MÜLKİYET DÜŞMANI İLYAS KARAMEŞE VE ANILARI 5/BELKIS’I FURDULAR

Murat Bulut
777 views

Güneş doğmaya yakın kalkarım her sabah. Ormandan çıkıp deniz kenarına gelirim. Sessiz ve dingin bir yerdir. Dalgaların bazen hırçınlaştığı olur. Ama o hırçınlıkta bile sessizliği hissedip huzuru bulabilirsiniz. İnsanoğlundan uzakta bir yerdir burası. Koca denize baktığımda devasa bir coşkunluk içimi kaplarken, yüzyıllardır susuz kalmış dudaklarım suya kavuşmuştur sanki. Öte diyarlar gelir aklıma. Burada sonsuzluğun olduğunu anlar ve o kayıp cennetin yansıması olduğunu bilirim. O bilgi beni çok heyecanlandırır, oturduğum kayalıklardan düşecek gibi olurum. İçim kabarır. Denize doğru ve esen rüzgâra doğru koşmak ister yüreğim, bu sırra erme yolculuğunda olduğum için.

Öğlene doğru kulübeme dönerim. Ağaçların az olduğu yerde, kulübemin yanı başındaki bahçemin işlerine dalarım. Yoğun çalışırım saatler boyu. Domatesler, biberler, hıyarlar inanır mısınız kabak bile var bahçemde. Ayva ağacı diktim yeni, büyüyor. Kiraz, elma zaten vardı. Çok önceden dikmiştim.

Artık şehre çok fazla inmiyor, sokaklarda yatmıyordum. Kulübem, bahçem, orman, gökyüzü ve deniz yetiyordu bana, şu sokakta yatan dostlarım ve onların derdi olmasa ölene dek burada mutlu yaşardım. Onları hep yanıma almak istedim. Ama olmadı.

Ben bu hayal dünyasında yaşarken, bir gün işte, aynı şekilde ilerleyen günlerin tekrarı olan bir sabahın ilk saatlerinde, yani rüzgârın esişine kendimi bıraktığım, huzurun koynunda ve deniz kıyısındaki kayalığın üzerinde oturduğum bir saatte, uzaktan gelen bir çığlık, bir bağırış duydum. Ses git gide yaklaşıyordu. Kulaklarım bana oyun mu oynuyor derken yine o sesi ve bu sefer güçlüce duymaya başladım.

“Belkıs’ı furdular!”

“Hey Karameşe!”

 “Belkıs’ı furdular!”

Evet duyuyordum. Gözümü denizin uçsuz bucaksız güzelliğinden alıp gerisin geri dönerek sesin geldiği yere doğru baktım. Evet, uzaklardan hızlıca ve topallayarak gelen Topal Hasan’ı fark ettim. Heyecanla yanıma geldiğinde soluk soluğa tekrarladı;

“Belkıs’ı furdular!”

“Ne diyorsun?” dedim şaşkınlıkla.

“Boğazını kesmişler, akşam yattığı köprü altında.”

Mavi deniz, kop koyu lacivert oldu, aydınlık gökyüzü kara bir çarşaf, yeşil ağaçlar dalsız ceset, yumuşak yeşil otlar keskin dikendi. Bir kuş ağzında alevler çıkararak uçuyordu. Bulutlar gözükmüyordu. Dinozorların kendinden küçük tüm hayvanları yedikten sonra yiyecek hiç bir şey bulamadan açlıktan ölmesi geldi aklıma. Boğazı kesilen milyarlarca kurban geldi aklıma. Ceylanın keskin pençelerle derisinin açıldıktan sonra ortaya çıkan kalbi geldi aklıma. Sonra beyaz kelebekler.

Düştüm yere. Ne görmüştü ki zaten acıdan başka. Kardeşini yitirdikten sonra aklını da yavaş yavaş yitirmişti. Gençliğimizde yaşadığımız büyük aşkımız bir bilinmeze dönmüştü. O ailesinden kalan tüm mal varlığını kaybetmişti, ben de dağıtmıştım. Şehrin sokaklarında köprü altlarında orada burada yaşamaya başlamıştık, diğer dostlarım gibi. “Mutlu bir yaşam tehlikeli bir yaşam,” derdim hep. Evet, tam yıllar sonra sokaklara alışmış, sonra kendime bir düş ülkesi kurmuş, tekrar mutluluk aldatmacasına ve konforuna dalmışken, bu yolda saklanmış mutsuzluk çukuruna düştüm. Mutluluk yoluna alışınca, yaşanılacak acı kat be kat büyüyor. Sonra kendime gelmeye çalıştım. Çile değil miydi beni bu yollara savuran? Şimdi karalar bağlamaya mı başlayacağım? O dertten nasiplenmeyeceksem dövünmemin ne anlamı var?

Topal Hasan’a döndüm;

“Soluklan biraz, sonra gidelim köprü altına.”

“Sabah yanına gidip bir tas sıcak çorba götüreyim dedim. Sabahları artık aş evine gelmez olmuştu. Onu öyle kanlar içinde görünce elimdeki karton kaptaki çorbalar düştü yere. Bir süre donakaldıktan sonra bağırmaya başladım. Bağırırken ne diyordum ben de anlamıyordum. Bağırdıklarım kelime, kelimelerde cümle olmuyordu. Millet tip tip bakarken elimle gösteriyordum yerde yatan onu, arkadaşımızı, gün yüzü görmemiş bahtsız dostumuzu. Kim neye öldürür bu garibi, anlayamıyordum. Öldürenler insan karnından doğmadı mı? Süt içmediler mi? Parmağını emmediler mi? Bir can arkadaşımızı çok mu gördüler?

“Sus Hasan, tamam. Hadi dinlendiysen gidelim.”

Köprü altına gittiğimizde polislerden başka kimse yoktu. Halk çok fazla önemsememişti bu cesedi. Polisler çok yaklaştırmadı bizi de. “Arkadaşıyız,” dedim en yaşlı olana. “Görmemiz gerekiyor,” dedim. Bana ve Topal Hasan’a baktı, sonra gerisin geri dönüp cesede baktı.

“Görüp ne yapacaksınız?” dedi.

Topal Hasan ve ben birbirimize baktık. “Görüp ne yapacaksınız?” sorusunu düşünüyorduk. “Görüp ne yapacağız?” dedim Hasan’a.

“Hiç,” dedi.

Ben de dönüp polise “hiç,” dedim.

“İyi o zaman gidin işte, işlemler bittikten sonra yukarıdaki kimsesizler mezarlığına gömülünce gelirsiniz. Öldüren yakalandı zaten.”

“Yakalandı mı?”

“Evet.”

Topal Hasan’ a döndüm. “Hadi gidelim. Bu arada Teneke nerede?”

“İki gündür zıbarıp yatıyor köprünün diğer ayağında. Çok şarap içmiş manyak,” dedikten kısa süre sonra Teneke’nin geldiğini gördük.

“Ne oldu, ne oldu?” diyordu,

“Belkıs’ı furdular,” dedi Hasan.

“Ne, furdular yani vurdular öyle mi?”

“Boğazını kestiler” dedim.

  “Boğazını kestiler ha” dedi ve attı kendini yere Teneke.

“Kalk manyak,” dedim. “Bir arkadaşınıza sahip çıkamıyorsunuz.”

Kalktı ayağa. “Evet, sahip çıkamıyoruz. Ne salak adamız. Vuranı bir yakalasam. Kim vurmuş ki”

“Kim mi vurmuş?

“Evet, kim vurmuş” dedi Topal Hasan’a bakarak.

“Ne bileyim?” dedi.

Gerisin geri dönüp polislere baktık üçümüz de.

“Gidip soralım.”

“Tamam.”

Polisler bizim geldiğimizi görünce sarı benizli polisin, yaşlı polisi dürtüp sırıtarak “geliyorlar,” dediğini duymuştum.

“Efendim, bir soru soracaktım.”

“Sor,” dedi gayet sabırlı gözükmeye çalışarak.”

“Kim vurdu?”

“Börekçinin babası kesmiş boğazını. Oğlunun böreklerini çalıyorlarmış. Çocuğunun geleceğini yok ediyorlarmış.”

“Kimler?”

“O, sen ve senin arkadaşların gibiler işte. Yaşama hakkınız yokmuş. Hiç bir şey biriktirmiyormuşsunuz. Zararlı tiplermişsiniz. Yakalanmasaydım hepsini kesecektim,” dedi. Gülerek ekledi, “siz şanslısınız, iyi kurtardınız”.

“Kim zararlıymış biz mi? Manyağın derdine bak,” dedim.

“Sus ulen, hadi gidin, mezara gelirsiniz,” dedi.

“Tamam,” dedik ve karşı köprü ayağına gittik, akşama kadar orada bekleyip cenazenin götürülüşüne kadar izledik olanları.

“Gidelim Belkıs’ın kaldığı yere, orada kalalım bu gece. Şarap da var,” dedi Teneke.

“Şarabı nerden buldum?” dedim.

Yukarılarda gezinirken Abbas Ağa tekel bayisine şaraplar geldiğini gördüm. Kolileri taşıyan eleman canından bıkmış gibiydi. Son kalan koliyi çaktırmadan içerdeki müşteri kalabalığını görüp  kaptım. Aşağı doğru hızlıca yürümeye başladığımda elemanla göz göze geldik. Görmemiş gibi yaptı ama ben yine de işimi şansa bırakmadım, daha da hızlandım ve getirdim buraya koliyi. İki gündür içiyorum. Keşke içmeseydim, Belkıs’ın yanına hiç uğrayamadım. Göremedim Can arkadaşımı. Ah benim manyak kafam, çok pişmanım.”

“Dikkat et tekelci de seni kesmesin.”

“Vallahi fururlar.”

“Fursunlar be Topal. Çok yıl yaşadık zaten. Ama şu meyden sonra kafamın dönmesine bayılıyorum yine de. Tüm gökyüzü, dünya dönüyor. Ermişlerin kafasına bende şu meyle kavuşuyorum. Hadi gidelim Belkıs’ın yerine. Battaniyelerimi de götürelim kalan şarapları da. Biriktirdiğim tenekeleri sonra götürürüm ben. Bir de bir şey biriktirmez diyorlar bizim için, işte teneke biriktiriyoruz ya.”

Kalktık gittik Belkıs’ın köprü altındaki yerine. Yıkamışlar, temizlemişler yattığı yeri. Ama kan izleri yerde silik de olsa belli oluyordu. Tam çıkmamıştı yerden. Uzandık Belkıs’ın boğazının kesildiği yerde, sabaha kadar içtik. Sızmaya başlayınca kalan şişedeki şaraplar döküldü yere. Yerdeki silik kan izlerine karıştı. Kan kırmızısına dönüştü tekrar yerdeki silik kanlar. Canlandı sanki. Kan ve şarap kıpkırmızıydı. O sırada daha fazla dayanamayıp sızdım.

Ömrümce gördüğüm en güzel rüyayı gördüm o gece. Dostlarım Teneke, Topal, tek âşık olduğum kadın Pasaklı Belkıs’ın yanındaydım ne de olsa.

Uzun soğuk kapkara gecenin ortasında sımsıcak bir rüyadaydım. Sıla özlemi çeken bir gurbetçinin  yuvasına  dönmesi gibi bu rüyaya sarılmış ve  hiç uyanmak istemiyordum. Bu gurbet bizi yormuştu zaten. Ne diye rüyadan uyanıp bu yabancı diyara teslim edeyim kendimi. Ben rüyaların mültecisiyim. Hayatın gurbetçisi. O sıcak yuvasına ulaşmıştı bende rüyama. Topal Hasan demişti zaten “Belkıs’ı furdular” diye. İnanmayayım mı? Rüyalarda kalacağım, ona kavuşacağım.

Fotoğraf: Arif Kılıç