bu kadar matematiksel bir hızla nasıl çözümleyebiliyordu?

Çizim masasına geçerek yemek tepsisini önüne çekti.

“Kabul ediyorum” dedi. “Ben, sefil bir lümpenim.”

Dış kapı zili çalındığında kızına seslendi.

Ve Aynı Kadın

“Ayşen kızım kapıya bakıversen. Hayrola bu vakitte kim gelmiş olur ki.”

Tuvaletten ses gelir.

“Anne sen açsana, ben hacet gideriyorum.”

“Aman sende. Ne zaman kapı çalsa tuvalettesin.”

Bir yandan kapıya giderken, bir yandan da meraktadır.

Kapıyı aralar.

“Akşamınız iyi olsun teyzecim. Ben alt komşu Nevin. Nasılsınız?”

“Aaa. İçeri gel kızım. Öyle kapıdan seslenir mi insan.”

“Ben Tutkun’u soracaktım evdemidir diye amma.”

“Kendisi birazdan gelir. Birazdan dedim ama gelmeyeceği tuttuğunda da birkaç hafta gelmediği oluyor.”

“O zaman hiç girmeyeyim.”

“Aaa. Olurmu hiç. Kapı aralığında bekleme kızım. Az ısın istersen. Gerçi soba sönmek üzere ama.”

“Neden gülümsedin kızım?”

“Hiç teyze. Tezatlıklar beni güldürür hep. Terlikleri kapı önünde bırakarak içeri girdi.

“Bunlar da ne böyle? Kitaplar sobanın yanında unutulmuş. Eğer…”

“Biliyorum kızım. Sakın kitaplara dokunma, ben gelince kaldırırım dediydi acelece çıktı gitti.” Bir yandan da dokunmasın diye elini kaldırdı.

“Bir keresinde yine kitaplarını kaldırayım dedim kıyameti kopardı. Arasında ders notları varmış onları düşürmüşüm. Sonrada bunlar da ne diye sobaya atmışım.”

“Senin oğlan bildiğim kadarıyla…”

“Hee kızım. Bir okul dediydi ama unuttum evladım.” Sevgi cilt cilt kitapları eline aldı.

“Sürekli bunları okuyor kızım. Bir okulda bu kadar kalın kitap okutulur mu hiç?”

Sevgi gülmemek için kendini zor tuttu. Kapitalin I ve II. Cildi. Charles Darwin’den türlerin kökeni, Georges Politzer’den felsefenin temel ilkeleri ve…

“Bunları okulda mı okutuyorlarmış teyze?”

“Evet kızım. Sürekli okuyor ama bir türlü okulu bitiremedi.” Nevin gülümsemesine engel olamadı.

“Neden bitiremediği çok açık değil mi?”

“Ne dedin kızım anlamadım.”

“Ben bunları alayım akşam getiririm diyorum.”

“Sen bilirsin kızım. Zira alt komşu bir şey isterse dediklerini eksik etme dediydi.”

Nevin kitapları kucaklayarak dışarı yöneldi terliklerini giydi. Annesi kapıyı kaparken Ayşen Hanın tuvaletten çıktı.

“Kimdi anne gelen?”

“Nerden bileyim alt komşu dediydi ama. Alt kata kiracı mı taşındı?”

“Öff anne. Bir sene oldu neredeyse.”

     Anahtar sessizce kapı kilidi içinde döndü. Gecenin üçüydü. Tutkun botlarını eğilerek çözdü. Montunun düğmelerini ayırdı ve sıvaları dökülmüş duvardaki kancalı askılığa astı.

Ahşap askılık laçkalaşmıştı. Sıkılamak lazımdı. Dış kapıyı iteledi. Kar kesilmiş hava ayaza çevirmişti. Avuç içini hohlayarak salona açılan kapıyı araladı. Bu eve taşınalı yedi sene olmuştu. Bu süre içinde eve tek bir eşya alınmamış kırık saksılar dâhil tek bir eşya da dışarı atılmamıştı.

     Soba uzun duvar kenarının ortasında idi. Yan köşesinde televizyon ve ortada yuvarlak bir yemek masası vardı. İçleri tıkıştırılmış eşyalarla dolu karşılıklı iki kanepe. İki koltuk ise küs gibi yan yana konmuştu. Balkon girişi ise saksılarla dolu idi.

Kuşkonmaz, devetabanı, japongülü, menekşe, hanımeli, küpe çiçeği, kurt kulağı, aküba, kroton, paşa kılıcı ve diğerleri. İrili ufaklı altmış üç saksı vardı. Kışın donmaması için içeri alınmış ama sobadan da uzak tutulmuştu.

     Sobanın karşı çaprazında tabak bardak teşhir büfesi vardı ama biraz yatıktı. Ve mutlaka her şeyin üzerinde dantelli örtüler serilmişti.

     Yatak odasından babasının öksürük, annesinin ise horlama sesi gelmekteydi. Ablası yemek sonrası pencere kenarındaki kanepeye uzanmıştı. Televizyon açık kalmış cızırtılı ses ve çizgiler çıkarıyordu.

     Televizyonun fişine uzandı. Çünkü tuşundan kapattığında şlak diye gür bir ses çıkarmaktaydı.

     Tutkun, sönmek üzere olan sobanın yanına vardı. Kuruması için arkasına bırakılan odunların içinde ince olanları seçerek üst kapağı maşasıyla kaldırdı. Bir kaç çıtayı sönük alevlerin arasına saldı. Odunları da yerleştirerek kapağı kapadı.

     Mutfaktan gelen koku üzerine hemen yönünü değiştirdi. Sahur için börek hazırlanmıştı. Üstü bezle sarılıydı. Kenarından örtüyü kaldırdı. Ispanaklı kol böreği. Koparmasına kızacaklardı. Gülümseyerek bir kaç lokmalık böldü. Örtüyü kapadı. Ve üzüm hoşafını gördü. Çinko kâse ve kepçeye uzandı. Çekmeceden üzerinde kendi ismi yazan tahta kaşığı çıkardı. Ayırdıklarını, yuvarlak ahşap altlığın üzerine koyarak, yeniden sobanın yanındaki tahta tabureye çöktü. Her zamanki gibi hoşafın şekerini fazla koymuşlardı. Bu esnada soba tutuştu.     Hemen mutfağa fırladı. Bir kaç ufak patatesle geri döndü. Yere çömelerek sobanın kül çekmecesini çekti. Patatesleri ılık küllerin arasına gömerek çekmeceyi iteledi. Ozan’la kaldıkları odaya girdi. Üst kat ranza boştu. Işığı yaktı. Çizim masası üzerindeki nota uzandı.

‘Gece treniyle Eskişehir’e dönüyorum. Sokak sana emanet. Haa bir de tahtakuruları.’

Kalemin ucu kırılmış olmalıydı. Kapı aralıkları tahtakurusu kaynamaktaydı. Yarın bu aralıkları kireçle sıvamalıyım diye iç geçirdi. Kazağını sıyırırken tırnağı takıldı. Kütüphane çekmecesine uzandı. Tırnak makasını alarak salona yöneldi. Yeniden sobanın yanındaki tabureye çöktü. Patateslerin köz kokusu salona yayılmaktaydı. Televizyon altlığından bir gazete alarak geri geldi. Sırtını duvara yasladı. Yatak odasındaki saatin zili öttü. Ablası belini tutarak doğruldu. Çevresine bakınmadan uyurgezer gibi kendi odasına yöneldi. Kalkacağı yerde yeniden yatmaya gitmişti. Garipsemedi. Tuttukları oruç her nasılsa tıkınmakla yatak odası arasında geçmekteydi. Bu kez anne ve babasını yattığı odanın kapısı gıcırdayarak açıldı. Annesi hırkasının bir kolunu sokmuş, diğerini giyerken kapıda belirdi.

Aynı Kadın

“Ne o!”

“O mu? Hangi o!”

“Oğlum gece gece ne yapıyorsun?”

“Ne mi yapıyorum. Patateslerden mi söz ediyorsun?” Yoksa hoşaf kâsesi mi?” Aslında annesinin nereye varacağını biliyordu.

“Evladım gece yarısı tırnak mı kesilir!”

“Evladım gece yarısı tırnak mı kesilir!”

“Niye söylediğimi tekrarlıyorsun.”

“Çünkü her seferinde tırnak kesmeme karşı çıkıyorsun da ondan.”

“Ben gece gece kesmene karşı çıkıyorum.”

“Bende öyle söylüyorum zaten. Neden yalnızca tırnak kesilmesine karşı çıkıyorsun merak ediyorum doğrusu.”

“O ne demek şimdi.”

“Şimdi ya da sonrası ne fark eder? Israrla tırnak kesilmesine karşısın ama gece gece kafa koparanlara hiç sözün yok. Niye acaba?”

“Kim kafa koparıyor. O da nereden çıktı.” Hırkasının diğer kolunu soktu. Önünü ilikledi.

“Niye… Saman pazarında gün doğmadan kurulan idam sehpalarından haberim yok demeyeceksin herhalde.”

“Hıh. Onlar devlet düşmanı.”

* Yaygın şiddet hareketleri bahane edilerek / Ankara dâhil 20 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir.

“Onu sormuyorum sana. Bir tırnak kesilmesi seni o kadar ilgilendiriyor da, bir insan kafasının kopması neden seni hiç ilgilendirmiyor? Merak ettiğim bu.”

“Dedim yaa. Onlar anarşist.”

“Ooo. Bakıyorum da anarşist demesini öğretmişler sana. Ama bir kafanın kopması neden bir tırnak kesilmesi kadar seni rahatsız etmiyor onu demedin.”

“Kaç kez diyecem.”

“Kaç kez, kaç kez. Onlar devletin düşmanı oğlum. Onlar anarşist oğlum. Eee. De bakalım. Bir gün de benim de kafamı koparırlarsa ne diyeceksin?”

“Ağzından yel alsın. Allah korusun. Neler saçmalıyorsun gece gece.”

“Senin geceyle ilgili bir sorunun var ama ben çözemedin. Yoksa biz o yüzden mi günahkâr olduk?”

“Tövbe tövbe. Niye günahkârmışız?”

“Niye si şu. Her oruç açtıktan sonra Allah’ım günahlarımızı affet demiyor musun?”

“Saçmalama, ben günahkâr olmayalım diye öyle yakarıyorum.”

“Haa. Anladım. Yani önceden önlem alıyorsun öyle mi?”

“Yeter. Kaçıl bakayım oradan, sobaya bakacam.”

“Sobanın bakılacak bir rahatsızlığı yok. Çıtır çıtır yanıyor kerata… Eeee… Yok, mu cevabın?”

“Ne eee si?” Başka konuşulacak konu mu kalmadı.”

“Tut ki kalmadı. Ama sen, ne diyeceksen bir türlü diyemedin. Dudakların yapıştı sanki.”

“Yeter artık. Seni dinleyecek değilim. Sofrayı hazır edecem. Mutfağa gidiyorum ben.”

“Şu acınası durumuna bir bak hele. Devletinle oğlun arasında seçim yapmamak için, mutfağı kaçacak yol görüyorsun.”

“Ne oluyor yaa gece yarısı. Neyi tartışıyorsunuz?” Ablası sese uyanmıştı.

Tutkun sobanın ön kapağına uzandı. Neyi nereden anlatsa, nasılsa anlamayacaktı. Zira televizyonda hayvanları görür ve nolur Allah’ım, şimdiki maymunları insan yapma diye yakarırdı.

“Hiç. Böreğin ucundan koparmışım da, ondan söyleniyor.” Ablası mutfağa doğru seslendi.

 “Nolcak canım koparmışsa. Nasıl olsa birazdan yenecek değil mi.” Anlaşılan o ki, annesinin uzatmak gibi bir niyeti yoktu.

“Babanıza seslenin de kalksın.”

“Sobaya patates mi koydun Tutkun. Ne güzel kokuyor. Bir de çocuğa ses ediyorsun.”

Ve Aynı Kadın

*1980 Askeri darbesinde önce oğlunu ihbar edecek, sonrasında ise onu cezaevinde ziyarete gidecektir.

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR