İnsan hayatının büyük kısmı bireysel ve toplumsal olarak bir şeyleri taklit etmekle geçer. Hatta insan ölüm sahnesinin bile daha önce görüp beğendiği bir başka ölüm sahnesine benzemesini ister.
Primatlar olarak, topluluk halinde yaşamak zorundayız. Sürü olarak yaşamak hem daha güvenlidir hem de sosyal olarak bizi ayakta tutar. Bu şekilde yaşarken de topluluk içinde ki diğer canlıları da farkında ya da değil sürekli taklit ederiz. Maymunlarda insan davranışlarını gördüğümüzde şaşırırız ancak bu durum bir o kadar da hoşumuza gider ve bunu zekâ belirtisi olarak görürüz. Oysaki maymunlar etrafındaki davranışları algılayacak ve onları tekrar geri sunacak akılla sahiptirler.
Bu durum sadece primatlara özgü bir şey değil tabii ki. Mesela ses taklidini Avustralya’da yaşayan Lir Kuşu kadar mükemmel yapan başka bir canlı yoktur. Doğada bulunan her hayvanın sesini ve mekanik olan her sesi taklit edebilen bir kuştur. Yine evimizde bizimle yaşayan kedi, köpek, papağan vs. canlıların bir süre sonra bizi taklit ettiklerini de görürüz.
Taklit etmenin sanatsal boyutuna baktığımızda da; tiyatro, sinema gibi sanat dallarında canlıların davranışlarının nasıl incelikle işlendiğini görürüz. Buradaki taklit ironiktir ve öğreticidir. Bilmediğimiz tarihsel kişilik ve olayları zamanın çok ilerisine taşırlar.
Taklit bilinçli bir seçimse bunda bir sakınca yoktur, kişi beğendiği bir davranışı kendine adapte edebilir. Hatta beğendiği bir karaktere bile dönüşebilir. Toplumda birçok kişi etrafında gördüğü kişiliklerin toplumsal kabul görmüş taraflarını kendine monte eder. Bazen bir karakteri tamamen taklit ederken, bazen de kişinin küçük davranışlarını taklit eder. Bu bir el hareketi, yürüyüş, mimik, sigara içme şekli olabileceği gibi, kişiliğine işleyebilecek davranış, konuşma, düşünce ve yorum biçimi gibi daha karmaşık şeylerde olabilir.
Hepimiz biliriz ki, bir çocuğun ilk yaptığı hareketler anne ve babasının taklididir. Zaman ilerledikçe etrafında kendine yakın insanların davranışları da bu taklit alışkanlığına katılır. Okul ve toplumsal hiyerarşi çocukta daha fazla gözlem sağladığı için kökeninde olanın üzerine kendi yeni doğru algısını inşa eder. Tabi ki bunu bilinçli bir seçim olarak yapmaz, bilinçaltı seçimleri de diyebiliriz buna.
Kişinin gelişimindeki en büyük aşama kendini tanıması ile başlar. Bu öylesine bir cümle değildir. Birçok insan bu deneyimi yaşamadan yani kendini sorgulamadan, tanımadan bu dünyadan göçüp gider. Bu oran azımsanmayacak kadar büyük bir kitleyi kapsar. Örnek verecek olursak; Anadolu’nun bir kasabasında büyüyen bir çocuk sadece oradaki insan davranışlarını doğru kabul edecek, erkek çocuk aldığı kültür nedeniyle İslam ve ırk geleneklerine göre büyüyecek, kalabalık ailenin içinde taklit ettiği kişiler baba, abi, amca, dayı, gibi kişiler olacak. ( Kızlarda anne, abla, teyze, hala vs) Bu kişide onları taklit edecek, onlar gibi yemek yiyecek onlar gibi ibadet edecek, bayramları, askerliği, evliliği de onlar gibi olacak. Kendi çocuklarına babası ona nasıl davranıyorsa öyle davranacaktır.
“Kızını dövmeyen dizini döver”
“Sürüden ayrılanı kurt kapar”
“Kol kırılır yen içinde kalır” gibi atasözlerinde de üstüne basa basa belirtildiği üzere atalarının izinden gidecektir. Bu aşamada, kızımı neden döveyim diye sorgulayan bir beyin geleneklerle savaşın ilk adımını atmış olacaktır.
Bu kişi sorgulamaya başladığı an en büyük korkusu “sürü” den dışlanma korkusudur. Bu korku nedeniyle kişi istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalmaktadır. Düğünlere, ölümlere, doğumlara kitlesel olarak katılmalıdır. Aksi halde hakkında çıkacak olumsuz sözler büyüklerin kararlarıyla sürü dışına atılmasına sebep olacaktır.
Adapte olduğu ve birçok küçük geleneksel iplikle bağlı olduğu aile, sülale, aşiret gibi büyük güçlerle çarpışmak zorundadır. Gözle görülmeyen iplerle bağlı bir kukladan başka bir şey değildir. Burada kişi istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalmaktadır.
Kişinin yaşadıklarını sorgulamasına karşı ilk tepkiler, bu esareti kabul etmesini, ses çıkarmamasını talep eden aile bireylerinden gelecektir. Aile bireyleri onları taklit etmeyi bırakıp kendi bireysel kişiliğini savunmaya başladığın an seninle sessiz bir savaşa girecektir, seni kaybetmeden tekrar sürünün içine dâhil etmeye çalışacaklardır.
Taklit etmek her zaman kötü bir şey değildir hatta olumlu, öğretici yanları da vardır. İlk önce kabul görmüş birini mesela ünlü bir şarkıcıyı taklit edip “ben bunu yapabiliyorum” dedikten sonra çaban ve çalışmanla kendi özgünlüğünü bulabilirsin. Ya da bir bilim adamının yolundan gidip onun yaptığı deneyleri tekrar yapıp yeni sonuçlar umabilirsin. Özendiğin kişilikler seni mutlu ediyorsa hayatın boyunca “onun” gibi olmanda bir sakınca yok. Fakat hiç bir yaşamın şartları aynı değildir ve benzer gibi görünse de içinde birçok değişkenlik barındırır.
Taklit Hayatlar ve Ayna Nöronlar
Bundan on yıl öncesinde, İtalyan sinir bilimci Giacomo Rizzolatti ve ekibi birbirlerinin hareketlerini taklit eden primatları incelerken, beyinlerinde her yeni öğrenilen davranışta beyin nöronlarının harekete geçmesine neden olduklarını fark etmişler bu davranışa “ayna nöron” adını takmışlardır. Bizlerde de empati duymanın ayna nöron davranışları olduğuna karar vermişler.
Sadece bu mu? Televizyon izlerken vücudun kasılması, duygusal anlarda dökülen gözyaşı, gülen ve ağlayan bir insanla beraber aynı duyguları yaşamamız beynimizdeki ayna nöronlar sayesinde gerçekleşiyor. Ayna nöronların insana belki de en güçlü sağladığı şey karşıdakini taklit etme yeteneğidir. Bazı insanların ayna nöronlarının daha yoğun çalıştığını ya da obsesif olarak sürekli tekrarlarlar.
Burada bahsedilen konu taklit etmek olduğundan birçok insan farkında olmadan ömürleri boyunca birilerini taklit ederek yaşıyor. Kullanışlı bulduğu hareketi devam ettirirken etkisiz ya da modası geçmiş özenilmiş davranışları tekrara devam edenlerse unutuluyor.
Tarihe baktığımızda, birçok bilim insanı, düşünür, tarihe katkıda bulunmuş (akıllı) olarak değerlendirdiğimiz kişiler (merak etmeyin onlarda aynı yoldan geçtiler), toplumun direttiği kurallardan, sürekli tekrar eden doğmalardan uzaklaşarak, bilgi birikimlerine kattıkları kendi orijinal düşünceleri ile yeni fikirlere ulaşmış ve toplumun ilerlemesine katkı sağlamışlardır.
Zira hep aynı şeyi yaparsanız farklı bir sonuç alamazsınız.
İnsan davranışlarından kaldırın kafanızı ve etrafınıza bakın. Topluma, doğaya, dünyaya, gücünüz yetiyorsa uzaya bakın.
Sanat, edebiyat, bilim algımızı darmadağın eden yeni fikirlere ulaşın.
Elbette toplumun içinde ki farklı sesler, farklı renkler dışlanır, bilinçaltının neden olduğu bir tepkidir bu ve doğaldır ama siz farklı olmaktan çekinmeyin. Yeni anlayışlar yeni değerler oluştururken toplumla çatışmanın kaçınılmaz olduğunu bilin. İlk çatışman en yakınında patlar anne, baba, kardeşler, akrabalar, sonra düşüncelerini söylediğin okul, mahalle ve toplum.
Bu çatışmada haklı ve doğru olduğunu düşünsel olarak kendine anlatabiliyorsan savaşı göze alabiliyorsundur. Eksik olabilirsin ancak “gerçek” adımlarla bunların üzerine inşa edeceğin her düşünce senin cepheni genişletecektir.
Sürü ve birey olma savaşı öyle kolay bir savaş değildir. Yüzyıllarca insanının sürüden kopmaması için geliştirilen öylesine argümanlar var ki senin bu duvarları yıkabilmen ve birey olabilmen için “bilgi” silahlarıyla donanman ve çok güçlü olman gerekir.
Dünyanın döndüğüne inanıyorsan bunu Galileo gibi canın pahasına savunmalısın. Darvin gibi Evrim’i anladığında metafizik bir inanca sahip olsan da düşünceni savunmalısın. Ateşlerde yanarken düşüncelerinden taviz vermemelisin, tıpkı Bruno gibi…
Dünya tarihî Hallacı Mansur, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedreddin, Samet Bahrengi gibi nicelerini yazar.
Yakın tarihimizde Denizler, Mahirler, İbolar gibi düşüncelerinden taviz vermeden kendi olabilmiş insan örneklerimiz mevcuttur.
İnsanlığın her aşaması yeni ve devrimci düşüncelerle ilerlemiş hala da ilerlemektedir. İlerleme için verilen en büyük savaşta, gericiliğe karşı verilen savaştır.