Nâzım 119 yaşında!

Muhammet Yıldırım
573 views

“Küçük bir mutluluk istiyorum. O kadar küçük olsun ki, istemesin kimse benden onu…”

Nâzım 119 yaşında!

İyi ki doğdun Nâzım.

Türk edebiyatının toplumsal gerçekçi şairi; mavi gözlü devi, Ahmet Oğuz’u, Ercüment Er’i, Orhan Selim’i, Mümtaz Osman’ı. Önce kalemi sonra kimliği yasaklanan güzel yüzlüsü: Nâzım Hikmet Ran, 20 Kasım 1901 yılında Selanik’te doğdu fakat 40 günlük farktan ötürü bir yaş büyük gözükmemesi adına, doğum kaydı 15 Ocak 1902 olarak yazılmıştı. Babası Çerkez Nâzım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey, annesi ise Enver Paşa ile Leylâ Hanım’ın kızıdır.

Nâzım ilköğretimine Fransızca eğitim veren bir okulda başlamış, daha sonra Göztepe Taş Mektebinde ilköğretimini tamamlamıştır. Nâzım edebiyat hayatına; henüz 11 yaşındayken Balkan yenilgisinden aldığı ilhamla yazmış olduğu Feryad-ı Vatan adlı şiirle başladı. Aynı yıl Mekteb-i Sultani’nin (Galatasaray Lisesi) hazırlık sınıfına yazıldı. Bir yıl sonra ailesinin ekonomik sıkıntıya düşmesi neticesinde bu okuldan ayrılarak Nişantaşı Sultanisine gitmek zorunda kaldı. 1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebini 1919’da bitirip Hamidiye kruvazöründe stajyer güverte subayı olarak göreve başladı. Aynı yılın kış aylarında, son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı yeniden başladı. Uzun süren bir tedavi ve dinlenme dönemi neticesinde sağlık kurulu raporuyla, 17 Mayıs 1920’de askerliğe elverişsiz kararı çıkarıldı. Güzel insan genç yaşta aşkı da ayrılığı da tattı. Sabiha için yazdığı ilk tepkisel şiiri olan

Sende Herkes Gibisin Türk edebiyatının en önemli şiiri olduğu kadar Cem Karaca tarafından bestelenmiş Türk müziğinin de en güzel şarkısı olmuştu. 1920’de Alemdar gazetesinin açtığı bir yarışmada, ünlü şairlerden oluşan jüri, birincilik ödülünü Nâzım’a layık gördü. Bu arada Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi  isimler tarafından sevgiyle bahsedildi. Aynı yıl İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde vatan sevgisiyle yanıp tutuşan NâzımGençlik adlı şiirini yazmış, milli mücadeleye farkındalık yaratmak istemişti. Hemen ardından milli mücadeleye katılmak için Anadolu’ya gitmeye karar verdi. Üç arkadaşı Vâlâ Nurettin, Faruk Nafiz ve Yusuf Ziya ile Sirkeci’den Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu’ya varınca Ankara’ya geçebilmek için beş altı gün izin beklediler. Ankara’ya ulaştıktan sonra kendilerinden istenen ilk görev, milli mücadele için şiir yazmalarıydı. Yazılan şiir binlerce kopya basılıp dağıtıldı. Büyük etkiler yaratan şiir nitekim Mustafa Kemal’in de ilgisini çekmişti Nâzım ve VâlâNurettin meclise davet edilmişti. İkisi de Bolu’ya öğretmen olarak atandılar. Buradaki kısa öğretmenlik dönemlerinde Ziya Hilmi Bey, bu iki gence Fransız Devrimini anlattı, Lenin’den ve Kautsky’den söz etti, yaptığı gözlemlerin ve buralarda tanıştığı sosyalistlerin etkisiyle sosyalist fikirlere olan ilgisi daha da arttı. Sosyalist devrimini gerçekleştirmiş olan Sovyetler Birliğini görmek istediğini söylüyordu. Takvimler Eylül 1921’i gösterdiğinde iyi bir eğitim almak için Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi (Kutv)’ne girdiler. Nâzım burada ekonomi ve toplumbilim eğitimi gördü. Devrim’e şahit olan Nâzım komünizmle tanışmış oldu ve bu dönem Divan şiiri geleneğinden çıkıp serbest ölçüde şiirler yazmaya başladı. Nâzım’ın tarafı, egemen sınıfların ve emperyalistlerin uşaklığını yapan burjuva aydınların veya entelektüel kaygılarla “sanat” yapanların tarafı değil, tarih bilincine sahip fikirleri uğruna mücadele edenlerin tarafıdır: 

“Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim; övündüğüm tek şey budur. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek yazar göstermek kuşkusuz zor olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olamaz.” demekten de çekinmedi. Nâzım’ın içine girdiği yeni dünyanın düşünce ve duygu yükü altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. İtalyan şair Filippo Tommaso Marinetti’nin başlattığı fütürizm akımına o da katılmıştı, bu dönemde yazdığı şiirler Aydınlık ve Yeni Hayat dergilerinde yayımlanıyordu. 1924 yılında üniversiteyi bitiren şair gizlice sınırdan geçerek Türkiye’ye döndü, Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. Sonra bir basımevi kurmak üzere İzmir’e gitti. Lakin 4 Mart 1925 tarihinde çıkan Takrir-i Sükûn Kanununa dayanılarak, 1 Mayıs 1925’te yayımladığı bir bildirgeden dolayı Aydınlık dergisinin yazarları tutuklanıyordu. İstiklal Mahkemesi 12 Ağustos 1925 tarihinde sonuçlandığında, on beş yıl hapis cezası verildi. Bunun üzerine İzmir’den İstanbul’a geçti oradan da Sovyetler Birliğine tekrar gitti. 1926 yılında Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkartılan af kapsamına girdiğini öğrenince resmî yoldan yurda dönebilmek için başvurduysa da pasaport alamadı. 28 Eylül 1927 tarihinde İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada, gıyabında üç ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu yolda büyük fedakârlıklara katlanmıştı, ne ilk ne de son devrimci olduğunun da bilincindeydi. Kaybettiği yoldaşlarının anısına aynı yıl Bakü’de Güneşi İçenlerin Türküsü adlı ilk kitabı yayımlamış oldu. 

“Akın var güneşe akın!  Güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!”

Ekim ayında da yine gizlice sınırı geçerek Türkiye’ye girdi. Yakalandı ve olay yerine en yakın ağır ceza mahkemesinin bulunduğu Rize’de, tutuklu olarak dört ay süren bir yargılama sonucunda üç gün hapis cezası aldı. 14 Ekim 1928’de Ankara’da yeniden tutuklanarak Aydınlık dergisinde yayımlanan şiirleri hakkında yeni bir dava açıldı. Duruşmada verilen karar; söz konusu şiirlerinde suç unsuru bulunmadığı, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği üç aylık ve Rize Mahkemesi’nin üç günlük cezaların birleştirilerek uygulanması istendi. Fakat tutukluluk süresi bu cezaların toplamından fazla olduğu için serbest bırakıldı. Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı ve 835 satır, Varan 2 1+1=Bir ve Jokond ile si-ya-u adlı kitapları peş peşe yayımlandı. Bir yandan şiir ve yazılar kaleme alıyor, bir yandan da mevcut edebiyat değerleri hakkında sert çıkışlar yapıyordu. Şiirlerini seslendirdiği plaklar Colombia plak firması tarafından dağıtılmakta ve halka açık yerlerde dinlenmekteydi. Fakat bir süre sonra onlara da yasak geldi aynı dönemde yazdığı şiirlerden dolayı “Bir zümrenin başka zümreler üzerinde hâkimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği” savıyla mahkemeye verildi. Mahkeme beraatına karar verdi. O dönem Kafatası, bir Ölü Evi adlı oyunları İstanbul Şehir Tiyatrosunda sahnelendi. İstanbul’da dağıtılan birtakım bildiriler nedeniyle girişilen toplu tutuklama sırasında Nâzım Hikmet de tutuklandı, Haziran 1933’de Bursa’ya gönderildi. Orada idam istemiyle açılan dava 31 Ocak 1934 tarihinde beş yıl hapis cezası kararıyla sonuçlandı. Toplamda bir buçuk yıl hapis yattıktan sonra serbest kaldı. Özgürlüğüne kavuşunca ilk iş olarak Akşam gazetesinde Orhan Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başladı. Gene takma adlarla gazetelere romanlar, tiyatrolara operetler yazdı. 11 farklı davaya konu olan Nâzım büyük bir çoğunluğundan beraat etmişti. Beraat edemediği suçlamalar yüzünden yine hapis hayatı yakasına yapıştı. 1938 tarihinde tutuklanıp kısa bir süre İstanbul Tevkifhanesinde bekletildikten sonra Ankara’ya götürülerek, özel olarak kurulan Harp Okulu Askerî Mahkemesine çıkarıldı. Bu dava “Askerî kişileri üstlerine karşı isyana teşvik” suçundan on beş yıl ağır hapse mahkûm edilmesiyle sonuçlandı. Nâzım’ın, toplam 35 yıla ulaşan hapis cezalarını, mahkeme çeşitli gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirerek karara bağlandı. Nâzım her şeye rağmen onurlu mücadelesini sürdürüyor ve fikirlerini şiirlerinde dile getiriyordu. O hiçbir zaman yazmaktan vazgeçmiyor, okuma yazma bilmeyen mahkûmlara da eğitim vermekten geri kalmıyordu. Şiirleri, oyunları ve kitaplarıyla sosyalist kimliğini ortaya koymaktan geri durmadı. Edebiyat işçi sınıfının hizmetinde güçlü bir silah olarak kullanılacak, yeni nesiller onun bıraktığı izler sayesinde devrim mücadelesinin saflarında yerini alacaklardı. Zorlu ve çileli günler yaşamasına rağmen umudunu ve devrime olan inancını hiç yitirmedi.  

Edebiyat dünyası Nâzım’ın serbest kalması için gösteriler ve yürüyüşler düzenlemişti. İmzaladıkları toplu dilekçelerle Cumhurbaşkanı’na başvurdular. Yurtdışında da benzer girişimlerde bulunuldu. Bütün bu girişimlerden sonuç alınamadığını gören Nâzım, Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat 1950’de açlık grevine başladı. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti’nin çıkardığı ve 15 Temmuz 1950 tarihinde yürürlüğe giren genel af yasası ile cezaevinden çıktı, ancak polis kontrolleri yüzünden kitaplarını ve oyunlarını sahnelemekte zorluk yaşıyordu. Bahriye Mektebi’nden mezun olduğu, hastalığı sebebiyle askerliğe elverişli olmadığı halde, yeniden askere alınması için karar çıkarılınca önce Romanya’ya oradan da Moskova’ya geçmiş olması nedeniyle 25 Temmuz 1951 tarihli bir Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Eserleri çeşitli dillere çevrildi ve yayımlandı, Adnan Menderes’in  SSCB’ye karşı kurulmuş olan NATO’ya girebilmek için Kore Savaşı’na asker gönderme kararı alması üzerine Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin kanlı planlarına ortak edilmesine tepki duyan Nâzım, sürekli olarak Demokrat Parti hükümetini eleştiren yazılar ve şiirler yayınlamaya başladı. Açılışı 23 Sentlik Asker ve Davet şiirleriyle yaptı. Bu arada Türkiye’deki ailesiyle görüşmesine izin verilmemektedir. Nâzım içindeki hasret duygularını Karlı Kayın Ormanında şiirinde dile getirir. Yüreğinde giderek artan memleket özlemi ve bir şeyler yapamamanın verdiği acıyla son eşi Vera’ya “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir, ülke içinde mücadele etmesi gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun?” diyecek, hiç değilse ölünce Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmesini isteyecekti:

“Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü,

Ölürsem kurtuluştan önce yani,

Alıp götürün Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.”

1963 yılında yaşlandığını, ölümü düşündüğünü dile getiren şiirler yazmaya başladı. 3 Haziran 1963 günü bir kalp yetmezliği sonucunda Moskova’da hayata gözlerini yumdu, Novodeviçiy Mezarlığında toprağa verildi. Ölümünden sonra mezarının Türkiye’ye getirilmesi ve yurttaşlık hakkının iadesi için girişimlerde bulunulduysa da, bu girişimler sonuç vermedi. Ama bir gün Nâzım’ın vasiyetini yerine getireceğiz tepesinde bir de çınar olacak.