Ankara, Anadolu’nun ortasında çorak ve bakımsız küçük bir şehir olarak Milli Mücadeleyi karşıladı. Şehir genelde kerpiç evlerden ve dar sokaklardan oluşuyordu. Birinci Dünya savaşında çıkan büyük bir yangından sonra Ankara’nın nüfusu yirmi bin kişi kadardı.
Ankara Keçisinin yünü dünyaca ünlü olmasından dolayı zengin bir eşraf zümresi de vardır. İngilizlerin yün ticaretine girmeleri, eşraf kesimin İngilizlere karşı olmalarında birinci etkendir.
Milli Mücadele dönemindeki Ankara’yı Arnold J. Toynbee, “Türkiye-Bir Devletin Yeniden Doğuşu” adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Şehir bir tepenin yamacına yaslanmıştı ve zirvedeki kale tarafından korunuyordu. Tepenin dik arka yamacından kaleye saldırmak imkânsızdı. Öbür yanı ise açık bir ovaya bakıyordu ve buradan düşmanın yaklaşması güçtü. Anadolu yaylasının boşluğu içinde kaybolmuş Ankara, dış dünyaya bir tek demiryolu ile bağlıydı ve onun için de büyük bir güvenlik sağlıyordu.”[1]
Ankara’da o dönemde lokanta dahi olmadığı yazılmaktadır. Yıkık dökük bir Anadolu kasabası görüntüsünde olduğu dile getirilmektedir.
“Kaleden istasyona doğru uzanan yol sağda Zincirli Cami, Taşhan, İttihat ve Terakki Kulübü (daha sonra TBMM binası olacaktır), solda Darülmuallimin ve Millet Bahçesi’nin arasından geçerek ovada uzanır ve kurbağaların, sivrisineklerin kaynaştığı bir bataklığın (bugünün Gençlik Parkı sahası) yanından geçtikten sonra tren istasyonuna ulaşırdı… Kırmızı kiremitli evlerin arasından uzanan tozlu yollar, evlerin seyrekleştiği kenar mahallelerden bağlara doğru uzanırdı. Keçiören, Etlik, İncesu, Çankaya ve Dikmen ovanın etrafını çeviren tepelerin yamaçlarına doğru uzanan ve genellikle zengin gayrimüslimlerin oturduğu bağlardı.”[2]
Ankara bin dokuz yüzlü yıllarda Kuzeyde Kastamonu, güneyde Konya, batıda Bursa ve doğuda Sivas Vilayetlerine komşu, birinci sınıf bir vilayetti. Ankara vilayeti merkez, Kayseri, Yozgat, Kırşehir olmak üzere dört sancağı bulunmaktaydı. Haymana, Sivrihisar, Bala, Çubukabad, Yabanabad, Zir, Mihalıççık, Beypazarı, Ayaş ve Nallıhan olmak üzere on kazası da vardı.
Mondros Ateşkes Antlaşmasına kadar valilik görevini İttihatçı Süleyman Kani Bey yapıyordu. Damat Ferit Paşa Sadrazam olduktan sonra valileri görevden alarak yerine Hürriyet ve İtilaf fırkasına üye valiler atamıştı. Dolayısıyla Süleyman Kani Bey, Damat Ferit Paşa tarafından görevden alınıp yerine Hürriyet ve İtilafçı Muhittin Paşa Ankara valisi olarak atanmış, 15 Mart 1919 tarihinde de görevine başlamıştı. Yeni vali ilk iş olarak ittihatçı oldukları iddiası ile şehrin ileri gelen doksan kişisini tutuklatmıştı. İttihatçı olmalarının yanında İngilizlerin ısrarla tutuklanmalarını istediği bu kişilerden bazıları aynı zamanda yün ticareti yapan kişilerdi. İngilizler yün ticaretine girdiğinden Türk rakip istemiyorlardı. Vali böyle yaparak hem İstanbul’un hem kontrol görevi yapan İngiliz subayların hem de, sürgünden geri dönen gayrimüslimlerin takdirini kazanmayı hedefliyordu. Muhittin Paşa, İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in en çok takdir ettiği valilerden biriydi.
[1] Türkiye-1.Arnold J. Toynbee. Cumhuriyet.1999 Aralık. Sf:96
[2] Heyeti Temsiliye’nin Ankara’daki çalışmaları. Cemil Özgül. AAM.1989. Sf:26-27
O dönemde Ankara’nın mülki erkânı şöyle idi; Vali Muhittin Paşa, Yazı işleri/Mektupçu Halet Efendi, Defterdar; Yahya Galip (Kargı) Bey, Jandarma komutanı Abdurrahman Bey, Müftü Mehmet Rıfat (Börekçi) Hoca.
Vali dışında geri kalanlar, Milli Mücadeleye inanan kişilerdi. Damat Ferit Paşa’nın iktidardan düşmesi üzerine yeni hükümetle anlaşmazlığa düşen vali İstanbul’a gitmek için Ankara’dan ayrıldıktan sonra 19 Eylül 1919 tarihinde Sungurlu yolunda Heyeti Temsiliye’nin emri üzerine tutuklanarak Sivas’a gönderildi. Sivas’ta Heyeti Temsiliye tarafından sorguya çekilen vali, Milli Mücadeleyi yanlış anladığını, bir daha milli mücadele aleyhine çalışmayacağını ve düşmanlarla da işbirliği yapmayacağına namusu üzerine söz vererek, İstanbul’a gidebildi. Mustafa Kemal Paşa yeni Sadrazam Ali Rıza Paşa’ya, Muhittin Paşa’yı anlatarak bir daha görev verilmemesini istemiştir. Nitekim Ali Rıza Paşa’da Muhittin Paşa’ya yeni bir görev vermemiş ve emekliye ayrılmasını istemiştir. Muhittin Paşa 1922 yılında yurt dışına çıkıp, Cidde’ye yerleşecek ve 1926 yılında da orada ölecektir. Muhittin Paşa’nın oğlu yazar Refi Cevat (Ulunay) Bey’dir. “Alemdar” gazetesinde Milli Mücadele aleyhine yazdığı yazılar nedeniyle yüz ellikler listesinde ülkeden kovulmuş hainlerdendir.
Vali Muhittin Paşa zamanında gizli yazışmaları Ali Fuat Paşa’ya günü gününe bildiren yazı işleri müdürü/mektupçu Halet Efendi, vali tutuklanınca Ankara Valiliğine vekâleten bakmaya başlamıştı. Halet Efendi bu yükü kaldıramayarak istifa etmiş ve İstanbul’a dönmüştür. Bunun üzerine vali vekili olarak Heyeti Temsiliye tarafından defterdar Yahya Galip Bey getirilmiştir. Yahya Galip Bey ilk iş olarak Muhittin Paşa’nın İttihatçı diye tutuklattıkları kişileri serbest bırakmıştır. Yedi bucuk ay vali vekilliği yapan Yahya Galip Bey bu süre içinde Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya taşınması ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılması gibi iki önemli olayda Ankara Vali vekili olarak bulunmuştur.
MEHMET RIFAT EFENDİ (ANKARA MÜFTÜSÜ)
Mehmet Rıfat Efendi, 1860 yılında Ankara’da Beynam köyünde doğdu. Babası Börekçizadelerden Ali Kazım Efendi’dir. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için İstanbul’a gitti. Burada Beyazıt Medresesi müderrislerinden Atıf Efendi’nin derslerine devam edip dini yüksek ilimleri tahsil ederek icazetname (diploma) almaya hak kazandı. İlk memuriyetine Ankara’daki Fazliye Medresesi’nde öğretim üyesi olarak başladı. 10 Ekim 1898’de Ankara İstinaf Mahkemesi üyeliğine getirildi.25 Kasım 1908 tarihinde de Ankara Müftüsü oldu. Ayrıca 1911 yılında bir müddet Sivrihisar Kaymakamlığı görevini de vekâleten yürüttü. Bu arada memuriyetinin yanı sıra, eğitime olan ilgisini devam ettirdi. Bu cümleden olarak, 1918’de Musile-i Süleymaniye(Süleymaniye Medresesinde büyük müderrislere verilen bir unvan) payesi ile Bursa Müderrisliği kendisine tekrar tevcih edildi. 1920’de “İzmir Paye-i Mücerridi” ve yine aynı yılda “Mahreç Payesi”ne layık görülmüştür. Göstermiş olduğu bu başarılarının bir mükâfatı olarak, 1920’de de her türlü devlet hizmetlerinde güzel işler görenlere iftihar ve imtiyazı mucip olmak üzere çıkarılan “Dördüncü Rütbeden Osmanî Nişanı” ile ödüllendirildi.
Milli Mücadele’de Şeyhülislam Dürrizade’nin fetvasına karşı Ankara Fetvası’nı ilan etti. Bunun üzerine 24 Nisan 1920 tarihinde padişah imzasıyla Ankara Müftülüğü görevinden alındı ve İstanbul Divan-ı Harp tarafından Milli Mücadeleye verdiği destekten dolayı idama mahkum edildi.
23 Nisan 1920’de toplanan TBMM 1. Dönem’e Menteşe (Muğla) mebusu olarak girdi. Ancak 27 Ekim 1920 tarihinde Müftülük görevini tercih ederek milletvekilliğinden istifa etti. 23 Aralık 1922 – 30 Mart 1924 tarihleri arasında Şer’i ye Vekâleti Heyet-i İftâ azalığında bulundu. 4 Nisan1924’te yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı görevine geldi. Soyadı Kanunu’nun çıkmasından sonra “Börekçi” soyadını aldı ve 5 Mart 1941 tarihinde vefat edene kadar bu görevde kaldı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, İstanbul’un fetvasına karşı yapılacak en mantıklı yolun, bu fetvaya karşı Milli Mücadele yanlısı karşı fetva verip, Fetvayı Şerife’nin itibarını sarsmak olduğu düşüncesine vardılar. Bunda da İstanbul’un işgal altında olduğu, Padişahın esir bulunduğu ve zorla İşgal güçleri tarafından fetva hazırlandığı argümanını kullandılar. Bunun üzerine Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi başkanlığında, 5 müftü, 9 müderris ve medrese müdürü ile 6 ilmiye sınıfından olmak üzere 20 kişilik bir komisyon tarafından Ankara fetvası hazırlandı ve ilk kez 19 Nisan 1920 tarihinde olmak üzere Milli Mücadele tarafını tutan gazetelerde yayınlandı. Ankara fetvası şöyledir:
“Dünyanın düzeninin sebebi olan Müslümanların Halifesi (Allah onun azametini ve hilafetini kıyamet gününe kadar uzatsın) hazretlerinin hilafet makamı ve saltanat merkezi olan İstanbul, Halife’nin rızası hilafına olarak, Müslümanların düşmanları olan devletler tarafından fiilen işgal edilerek İslam askerleri silahlarından soyulup bazıları haksız yere öldürülerek, Hilafet merkezinin korunmasını üstlenen, bütün istihkâmlar, kaleler diğer harp vasıtalarını zapt ve resmi muameleleri yürütme ve Müslüman askerleri teçhize memur olan Bab-ı Ali ve Harbiye Nezaretine el konularak, halifeyi, milletin hakiki faydalarını temin edecek tedbirler almasından fiilen yasaklama, sıkıyönetim ilanı, Divan-ı Harpler teşkil ederek İngiliz kanunlarına uygun olarak muhakeme ve cezalandırma suretiyle Halife’nin hükmetme hakkına müdahale ve yine Halife’nin arzusu hilafına olarak Osmanlı memleketinin bir parçası olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa havalisine düşmanlar tarafından tecavüz edilerek, gayrimüslim vatandaşlar ile işbirliği halinde Müslümanları öldürüp, mallarını soygun ve yağma edip, namuslarına tecavüz ederek mukaddesatlarını tahkir ettikleri takdirde yukarıda açıklandığı gibi harekete maruz kalan ve esir olan gayretlerini sarf etmek bütün Müslümanlara farz olur mu? Cevabı budur: Allah en iyisini bilir, OLUR (Düşman saldırdığı zaman onunla savaşmak herkese farzdır. Bu durumda kadının kocasının izniyle, kölenin de efendisinin izniyle savaşması gerekir. “ Kenz ve Bezzaziye adlı eserlerde “ . Eğer bir Müslüman kadın doğuda baskına uğrarsa batıdakilerin onu esaretten kurtarmaları gerekir.”Bahru’r Raik adlı eserde.)
Bu şekilde hilafetin meşru haklarını, gasp edilen gücünü geri almak ve tecavüze maruz kalan memleketleri düşmandan temizlemek için cihat edip savaşan Müslümanlar dinen baği (devlete isyan etmiş) olurlar mı? Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLMAZLAR ( isyancı diye gerçek imama itaati haksız olarak tanımayan Müslüman gruba denir. “Mecmeu’l-Enhur adlı eserde”).
Yukarıda yazıldığı şekilde Hilafetin gasp edilen haklarını geri almak için, düşmanlara karşı açılan savaşta vefat edenler şehit, hayatta kalanlar gazi olurlar mı? Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLURLAR (Şehit şunlardır: Düşman, isyancılar ve yol kesiciler tarafından öldürülenler veya ellerinde belirli bir işaretle savaş meydanında bulunanlar, bir Müslüman’ın bir başka Müslüman’ı dinen öldürmesi gerekmeyen bir konu dolayısıyla zulmen öldürdüğü takdirde öldürülen, aynı şekilde zımninin yine dinen öldürülmesi gerekmeyen bir konu sebebiyle bir başkasını öldürdüğü takdirde öldürülen şehittir. (“Zeylei adlı eserde”)
Bu şekilde cihat edip dini görevlerini yerine getiren Müslümanlara karşı düşman tarafından Müslümanlar arasında silah kullanıp adam öldüren kişiler en büyük günahı işlemiş ve fesat çıkarmış olurlar mı? Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLURLAR. (Allahü taala şöyle buyurmuştur : “Fitne adam öldürmeden daha kötüdür. Bundan dolayı da fesatçılar fitneye başvurur” “ Fethül Kadir adlı eserde”).
Düşman devletlerin zorlaması ve kandırması sonucu verilen hak ve hakikat ile bağdaşmayan fetvalara Müslümanların bağlanmaları ve dinen ona göre hareket etmeleri doğru olur mu? Cevabı budur: Allah en iyisini bilir. OLMAZ. (Zorlama rızayı yok eder! “Velvaliceyh adlı eserde”)
1919 yılı ilkbaharında, Mustafa Kemal Paşa’nın ve Ali Fuat Paşa’nın isteği üzerine Konya Ereğlisi’nde bulunan 20. Kolordu Ankara’ya konuşlanmaya başlamıştır. İngilizlerin karşı çıkışına karşın, Yarbay Mahmut Bey komutasındaki 24. Tümen, Aksaray yolundan yaya olarak Ankara’ya gelmiş ve Sarıkışla’ya yerleşmiştir.
Ankara Anadolu’nun ortasında olması nedeniyle her yöne ulaşımı kolay olan yerdeydi. Ankara’dan İstanbul’a ya da Konya’ya gitmek için en hızlı ve en güvenli yol demiryoluydu. Ankara İstanbul/Haydarpaşa arası iki gün, Ankara Konya arası ise üç gündü.
Ankara, Anadolu’nun her yerine ulaşan en iyi telgraf hattına sahipti. Ankara Milli Mücadelenin idare edileceği en ideal yerdi.
“1919 yılı şartlarına göre Ankara Anadolu’da başlatılacak bir mücadelenin yürütüleceği en ideal yer olarak görülüyordu. Merkezi konumu, işgal altında bulunan yerlere olan mesafesi, Karadeniz’de İnebolu, Akdeniz’de Antalya limanları ile irtibat imkânı, demiryolu ve telgraf şebekesinden yararlanma kolaylığı, 20. Kolordu komutanlığının Ankara’da bulunması ve Ankaralıların Milli Mücadeleye candan bağlılıkları Ankara’nın seçimindeki en önemli faktörlerdi.
O gün için en büyük tehlike olan Yunan ilerlemesini durduracak bir askeri hareketin en iyi sevk ve idare edilebileceği yerde bulunması Ankara’ya ayrı bir önem kazandırıyordu.”[3] Sivas’ta Heyeti Temsiliye ile birlikte toplanan komutanlar on üç gün süren toplantılardan sonra Meclisi Mebusan’ın İstanbul’da toplanmasına karar verilmesi üzerine, Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya yerleşmesine karar verdiler. Bu toplantılarda Kazım Karabekir Paşa, Erzurum’dan uzaklaştıkça askeri hükmetme gücünün, dolayısıyla itibarının azalacağı ve Doğu Hükümeti yerine tüm Anadolu’yu kapsayan Kuvayi Milliye düşüncesine sıcak bakmaması nedeniyle, Heyeti Temsiliye’nin Sivas’tan daha batıya gitmemesi için çok uğraşmış ancak istediğini yaptıramamıştır.
Mustafa Kemal Paşa “Nutuk” ta Ankara’ya gelme gerekçelerini şöyle anlatıyor:
“Heyeti Temsiliye’nin doğu vilayetlerinden ziyade batı vilayetlerine, İstanbul’a yakın bulunmasını gerektiren ve haklı gösteren mantıki sebepler elbette çoktu. Önce, batı ve güney-batı vilayetlerinden fiilen düşman işgali altına girmiş olanlar vardı. Bu vilayetlerimizi işgal eden düşman karşısında, esaslı savunma cepheleri kurmak ve de böyle feci bir durum yoktu. Kesin olarak yakın bir fiili tehlike de muhtemel görülmüyordu. Uzak bir ihtimalle farz ederim ki, doğudan Ermenilerin fiili saldırısıyla karşılaşacağı kabul olunsaydı bile, onun karşısında Kuvayi Milliye ile desteklenmesi kararlaştırılmış olan, kendilerinin komutası altında, on beşinci Kolordu hazır bulunuyordu. Fakat İzmir cephelerinde, çeşitli komuta tarzları, değişik mahiyette kuvvetler ve her çeşit ve cinsten menfi kaynaklardan gelen zararlı tesirler vardı. Adana’nın işgaline karşı henüz cephe kurulamamıştı.
Bu bakımdan, usul ve kaide şudur ki, umumi durumu sevk ve idare sorumluluğunu üzerine alanlar, en önemli hedefe ve en yakın tehlikeye mümkün olduğu kadar yakın bulunur. Yeter ki bu yakınlık umumi durumu gözden kaybettirecek derecede olmasın. Ankara bu şartları taşıyan bir noktaydı Herhalde cephelerde meşgul olacağız diye, Balıkesir’e Nazilli’ye veyahut Afyon Karahisar’a gitmiyordu. Fakat cephelere ve İstanbul’a demiryoluyla bağlı bulunan ve umumi durumu idare bakımından Sivas’tan asla farkı olmayan Ankara’ya gidecektik. Meclisi Mebusan’ın İstanbul’da toplanması zaruri görüldükten sonra ise, Ankara’ya gelmenin ne derece gerekli, önemli ve faydalı görülmek gerektiğini açıklamaya lüzum görmem.”
Sivas toplantısında sonra, Ali Fuat Paşa önce giderek Ankara yolu güzergâhında incelemelerde bulunmuş ve Heyeti Temsiliye, Ali Fuat Paşa’dan gelecek raporu beklemiştir. Gelen rapor üzerine 18 Aralık günü Sivas’tan ayrılan heyet 27 Aralık Cumartesi günü Ankara’ya varmıştır.
Ankara yolculuğu şu şekilde olmuştur. 18 Aralık 1919 Perşembe günü Sivas’tan üç otomobil ile ayrılan heyet, 19 Aralık Cuma günü Kayseri’ye varmıştır. Ertesi günü Kayseri’de incelemelerle geçiren Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, 21 Aralık Pazar günü Kayseri’den ayrılarak Mucur’a hareket etmişler ve ertesi gün Mucur’a varmışlardır. 23 Aralık Salı günü Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Hacı Bektaş’ı ziyaret edip aynı gün tekrar Mucur’a dönmüşler, Çarşamba günü Kırşehir’e hareket etmişlerdir. 25 Aralık Perşembe günü Kırşehir’e varan Mustafa Kemal Paşa akşamı Müdafaa-i Hukuk çalışmaları ile geçirmiş ertesi sabah erkenden Kırşehirlilere veda ederek Kaman’a hareket etmişlerdir. Kaman atlıları heyeti yolda karşılamış ve halkın ısrarı üzerine Mustafa Kemal Paşa Kaman’a at sırtında girmiştir. Cuma günü Kaman’dan Ankara yakınlarındaki Beynam köyüne varan heyet o gece orada kalmıştır. 27 Aralık Cumartesi günü de Ankara’ya varılmıştır.
Ali Fuat Paşa Milli Mücadele anılarında, Heyeti Temsiliye’nin Ankara’ya gelişini şöyle anlatmaktadır:
“27 Aralık saat on bir de Temsil Heyetinin üç otomobilden mürekkep kafilesi, Dikmen sırtlarından geçen Kırşehir- Ankara şosesinin Ankara havzasına döndüğü yüksek noktada görünmüştü. Burada yanımda Vali vekili Yahya Galip Bey olduğu halde Ankara namına kendilerini karşılamıştım. Birinci otomobilde Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf ve Rüstem Beylerle yaver Yüzbaşı Cevat Abbas Bey vardı. İkinci otomobilde Temsil Heyetinin diğer azaları Süreyya, Mazhar Müfit ve Hakkı Behiç Beylerle kâtipleri yer almışlardı. Üçüncü otomobilden üçüncü Ordu Müfettişliği karargâhından Paşa’ya refakat etmiş olan Doktor Binbaşı Refik (Rahmetli Başvekil Doktor Refik Saydam), Erkânı Harp Binbaşısı Hüsrev (eski Büyükelçilerden Sayın Hüsrev Gerede) Beylerle diğer bazı zevat çıkmışlardı.
Otomobillerimizden inmiş, bulunduğumuz yüksek noktadan Ankara’yı seyretmiştik. Etrafta dağlar karla örtülmüştü. Bizi Ankara şehrine götürecek olan yol, bugünkü Dikmen şosesinin istikametini takip ediyor. Beyaz karlı tepelerin üstünden kıvrıla kıvrıla İncesu vadisine doğru iniyordu. İstikbale gelenlerin bir ucu bugün Harp Okulunun bulunduğu tepeden başlıyor, dolaşa dolaşa istasyon civarına iniyor ve oradan kıvrılarak hükümet konağına doğru uzanıyordu. Karşıcı gelenlerin adedini otuz kırk bine çıkaranlar olmuştu. O zamanlar Ankara’nın nüfusunun 22 bini geçmediği hatırlanırsa bu muazzam kalabalığın etraftan ve uzaktan geldiği anlaşılır. Milli müfrezelerimizin atlı miktarı da bini geçmişti. İlk defa Ankara’ya gelen Mustafa Kemal Paşa bu manzara karşısında fevkalade mütehassıs olmuş, adeta gözleri dolmuştu.”
“Mustafa Kemal’in otomobili İstasyona doğru ilerliyor. Önüne bir grup kalabalık rast geldiği zaman otomobilden iniyor, onlarla görüştükten sonra tekrar otomobiline biniyordu. Mustafa Kemal gelirken İstasyonda bulunan İngiliz Kumandanı Mister Vitol, bir yağız atın üstüne binmiş duruyor, İngilizlerin alanı olan Forbus adlı bir İngiliz de, mütemadiyen fotoğraf çekiyordu.”[4]
Mustafa Kemal Paşa ve heyettekiler için Ziraat Mektebi hazırlanmıştır. Heyeti Temsiliye görüşmelerini burada yapmıştır. Ziraat Mektebi Meclis açıldıktan sonra Erkânı Harbiye binası olarak kullanılmıştır.
Heyeti Temsiliye’nin Ankara’da el aldığı ilk konu İstanbul’da toplanacak olan Meclisi Mebusan hazırlıkları ile ilgili olmuştur.
Ankara’daki önemli olaylardan biri de Mustafa Kemal Paşa geldikten sonra “Hâkimiyeti Milliye” gazetesinin çıkarılmasıdır. Mustafa Kemal Paşa, Sivas’ta “İrade-i Milliye” gazetesini çıkarttıktan sonra, Sivaslılar gazetenin devam etmesini istediklerinden Sivas’ta çıkmaya devam etmiş, Mustafa Kemal Paşa’da Ankara’ya gelince Heyeti Temsiliye adına ikinci gazete olan “Hâkimiyeti Milliye” gazetesini çıkarmıştır.
1920 yılı Anadolu’daki ayaklanmaların yılıdır. Mustafa Kemal Paşa Ankara’da, ayaklanmalara karşı önlemler almakla meşgul olmuştur.
Ankara’daki en büyük olayda Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı olmuştur. İstanbul’un işgaliyle kurumları göstermelik hale gelen Osmanlı Devleti fiili olarak ortadan kalkmıştı. Anadolu’yu idare etmek Ankara’dan Meclis kuruluncaya kadar Heyeti Temsiliye, meclis kurulduktan sonra da Büyük Millet Meclisine kalmıştı. Ankara, İstanbul’un işgaliyle fiilen başkent olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un işgalini öğrendikten sonra olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin derhal Ankara’da toplanması için çalışmalara başlamıştır. Bu meclis Heyeti Temsiliye olarak ve kolordu komutanları ile birlikte 29 Kasım 1919 tarihinde Sivas’ta yapılan toplantıda kararlaştırdıkları “Meclis-i Milli” olacaktır. Mustafa Kemal Paşa “Kurucu Meclis” ismini kullanmak istemiş ancak Erzurum ve Sivas’ta bulunan başta Celalettin Arif olmak üzere bazı arkadaşları tarafından itiraz edilince “olağanüstü yetkilere sahip” tanımlaması ile meclisi toplamıştır.
“Meclisin toplanması için seçilen binanın henüz yapımı tamamlanmamıştı. Memduh Şevket (Esendal) Bey’in Birinci Dünya Savaşı sonunda İttihat ve Terakki Partisi mümessili olarak, Ankara’da bulunduğu sırada Numune/Örnek Mektebi veya parti kulübü olarak kullanılmak üzere yapılması planlanmıştı. Savaş şartları içinde inşaat güçlükle devam ettirilmişti. Çatı kapatılmış fakat kiremitler henüz döşenmemişti. Bir odası Ankara’daki Fransız işgal müfrezesinin komutanı tarafından büro olarak kullanılıyordu. Kapının önünde asılı üç renkli Fransız bayrağı gelip geçen Ankaralılar için bir üzüntü kaynağı idi. Fransız subay binadan çıkarılmış, Ulucanlardaki bir okul için getirilmiş olan kiremitler çatıya döşenmiş, okullardan toplanan sıralar salona yerleştirilmiş, Kolordu İstihkâm Taburunun erleri ile Ankara sanatkârları da başkanlık kürsünü hazırlamışlardı.”[5]
Meclis açılması için çalışmalar devam ederken, durumu tam anlamayan veya karşı çıkanları susturmak için Ankara Müftülüğü tarafından bir fetva yayınlandı. 19 Nisan 1920 tarihinde Konya’da çıkan Öğüt Gazetesinde de yayınlanan bu fetvada, Halifenin esir düştüğü, yurdun işgal edildiği ve işgal güçlerinin Anadolu halkını esir edeceği, İslam’ı ortadan kaldıracağı söylenmekte ve bu işgallere karşı mücadele etmenin altını çizilmektedir. En önemli kısmı fetvanın son paragrafıdır. Bu paragrafta, düşmanla mücadele edenlere karşı çıkmak ve düşmanla işbirliği yapmak en büyük günah olarak tanımlanıp lanetleniyordu. Böylece Meclisin açılmasına karşı çıkanların önü kesilmeye çalışılıyordu. Amaç işgal altındaki vatanı kurtarmaktı.
23 Nisan 1920 Cuma günü Meclis büyük bir coşku ile Ankara’da açılmıştır.
Ankara’da Milli Mücadele için kadınlarda çeşitli çalışmalar yapmışlardır. Halide Edip Hanım’ın Ankara’ya gelmesiyle örgütlenme çalışmalarına hız verilmiştir. Öncelikle Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti bünyesinde çalışmalara katılan kadınlar, Halide Edip Hanım’ın başkanlığında on altı kişiden oluşan bir yönetim kurulu oluşturmuşlardır. Erkek Öğretmen Okulu ve Ziraat Okulunda bir araya gelen Ankaralı Hanımlar, cephedeki askerler için yardım kampanyaları düzenlemişler, Milli Mücadeleci kadınlara destek için basın açıklamaları yapmışlardır.
“Ankara Hanımlarına yazılan beyanname sureti şu şekildedir: ‘Biz Ankara anaları, memleketin istiklal ve şerefini İnönü Dağlarıyla bir hareket haline sokan mübarek şühedamız evlatlarının istikbal ve saadetini evlatlarına bakmak için cemiyet halinde toplanmalarını teklif ediyoruz. Bütün memleketin iştirakiyle kazanılan zaferimizden dolayı sizleri tebrik eder ve Cenabı Hak’dan hayır ve vazifenizde muvaffakiyet dileriz.”[6]
[3]Heyeti Temsiliye’nin Ankara’daki çalışmaları. Cemil Özgül. AAM.1989. Sf:34
[4] Heyeti Temsiliye’nin Ankara’daki Çalışmaları. Cemil Özgül. AAM.1989. sf:55
[5]Heyeti Temsiliye’nin Ankara’daki Çalışmaları. Cemil Özgül. AAM.1989. sf:158
[6] Milli Mücadelede Dönemi Kadın Cemiyetleri. Leyla Kaplan. Sempozyum.1996. Sf:122