Milli Mücadele’de Şehirlerimiz: Kastamonu

Ahmet Hür
1.109 views

Kastamonu şehrinin kuruluşunu Sümerlere kadar götürebilirsiniz. Tanzimat’la birlikte vilayet merkezi olmuş, Çankırı ve Sinop sancakları da Kastamonu’ya bağlanmıştır. Pek çok yer gibi tahıl üretimi yapılıyordu. Ormanlık arazisi vardı.

Sivas ile İstanbul’un arasında olması nedeniyle stratejik öneme sahipti. Heyeti Temsiliye Ankara’ya geldikten sonra bu önem bir kat daha artmıştır. Milli Mücadele döneminde cephe gerisi konumunda olması nedeniyle Mustafa Kemal Paşa tarafından vazgeçilmez bir yer olmuştur. 58. Alay burada bulunmaktadır.

Kastamonu Sultaniyesi/lisesi dönemin aydın ve yurtsever öğretmenlerin bulunduğu bir eğitim merkezi niteliğindedir. Nitekim İzmir’in işgal haberi üzerine 16 Mayıs 1919 günü Kastamonu’da büyük bir protesto mitingi düzenlenir.

İstanbul’un işgali üzerine de 16 Mart 1920 tarihinde Nasrullah Camisi önünde yoğun katılımlı miting düzenlenip, çeşitli başkentlere protesto bildirisi gönderilmiştir.

Eğitim merkezi konumundaki Kastamonu’da doğal olarak pek çok gazete ve dergi çıkmaktadır. Kastamonu’da vilayete ait bir matbaa bulunmaktadır. Bu matbaa 1868 yılında kurulmuştur. Milli Mücadele döneminde çıkan gazetelerin çoğunluğu bu matbaada basılmıştır. “Kastamonu Gazetesi” vilayetin resmi yayını olarak 1872 yılında yayın yaşamına başlamış 1938 yılına kadar aralıksız olarak yayınına devam etmiştir. Padişahçı, İtilafçı “Zafer Gazetesi” 14 Aralık 1911 tarihinde başladığı yayına 17 Eylül 1919 tarihine kadar devam ettirmiştir. “Köroğlu Gazetesi” ile İttihatçılar Kastamonu basınında ortaya çıkmışken, mütareke döneminde Köroğlu gazetesi isim değiştirerek “Yeşil Ilgaz Gazetesi” olarak 24 Kasım 1918 tarihinde yayına başlamış 20 Şubat 1919 tarihinde de kapanmıştır. Doğal olarak Milli Mücadeleden yana bir yayın yapmıştır. “Nazikter Gazetesi” tarafsız bir yayın yapmaya ve her şeyden söz eden aktüel bir gazete olmaya çalışmış, 17 Mayıs 1919 tarihinde başladığı yayın yaşamı, zaman zaman ara verilmiş olsa da 7 Mart 1928 tarihine kadar devam etmiştir. Milli Mücadele’nin bayraktarı olan “Açıkgöz Gazetesi” 15 Haziran 1919 tarihinde ilk sayısı çıkmış 14 Aralık 1931 tarihine kadar çıkmaya devam etmiştir. Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin resmi yayın organı konumundadır. Dip not olarak belirtmek gerekirse, Açıksöz Gazetesi’nin bir özelliği de İstiklal Marşı’nın ilk kez bu gazetede yayınlanmasıdır. 1921 yılının Ağustos ayında “Türkiye” isimli haftalık bir gazete de çıkmış ancak düzenli olarak yayınlanmamıştır. 14 Mayıs 1921 tarihinde çıkmaya başlayan ve yaklaşık bir ay çıkan günlük “Türkeli Gazetesi” de milliyetçi/ulusalcı bir gazete niteliğindedir. Kastamonu Gençler Kulübü de “Gençlik Mecmuası” adında bir dergi çıkarmışlardır. Bilimsel ve sanatsal bir dergi olan Gençlik Mecmuası on beş günde bir yayınlanmıştır. 17 Ekim 1920 tarihinde yayına başlayan dergi 18 sayı çıkmış ve 30 Haziran 1921 tarihinde kapanmıştır.

Mehmet Akif Ersoy, İstanbul’un işgali üzerine Sebilülrelat Mecmuasının üç sayısını (464-465-466) Vilayet matbaasında 25 Kasım ile 13 Aralık 1920 tarihleri arasında bastırmıştır.

Milli Mücadeleyi destekleyen edebiyat ağırlıklı “Doğu Mecmuası” da, 1 Ocak 1921 ve 15 Nisan 1921 tarihleri arasında on beş günde bir Kastamonu’da yayınlanmıştır.

Kastamonu’da, Mülki ve askeri amirlerin Padişahçı oluşu, Hürriyet ve İtilafçıların güçlenmesine neden olmuştur. “Bölge Kumandanı Mustafa Bey de bilinçli bir hilafetçi idi. 58. Alay Kumandanı Şerif Bey de kendilerine katılınca Kastamonu’da Hilafetçiler çok ağır basmaya başladı. Kuvayi Milliyeci cephede ise, Defterdar Ferit Recai Bey, Sağlık Müdürü Ferruh Niyazi Bey, eşraftan Tatlızade Emin ile Açıksöz gazetesi çevresinde toplanmış bir avuç genç vardı. Fakat görüldüğü gibi siyasal ve askeri güç hilafetçilerin elindeydi.”[1]

Ordu’nun içindeki İttihatçı ve idealist unsurlar bu duruma izin vermemiş Ali Fuat Paşa tarafından Kastamonu’ya yollanan Miralay Osman Bey’in tutuklanması üzerine bölük komutanı üsteğmen Şevket Bey kendiliğinden harekete geçmiş ve hilafetçiler vali vekili de içinde olmak üzere tutuklanmıştır. Bu durum da gösteriyor ki, askerin içindeki ittihatçı-idealist kişiler işgale izin vermeyecekler ve İstanbul’un pasif ve teslimiyetçi bakışına karşı sonuna kadar direneceklerdir. Nitekim daha sonra vali olarak atanan Cemal Bey iyi bir yönetici olmasının yanında iyi bir yurtseverdir. Kastamonu’nun Cide kazasında Dürrizade’nin fetvasını yasak olmasına karşın el atından bulup halka dağıtan müftüyü bertaraf ediş biçimi pek çok şeyi anlatmaktadır. Kamil Erdeha’nın essiz eserinden aktaralım: “Vali Cemal Bey vilayet erkânı ile birlikte oturuyordu. Hemen emrini bildirdi:-Kaymakam Müftüyü idam etsin, sonucu bildirsin. Biraz sonra bu emri şifreleyip imza için Cemal Beye getirdiler. Vali, emrin şifreli olarak değil açık yazılmasını istedi. Başta Sağlık Müdürü Ferruh Niyazi Bey olmak üzere hazır bulunanlar bu emrin kapalı yazılmasını istediler. Fakat Cemal Bey, onları tersledi ve emrini tekrarladı. Kısa bir süre sonra Cide Kaymakamından cevap geldi. Asılacağını öğrenen Müftü palas pandıras İstanbul’a kaçmıştı. İdare sanatından habersiz olan genç doktor Ferruh Niyazi Bey, hemen atıldı: -Gördünüz mü, Beyefendi; Müftüyü kaçırdık. Vali Cemal Bey’in ona cevabı şöyle oldu: -Oğlum, ben kaza müftüsünün kaymakamdan evvel telgrafhaneden geçen muhabereleri öğreneceğini bildiğim için böyle açık yazdım. Müftüyü asmamız yetkimiz içinde değildir. Bundan başka bu sırada bir kaza müftüsünün asılması orada ihtilala bile sebep olabilir. Fakat şimdi hâsıl olan vaziyet şudur: İstanbul’un fetvasını okuyan Cide Müftüsünü Vali asacaktı ama adam kaçtı kurtuldu diye ünü gider. Ve bu fetvayı okumak isteyen zayıflar korkudan titrerler. Bence istenilen budur.”[2]

Birinci Düzce Ayaklanmasının öncüsü olan Safranbolu ayaklanmasında Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı gün “Padişah isteriz” sloganı ile kasabayı ele geçiren yobazlar, Müttehit Gönüllüler Komutanı Dayızade Hacı İbrahim Efendi imzasıyla Savaş Bakanlığına telgraf çekiyorlar ve İnebolu’ya asker yollanmasını istiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’ya ve arkadaşlarına açıkça karşı olduklarını ve Hilafet makamının yanında olduklarını bildiriyorlardı. Vali Cemal Bey, Meclisten ilk çıkan kanunlardan Hıyaneti Vataniye Kanunu/Vatana İhanet Yasası’nı Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile yürürlüğe koymuştur.

Kastamonu’nun bir özelliği de, Milli Mücadelede döneminde ilk kadın mitinginin yapıldığı yer olmasıdır. Kastamonu’nun vatansever/yurtsever kadınları babalarından, kocalarından, kardeşlerinden bir adım öne çıkmışlar ve o günün koşullarında seslerini duyurmuşlardır. Elbette ki bu durumun en büyük etkeni İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “Milli İktisat Projesi” kapsamında Kastamonu’da yaygınlığı, eğitim ve kültürel dokudaki egemenliğidir.

II. Meşrutiyet ile birlikte; Kastamonu’da sosyal, kültürel ve ekonomik yönden büyük bir canlılık yaşandığı görülmektedir. Bu hususta İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) etkili olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

İTC’nin Kastamonu şubesi 27 Temmuz 1908 tarihinde kurulmuştur. Kısa bir süre sonra, İTC’ne bağlı kulüp sayısı üçe yükselmiştir.

İTC’nin yayın organı olarak, 17 Aralık 1908 tarihinden itibaren Köroğlu gazetesi çıkarılmıştır. Köroğlu; Kastamonu’da en uzun süreli ilk özel gazetelerden biri olarak, 1918 yılına kadar 484 sayı yayınlanmıştır. Yazılar incelendiğinde; gazetenin, Türkçülük ve çağdaşlık çizgisinde yayın yaptığı görülmektedir.

İTC, Kastamonu’daki diğer derneklerin çalışmalarını da yönlendirmiştir. Esasen bu derneklerde görev alan kişilerin çoğu, İTC’ne mensup kişilerdir.

O yıllarda ülkemizin toprak kaybetmesi, içerde ve dışarıda meydana gelen siyasi olaylar, bazı çalışmaların yapılmasını gerektirmiştir. Söz gelimi, ülke genelinde Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Donanma-i Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyeti ve Türk Gücü gibi derneklerin çalışmalarına hız verilmiştir. Bu derneklerde, kadınların da etkili oldukları görülmektedir.

I.Meşrutiyet ile birlikte kadınlar, şehirdeki sosyal ve ekonomik hayatta kendilerinden söz ettirmeye başlamışlar ve bazı derneklerde görev almışlardır.

Kastamonu’da hanımların görev aldıkları ilk dernek, Donanma-i Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti olup 3 Haziran 1911 tarihinde, bir hâkimin karısının başkanlığında kurulmuştur…

Hilal-i Ahmet (Kızılay) Cemiyeti Kadınlar Şubesi ise 25 Ocak 1912 tarihinde kurulmuştur…

27 Ekim 1916 tarihinde Vali Atıf Bey’in eşinin başkanlığında ‘Hanımlar İş Yurdu Cemiyeti’ adı altında bir dernek kurulmuştur”[3]

Kastamonu’da 16 Eylül 1919 tarihinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulduktan sonra bir iki gün içinde Hanımlar Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti de kurulmuştur.

Kastamonu Hanımlar Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurucuları; Zekiye Hanım, Saime Hanım, Kamuran Hanım, İzbelizade Hafız Selma Hanım, Neyyire Hanım, Bedriye Hanım, Hafız Nebiye Hanımdır. Derneğin başkanlığını Mevlevi Dergahı Postnişini Amil Çelebi’nin eşi yapmaktadır.

10 Aralık 1919 tarihinde Kastamonu’da gerçekleştirilen ve yaklaşık 3.000 civarında (bazı kaynaklarda daha az kişi) kadının katıldığı, düzenleyici ve konuşmacıların kadın olduğu protesto mitingi, Milli Mücadelede döneminde Türk Kadınının yüz akıdır. Bu onuru Kastamonu elde etmiştir.

Bu mitingi düzenleyen tertip komitesi şu kişilerden oluşmaktaydı:

Tertip Komitesi Başkanı Polis Müdürü Halil Bey’in eşi Zekiye Hanım, Defterdar Ferit Bey’in eşi Kamuran Hanım, Sağlık Müdürü Ferruh Bey’in eşi Saime Hanım, Maarif Müdürü Talat Bey’in eşi Bedriye Hanım, Vilayet Yazı işleri Müdürü Fuat Arif Bey’in eşi Münire Hanım, Reji Müdürü Ömer Bey’in kızı Neyyire Hanım, Miralay Osman Bey’in kızı Refika Hanım. Miting sonrası İngiltere ve İtalya Kraliçesi ile ABD ve Fransa Başkanlarının eşlerine telgraf çekilmiştir.       

“İstiklal Harbi’nde Anadolu kadınlarımızdan bir kısmı savaş cephelerine koşup silah kullanmamış, fakat milli kuvvetleri güçlendirmek için cephe gerisinde, seve seve her türlü fedakarlığa katılanmış, elden geldiğince yardım etmiştir. Bu yoldaki çalışmaların başlıca merkezlerinden biri de Kastamonu ve çevresidir.

İnebolu’da, Milli Kuvvetlere bağlı askeri teşkilat kurulmuştu. Silah, cephane, erzak, giyecek vb. şeyler, İnebolu İskelesi’nden Çankırı’ya, oradan Ankara’ya cepheye gönderiliyordu. Trabzon’dan vapurla nakliye işleri başlayınca İnebolu yolu, dolayısıyla Kastamonu Ankara’nın bir üssü haline gelmişti”[4]

“Kastamonu’da başta gelen memurların eşleri Müdafaa-i Hukuk Hanımlar Cemiyeti’ni kurmuş, Darul-Muallimat bahçesinde tertipledikleri mitingde bine yakın kadın bulunmuş, İzmir’in işgali, Urfa, Antep, Maraş’ın Fransızlar eline geçmesi yüzünden İngiltere, İtalya Kraliçelerine, Madam Wilson ve Poincare’ye protesto telgrafları çekmişlerdir. İstanbul’un işgalinden beş gün önce de aynı yerde böyle bir protesto mitingi tertiplemişlerdir”[5]

Kastamonu’da kurulan Müdafaa-i Hukuk Kadın Cemiyeti, oldukça önemli çalışmalar yapmıştır. Sivas’ta kurulan Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’nin bir şubesi olarak hareket etmiştir. Dolayısıyla bölgesel bir yapıdan ziyade merkezi bir yapılanmaya ve Mustafa Kemal Paşa’nın emrine girmesi nedeniyle bir örnek oluşturmuştur.

 Şapka Devrimi:        

Kastamonu denilince akla ilk gelen konulardan biri şapka devrimidir. Milli Mücadele sonrası olmakla beraber bu konudan kısaca belirtmek istiyorum. “50 Soruda Milli Mücadele” isimli kitabımda 15. Soru olarak ayrıntılı olarak söz etmiştim. Günümüz Hürriyet ve itilafçıları, Şapka yasası ile ilgili zorlama ve baskı olduğu yönündeki eleştirileri bulunmaktadır. 1925 yılı şartlarında Şapka devriminin çağdaşlığın bir simgesi olarak gündeme geldiği aşikârdır. Bu konuda baskı uygulandığı konusu ayrı bir tartışma konusudur. Bu konudaki farklı görüşleri ele almadan Mustafa Kemal’in Kastamonu’da esnaf ziyaretleri sırasında çağdaşlık/uygarlık üzerine yaptığı konuşmaya bakalım: “Her bakımdan uygar insan olmalıyız. Çok acılar çektik. Bunun nedeni, dünyanın durumunu anlayamayışımızdır. Düşüncemiz, anlayışımız tepeden tırnağa kadar uygar olacaktır. Türk ve İslam âlemine bakın, zihniyetlerini, düşüncelerini uygarlığın emrettiği değişikliğe ve yüksekliğe uyduramadıklarından ne büyük felaketler ve acılar içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve en sonunda felaket çamuruna batışımız bundandır. Beş altı yıl içinde kendimizi kurtarmışsak zihniyetimizdeki değişikliktendir. Artık duramayız. Kesinlikle ileri gideceğiz, çünkü mecburuz. Millet açıkça bilmelidir, uygarlık öyle güçlü bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar, yok eder. İçinde bulunduğumuz uygar ailede layık olduğumuz yeri bulacak, onu koruyacak ve yükselteceğiz. Kolay geçim, mutluluk ve insanlık bundadır.”[6]

Tarih 24 Ağustos 1925tir. Kastamonu, yaşlısı genci, kadını erkeğiyle sokağa dökülür. Takkeli sarıklısı, fesli fuçulusu… Yaşmaklı yazmalısı, yemenili tuğralısı İstiklal Yolu’nda kahramanını karşılar. Uzaktan bir toz bulutu görünür. Önünde Ankara kervanı belirir. Araba köprüyü geçer. Ve Kastamonu, Gazi’sine bakar ki, başına hiç görmedikleri bir serpuş geçirmiştir. Güleni olur, şaşanı şaşıranı bulunur. Kınayanı çıkmaz. O neylerse onlar içindir… Güzel eyler. Kalabalık çevresini alır. O birden ayağa kalkar. O acayip serpuşu eline alır. Kalabalığın ağustos terini yelleye yelleye; ‘Efendiler, buna şapka denir!’ dedikten sonra, Mimar Kemaleddin’in İttihat ve Terakki merkezi olarak yaptığı binaya girer. Biraz dinlenip önde gelenlerle söyleşecek… Oradan İnebolu’ya geçecektir. Düşündüğünü uygulayarak, içerde birkaç saat oyalanır. İnebolu’ya gitmek için binadan çıktığında, gördüğü, gerçekten görülmeye değecektir. Kastamonuluların neredeyse tamamı zorla dükkan açtırarak şapka niyetine ne buldularsa başlarına geçirip uğurlamaya gelmişlerdir. Hiç lamı cimi yok!.. Bunu hiçbir zorbanın korkusu… Hiçbir çıkarın korkusu bu kadar yaygın ve bu kadar kısa zamanda başaramaz. Ama sevgi, istek, bilinç ve güven? Kanıt Kastamonu’dadır[7]

Mustafa Kemal’in Şapka devrimi için Kastamonu’yu seçmesi de ayrı bir tartışma konusunu oluşturmuştur. Lord Kinross gibi bazı yazarlar, Kastamonu şehrinin gerici bir yapısı olduğunu ve Mustafa Kemal Paşa’nın bilerek bu yeri seçtiğini belirtmektedirler. Ama bu görüşe karşı çıkanlar da vardır. Mustafa Eski’nin “Atatürk’ün Kastamonu’ya Gelişi” isimli çalışmasında, Kastamonu yaşayanının Milli Mücadele taraftarı olduğu ve başlangıcından itibaren Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını desteklediğini ve bu yüzden bu kentin seçildiğini yazar. “Kastamonu’nun aydın insanları ve özellikle gençler, 15 Haziran 1919’dan itibaren Açıkgöz gazetesini çıkarmaya başlamışlardır. Vilayetin sesi olan Açıkgöz daha ilk sayısından itibaren Mustafa Kemal yanlısı bir tavır ortaya koymuş ve bunu Kurutuluş Savaşı süresince devam ettirmiştir. Sonraki dönemlerde ise çağdaş ve cumhuriyetçi bir çizgide çalışmalarını sürdürmüştür.

Milli Mücadelenin başlangıcından itibaren Kastamonu’daki Halveti, Bayrami ve Mevlevi dergâhlarının postnişinleri olan din adamlarından Mehmet Ata Efendi, Şeyh Ziyaettin Efendi ve Amil Çelebi Efendi gibi şahsiyetler Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer almışlardır. Hatta bunlardan Şeyh Ziyaettin Efendi Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin başkanlığını da üstlenmiş ve İstanbul Hükümeti’ne çekilen telgrafların altına hiç çekinmeden imza koymuştur.

Kastamonulular cephane ve silah naklinde de görev almışlar ve deniz yoluyla İnebolu’ya gelen binlerce ton malzemeyi taşımışlardır. Eli silah tutan erkekler cepheye giderken geride kalan kadınlar, çocuklar ve yaşlılar nakliye işinde görev almışlardır. Halk Milli Mücadele’nin başından itibaren Mustafa Kemal Paşa ile aynı kaderi paylaşmıştır.

Kurutuluş Savaşı yıllarında ülkemizin bazı yerlerinde isyanlar çıkmış ve Mustafa Kemal karşıtı hareketler görülmüştür. Ancak Kastamonu havalisinde ise bu çeşit olaylar yaşanmamış, bilakis halk O’na tam bir destek vermiştir”[8]

23 Nisan 1920 tarihinde patlak veren Safranbolu olayı, Mustafa Eski’nin gözünden kaçmış ya da Vali Cemal beyin girişimleri ile kısa sürede atlatılmış olması nedeniyle önemsiz kabul edilmiş olabilir. Ama genel olarak diğer pek çok yere baktığımızda Mustafa Eski’ye hak verebiliriz.

Mustafa Kemal, çağdaşlığın simgesi olarak Osmanlı’da kabul edilen Fes’in modern Batı’ya uygun olmadığı düşüncesine zaten baştan beri savunuyordu. Fes, Osmanlı Padişahlarının da ve İstanbul hükümetleri mensuplarının da kullandığı bir başlık idi. Onun için Milli Mücadele ile birlikte Fes yerine Kalpak kullanılmaya başlanmıştı. Mustafa Kemal’in fese karşı olmasının bir nedeni de feshin aslında Yunan serpuşu olmasıdır.[9]

Nutuk’ta, Fes’ten hoşlanmadığını ve kaldırılması gerektiğini şöyle açıklamıştı: Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, medeniyet ve her türlü ilerlemenin karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu.

Aslında bir yönüyle Jön Türkler bir değişim şapkası da seçmişlerdi o da kalpaktı[10]

İkinci Mahmut tarafından sarığa karşı mücadele etmek için genelde Afrika’da kullanılan Fes, Osmanlının son zamanlarında sarık gibi çağdaş dünyanın gerisinde kalmış bir giysi niteliğine dönüşmüştü. Bunun için batının giyim kuşamına yönelmek, Kemalist düşüncenin bir yansımasıydı. Bu yansımayı, batı özentisi olarak algılamanın tamamen yüzeysel bir eleştiri olduğu açıktır.

15 Kasım’da (1925) Konya milletvekili Refik (Koraltan) Bey ve arkadaşlarının verdiği önerge, Mecliste de ateşli tartışmalara neden oldu ve 25 Kasım 1925 tarihinde kanunlaştı.

Şapka Kanun teklifinin gerekçesinde; ‘Aslında hiçbir öneme sahip olmayan başlık konusu, çağdaş uygar uluslar ailesi içine girmeye kararlı Türkiye için özel bir değere sahiptir. Şimdiye kadar Türkler ile öteki çağdaş uygar uluslar arasında bir marka niteliğinde sayılan şimdiki başlığın değiştirilmesi ve yerine çağdaş uygar ulusların tümünün ortak başlığı olan şapkanın giyilmesi gereği belirmiş ve ulusumuz bu çağdaş uygar başlığı giymek suretiyle herkese örnek olduğundan bağlı kanunun kabulünü teklif ederiz’ deniyor, Adalet ve İçişleri Komisyonu raporlarında da aynı görüş destekleniyordu”[11]

Şapka İktisası Kanunu sonrası, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi kentlerde çok fazla tepki görmeden sosyal yaşama dâhil olan şapka, düşük eğitimli ve muhafazakâr ağırlıklı illerde “din elden gidiyor” itirazlarına neden olmuştur. Ancak bu itirazlar bir iki yer dışında büyük olaylara dönüşmemiştir. Kasım ayı başında Malatya’da, ortalarında Sivas’ta, 22 Kasımda Kayseri’de şapkaya karşı ve hükümet aleyhinde kışkırtmalar olmuştur. Özellikle Erzurum’da şapka giyilmesine karşı Gâvur İmam adlı bir hoca ile Hacı Osman isimli bir kişinin kışkırtması sonucu ayaklanma çıkmıştır. 25 Kasımda Rize’de, 26 Kasımda Maraş’ta, 4 Aralıkta Giresun’da ayaklanmalar olmuştur. Erzurum ve Rize dışındaki ayaklanmalar ciddi bir noktada değildir. Yine de Ankara İstiklal Mahkemesi, şehir şehir dolaşarak pek çok kişiyi yargılamıştır. Bu noktada Şapka kanununu bahane ederek gerici ayaklanma girişimleri İstiklal Mahkemeleri tarafından engellenmiştir.

Erzurum’da 33 kişinin mahkûmiyeti ve bir aylık sıkıyönetim ilan edilmesine yol açmışken Rize’de de İstiklal Mahkemesince tutuklanan 143 kişiden 8 kişisi idam edilmiş, 14’ü on beş yıl, 22 kişi onar yıl, 19 kişi ise beşer yıl hapse mahkûm edilmiştir. 80 kişi de beraat etmiştir.

Şapka İktisası Kanunu, sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ve memurlar için giyilmesi zorunlu olarak çıkarılmıştır. Bunun yanında halkın zorunlu olarak şapka giymesi söz konusu değildir. Kanunun 1. Maddesinin son fıkrasında yer alan “Türkiye halkının da genel başlığı Şapka olup buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar” ibaresi nedeniyle şapka giymek zorunludur gibi bir algı gelişmiştir.

Bunun yanında kılık kıyafet için herhangi bir yasa olmamasına karşın, çeşitli belediyeler belediye meclislerinde çağdaş kıyafetle ilgili kararlar almışlar, aykırı davrananlara da çeşitli cezalar vermişlerdir. Buradan anlaşılan kılık kıyafet konusunun daha çok yerel yönetimlere bırakıldığıdır. Örnek olması açısından zamanın Seyhan Valisi Ahmet Kınık’ın Adana’da giyilen “kara don” tabir edilen giysinin yasaklanması ile ilgili İçişleri Bakanlığına gönderdiği yazıya karşılık İçişleri Bakanlığınca verilen cevapta, şapka dışında kılık kıyafetle ilgili bir yasanın olmadığı ancak Belediyelerin kendi yörelerinde düzenleme yapabilecekleri belirtilmiştir.[12]

İskilipli Atıf Hoca gibi bazı gerici kişiler, “şapka dinsizliğin sembolüdür… Şapka giymek zina yapmaktan daha günahtır… Gâvur memur istemiyoruz.” gibi sözlerle halkı Türkiye Cumhuriyeti aleyhine kışkırtmak için gerekçe olarak kullanınca, İstiklal Mahkemesi tarafından cezalandırıldılar. İskilipli Atıf Hoca, “din elden gidiyor” diye halkı isyana teşvik etmesi sonucu, şapka giymemekten değil “halkı isyana teşvik suçu” nedeniyle idam edildi.

Mahmut Esat Bozkurt, “Atatürk İhtilalı” isimli kitabında Şapka devrimi ve Fes’in kaldırılmasını şöyle yorumluyor: “Gerçi Fes giymek bir mesele değildir. Fakat mesele fese bir kutsallık veren, onu çıkarıp atmayı, mukaddesata hakaret sayan zihniyettedir. Şapka giymek, işte böyle sakat bir zihniyeti yerlere, çamurlara çalmak için gerekliydi ve gereklidir. Bu zihniyet kaldıkça, bir nevi Hotantolar fetişizmi olan bu anlayış devam edip gittikçe, hiçbir şey yapılamazdı. Şapka giymekle, ilerlemelere mani olan bu kara engel söküldü, yıkıldı, terin dibine geçirildi. Büyük yürüyüş yolları açıldı.”[13]

Şapka’ya sadece cahil, eğitimsiz kesim değil, eğitimli bazı kişiler de karşı idi. Onların karşı çıkışı, mevcut hükümete muhalefet etme isteğinden kaynaklanıyordu. Örneğin Hüseyin Cahit Yalcın anılarında; “20. Yüzyılda hala böyle bez parçalarına büyük önem veriyorlar, başlarına astragan kalpak değil de hasır şapka giyerlerse kıyametin kopacağını sanıyorlar.” diyerek Şapka devrimini eleştiriyordu.

Şapka yasasına muhalefetin çok güçlü olduğunu söylemekte doğru değildir. Pek çok kişi ve kurumda Şapka yasasını desteklemiştir. Erzurum’da “gavur memur istemiyoruz” diye gösteri yapmaya kalkanlar olduğu gibi Erzurum şehrinin ileri gelenleri, protesto edenlerin küçük bir azınlık olduğunu, Erzurum halkının bu yasanın yanında olduğunu aşağıda yer alan telgrafla Ankara’ya bildirmiştir.

Ayaklanmaya, kışkırtmaya, gericiliğe karşı nasıl bir nefreti olduğunu ve nasıl tez elden yok edilmesini bir borç saydığını, önceki olaylarda canına minnet bildiği hizmeti ile ispatlamış olan Erzurum’un temiz halkı bu üzücü olaydan ve kendisine yapılan iftiradan ötürü üzüntülerini bildirir ve sebep olanlara lanet eder, memleketimize sürülmesi muhtemel olan lekenin, sebep olanların çok ağır bir şekilde ve asıl tertipçilerle kışkırtıcıların adalet sehpasında çırpınmaları suretiyle silinmesini Erzurumluların en yürekten istekleri olarak arz ederiz”[14]

Elbette ki, Erzurum’da protesto gösterileri sonrasında sıkıyönetim ilan edildiğini, protesto edenlerin (Ankara hükümetine göre ayaklananların) İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla cezalandırıldıklarını görünce, böyle bir telgraf çekmeye zorlandıklarını düşünmekte çok yanlış olmasa gerek.

Şapka devrimi, Jakobenci Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, devrimci yanının halka yansıması olarak görülmelidir. Cahil, elindeki ile yetinmeye çalışan, daha iyi yaşanabileceğini bilmediği için düşünemeyen Anadolu halkı için, bu yaklaşım bir şok etkisi de yapmıştır. Tüm bu olumsuzluklara karşın, Anadolu halkı Mustafa Kemal Atatürk ve devrimlerini önemli ölçüde kabullenmiştir.

“Nüfusunu şeriattan almak iddiasında olan bir saltanata, gücünü dinden alan bir yönetime karşı ve Türkiye’yi aralarında bölüşen, büyük ölçüde istila eden, dünyanın en güçlü devletlerine, bir dünya savaşını kazanmış devletlere karşı, bir kurtuluş savaşını örgütleyip yürütmek kolay değildi. Bu savaşı örgütler ve yürütürken Atatürk, bir halk hareketini oluşturmada, halkın desteğini ve gücünü harekete geçirmede kendisine yardımcı olabilecek bazı nüfuzlu kişilere, bölge eşrafına, mütegallibesine, nüfuzlarını maddi varlıklarından veya manevi otoritelerinden alan bazı kimselere de, ister istemez başvurmak zorunda kalmıştı. Genellikle bu gibi kimseler de, ilk devrimci atılımlardan sonra, kendi durumlarını, nüfuzlarını koruyabilmek için, tutucular arasına, devrimleri belirli bir noktada dondurmak isteyenler arasına katılmışlardı”[15]

Profesör Dr. Tarık Zafer Tuna’ya, bu noktada, batılaşma hareketi olarak, olaya farklı açılardan da bakmıştır. Profesör Mümtaz Turhan’dan yola çıkarak; Türk devrim hareketinin, eski ıslahatçı, batıcı yaklaşımlara karşı bir reaksiyon hareket olması düşüncesinde pek başarılı olamadığını ve onların hatasına düştüğünü söylemektedir. Batıyı anlamaktan ziyade taklit ettiğimizin de altını çizmektedir.

Neticede Türk İnkılâp hareketi, eski ıslahat ve Batılılaşma teamüllerine karşı bir reaksiyon iken, onların hatasına saplanmıştır. Yaratıcı terkip gene yapılamamış, taklitçi kalınmıştır.

Taklit Batı’yı anlamadan Batılılaşmak isteyişimizin sonucudur. Şu halde inkılâpların demokrasiyi getirmeleri de taklit olduğu için mümkün olamayacaktır. Zira biz Batı’nın geçtiği gelişme safhalarından geçerek demokrasi rejimine varmış değiliz. Profesör Turhan’a göre 1908’den sonra karşılaşılmış olan asıl problem demokrasinin inkılaplara feda edilişidir. İnkılâplar demokrasiye olan alakayı azaltmıştır. 1946’ya kadar Batılılaşmanın ‘biricik’ vasıtası ve hedefi diye düşünülen demokrasi bu müddet zarfında gene Garplılaşma maksadıyla yapılan inkılâplar için bir tehlike olarak kabul edilmiştir”[16]

Hürriyet ve İtilafçı, eşraf, ağa, Şeyh, Şıh ve din adamlarından oluşan muhalefet cephesine karşın, Anadolu emekçi kesiminin devrimlere olumsuz tepkisi cılızdır. Eski sadrazamlardan Tevfik Paşa bile, şapka devrimine karşı halkın fazla tepki göstermemesi konusunda şaşırmıştır. Falih Rıfkı Atay; “O vakitler doksan yaşlarına basan eski Sadrazam Tevfik paşa; -Yahu bu festen de kolay geçti, sokakta hiç kimse taşlanmadı. Dediğini duymuştum.”diyerek, halkın bu konuda devrimlere sıcak baktığını belirtmektedir.[17]

Profesör Mümtaz Turhan’da bu noktada, Aydınların ciddi sorumluluğu olduğunu söylemekte ve bu yaklaşımı Profesör Tarık Zafer Tuna’ya tarafından da paylaşılmaktadır.

“Türkiye’nin geri kalış sebebi, halkının cehaleti değil, aydınlarının kemiyet ve keyfiyet bakımından yetersizlikleridir. Bu münevverlerle kalkınma olamaz”[18]

Günümüzde okuyan, araştıran kişilere yönelik saldırıları görünce, en azından bugün için aynı kanaati paylaşmadığımı belirtmek isterim.

“Şapka, Kemalizm’i Osmanlı ıslahat hareketlerinden tavizci ve muvazaacı(danışıklı) olmamak karakteri ile ayırır. Mustafa Kemal Denizkızı masalına inanmıyordu. Ya balık ya insan vardır. Mustafa Kemal geri bir memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin halledilemeyeceğini biliyordu. Şarklı-Garplıya inanmıyordu. Ya Şark ya Garp vardır. Garp medeniyetinin temeli, hür tefekkürdür. Şapka bir başlık taklidi değildir, tefekkür inkılâbının bir sembolü idi.”[19]

Yunan serpuşu Fes’in yerine Şapkayı koyarak, bir yandan Batılılaşma derdinde olan Mustafa Kemal, diğer yandan Türk Milliyetçiliğini de öne çıkararak, Kemalizm’in bir ulus yaratma ülküsüne de katkı koymaktadır. Niyazi Berkes, Kemalizm ve devrimlerini benzer şekilde yorumlamaktadır.

Kemalizm, yalnız milliyetçilik değil, yalnız milli kurtuluş ve bağımsızlık değil, aynı zamanda bir millet yaratma, onu tarihe ve dünyaya kabul ettirme, onu kendi kendine kabul ettirme ve nihayet onu gelecekte de yayabilecek bir varlık olma temelleri üstüne oturtma işidir. Bunsuz bir Türk Milliyetçiliği yalnız gülünç olmakla duramaz, aynı zamanda varlığına kimseyi de inandıramaz”[20]

Dolayısıyla Şapka devrimini bu açıdan da değerlendirmenin doğru olacağı kanısındayım. Unutulmaması gereken bir konu da, şapka giymediği için (memur dışında) cezalandırılan kişi yoktur. Cezalandırma, şapka giymediği için değil, şapka giyenleri protesto eden, küfür ve hakaret eden veya şapka giyilmemesi için “şapka giyen dinsizdir” gibi propaganda yapanlar hakkında uygulanmıştır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin işte buna tahammülü yoktur.

[1] Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler. Kamil Erdeha. Remzi yayınevi.1974. sf: 213

[2] Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler. Kamil Erdeha. Remzi yayınevi.1974. sf: 225

[3]İlk Kadın Mitingi. Mustafa Eski. Sempozyum. 1996. Sf:34 vd.

[4] İstiklal Harbinde Mücahit Kadınlarımız. Fevziye Abdullah Tansel. AKM yayını.1991. Sf:62

[5] İstiklal Harbinde Mücahit Kadınlarımız. Fevziye Abdullah Tansel. AKM yayını.1991. Sf:63

[6] Devrimler ve Tepkileri.Mahmut Goloğlu.Türkiye İş Bankası yayınları.Ağustos 2011. Sf:155

[7] O’na Katılmak. Erol Toy. Gürer yayınları. Şubat 2007. Sf: 122

[8] Atatürk’ün Kastamonu’ya Gelişi. Mustafa Eski. Atatürk Araştırma Merkezi.2002. Sf:4

[9] T.C. Devrim Yasaları. Bahir Mazhar Erüreten. Cumhuriyet gazetesi yayını. Mart 1999. Sf:70

[10] Atatürk’ün Armstrong’a Cevabı. Sadi Borak. Kaynak yayınları. Mayıs 1997. Sf:113

[11] İstiklal Mahkemeleri. Ergün Aybars. İleri Kitapevi. 1995. Sf:399

[12]Atatürk Türkiye’sinde Kılık Kıyafetle Çağdaşlaşma.Ayten Sezer Arığ.Siyasal Kitapevi 2007. Sf:101

[13] Atatürk İhtilali-2-Mahmut Esat Bozkurt. Cumhuriyet Gazetesi yayını. Haziran 2000 Sf:52

[14] Devrimler ve Tepkileri. Mahmut Goloğlu.Türkiye İş Bankası yayınları.Ağustos 2011. Sf:175

[15] Atatürk ve Devrimcilik. Bülent Ecevit. Tekin yayınevi. Temmuz 1973.  Sf:40

[16] Batılılaşma Hareketleri(2). Tarık Zafer Tunaya. Cumhuriyet gazetesi yayını. Ocak 1999. Sf:103

[17] Çankaya-4- Falih Rıfkı Atay. Cumhuriyet gazetesi yayını. Kasım 1999. Sf:107

[18] Batılılaşma Hareketleri-2. Tarık Zafer Tunaya. Cumhuriyet gazetesi yayını. Ocak 1999. Sf:106

[19] Çankaya-4- Falih Rıfkı Atay. Cumhuriyet gazetesi yayını. Kasım 1999. Sf:108

[20] Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler-2 Niyazi Berkes. Cumhuriyet gazetesi yy. Kasım 1997. Sf:169