İşçi Sınıfına Selam

Runerm Ateş
960 views

TARİHE SÖZÜMÜZ VAR

Cumhuriyet’in ilk yıllarına bakacak olursak sanayileşmeyle birlikte devlet temelli politikalar yürütüldüğünü görebiliyoruz. Devlet eliyle fabrikalar kurulmuş, emek sahibi insanlara istihdam alanları yaratılmaya devam etmiş. Çok partili döneme geçişle birlikte toplumsal hareket artmış. DİSK ve Türk-İş Sendikalarının kurulması, işçi sınıfının mücadelesinde örgütlenme yoluna gitmesi için önemli adım haline gelmiş. 1961 Anayasa’sının işçilere sağlamış olduğu temel hakların, işçilerin örgütlenmesini kolaylaştırdığını görebiliyoruz.

Mizah sanatı adı altında emekle dalga geçenleri elbette unutmadık! Nazım Hikmet’in kaleme aldığı, geçtiğimiz aylarda Orhan Kemal’in yorumladığı ve daha sonra mizah sanatı altında dalga konusu olan şiiri inceleyelim istiyorum. Nazım Hikmet, 1962 yılında yazmış olduğu ‘’Türkiye İşçi Sınıfına Selam’’ şiirinde sınıfsal ideolojiyi nakış nakış işleyerek, işçi sınıfına ve emeğe verdiği önemi dile getirmiş olsa gerek. Emeğin kutsallığını Nazım Hikmet’in, işçi sınıfının sosyal düzeni yeniden yapılandırabileceğine olan güveni ve inancını şiirin her bir mısrasında yudumlayabiliyoruz. Yaratıcı, üretici güç yani işçi sınıfının kendisidir. İşçi sınıfını selamlıyor ve kollektif yaşamın mesajlarını veriyor. Fırsat eşitsizliğinin, adil olmayan gelir dağılımının, ekonomik kaygının ve yoksulluğun ancak işçi sınıfının gücüyle, kuracakları yeni toplumsal düzenle ortadan kalkabileceğini ifade etmesi bakımından, emekten yana olanlar için ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. Nazım Hikmet’in;


’Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza
.’’

Dizelerine baktığımızda şairin, işçi sınıfının meydanlarda, grev yerlerinde, eylemlerinde haklarını savunması, istek ve taleplerini açıklayabilmesine duyduğu hasreti ifade ettiğini anlamak mümkün. Ay yıldız simgesini, ülke ve diplomasi olarak ele alacak olursak burada bağımsız bir ülkeye hasreti dile getirdiği yorumunu yapabiliriz.  Nazım Hikmet, bağımsızlık mücadelesinin önündeki engel olarak, içi yozlaştırılan değerler, dinin bireylerin çıkarları doğrultusunda sömürülmesi olduğunu ifade ediyor ve gönderme yapıyor. Gerçek bir laiklik mücadelesini verebilecek ve kapitalizmi yenebilecek olan kesimin, işçi sınıfı olduğunu dile getirmesiyle 1970’li yıllarda Türkiye’deki işçi sınıfının gücünün ve mücadelesinin realitesini gözler önüne sermesi takdire şayan.
Bu şiiri besteleyen isim ise Timur Selçuk. Peki kimdir Timur Selçuk kısaca edindiğimiz bilgilere değinelim. Piyanist, besteci, beş yaşında ilk kez piyano çalarken iki sene sonra yedi yaşındayken ilk konserini veriyor. Lise yıllarında sanatını icra edebileceği alanlarda kurslara gidip eğitimler alıyor. Paris’de Bestecilik ve Orkestra Yönetimi bölümünü okuyup ardından Türkiye’ye gelen ve ayak bastığı her yerde üreten, ürettikçe devleşen bir isim. Geçenlerde, kasım ayında kaybettiğimiz Timur Selçuk muhafazakar, elinde Kur’an-ı Kerim düşmeyen, sol içerisinde mücadele eden üretici güçten biri. Aşk şarkılarıyla başlayan eserlerinin yerini toplumcu şarkılar almaya başlamış ve bu alanda eserler vermiştir.

Timur Selçuk, 1977 yılının mayıs ayında Roll dergisinde yaptığı bir açıklamada şu cümleleri kuruyor: “80 öncesi Türkiye’deki durum çok farklı olduğu için, göğüs göğse yaşanan bir kavga olduğu için, solun bastırılması, hatta tamamen ortadan kaldırılması söz konusu olduğu için, MHP ve yan örgütlerinin, Ülkü Ocakları’nın örgütlü örgütsüz demeden, devletin kimi kanallarının da yardımıyla solla savaşı olduğu için, ben de tercih hakkımı kullandım. Grev yerlerinde, direniş yerlerinde, demokratik gecelerde, hiçbir örgütün, derneğin üyesi olmadan, şarkılarımla elimden geleni yaptım. Allah saklasın, bugün bu şeriat akışı denetlenemez hale gelirse, yine piyanomu alırım, meydanlara çıkarım, seyirci kalmam olaylara.’’ Günümüzde özlediğimiz mücadelelerden biri de bu sanırım. Sanatçıların halkın yanında yer alıp sanatlarını icra etmesi, halka sırtını dönmemesi… Gel gelelim ki otoriter baskıcı güç, 80 öncesi ve sonrası, 90’lı yıllarda ve Gezi’de olduğu gibi yine aynı şekilde günümüzde de korku hegomanyası kurmaya devam ediyor. Sanatın özünde sorgulamak ve de sorgulatmak vardır. Basın da susturuluyor, sanat da, sanatçılar da…


Gezi Direnişi, toplumun farklı kesimlerinde yer alan, ayrışan siyasal kimliklerin, bir araya gelip örgütlenerek bir vücutta mücadele ruhu oluşturduğu birliktelikti. Buna sadece sokak siyaseti demek elbette mümkün değil. Hangi okula gideceğimi, kaç çocuk doğuracağımı, cinsel kimliğimi, yaşam biçimimi ben belirlerim diyen toplumun, özgürlük ve demokrasi isteği üzerine gerek meydanlarda gerek medya ortamlarında bunu dile getirip mücadelesini sürdürdüğü bir direniştir. 80 sonrası neoliberal politikaların etkisiyle apolitikleşen bir kesim vardı. Öyleyse Gezi’de ezber bozan bir Y kuşağı -90’lılar- mı vardı? Apolitik kesimin politikleştiği hatta 80 sonrası en büyük kitlesel eylemlerden biri olduğunu unutmayacak olursak…
Gezide çadırların yakılması, orantısız güç kullanımı olduğu için bu direniş, toplumdaki bireylerin içgüdüsel ve vicdanıyla oluşan doğal bir süreç haline geldi. Gezi ruhuna, sempati ile empatinin ahenkli dansı dersek hiç de yanılmış olmayız. Farklılıkların, renklerin zenginlik olduğunu savunan biri olarak şunu söyleyebilirim ki; Gezi’de ki varoluşun en önemli etkenlerinden biri de insanların birbirine olan yaklaşımları özellikle ‘’birbirlerine duydukları saygı’’.  İnsani söylemlerin, el ele verip ortak ses oluşturmanın, barışçıl dilin, Gezi’yi sahiplenenlere, dayanışmaya ortak olanlara umut verdiğini, yol gösterdiğini, birlikteliğin gücünü hep birlikte gördük. Kolektif olarak işlerin organize edilmesi, kolektif hissetmenin de önünü açtığı gibi protestoların, bireyin, kendi öznesi olduğu siyasal deneyim açısından eğitici olduğunu unutmamak gerekir. Halk olarak bir arada mücadele ederken çok güzeliz ancak ortak ses oluşturarak yaşanılacak bir toplum inşa edebiliriz. Mücadele, umut ve birliktelikle kalın… İşçi Sınıfına selam!