Geçtiğimiz iki yüzyılda (19. ve 20. yy) parlak bir dönem yaşayan Batının geçmişi hiç de masum değil. Özellikle Avrupa pusulanın bulunmasıyla (15.yy) deniz aşırı topraklarda ciddi bir egemenlik kurdu. Keşfedilen ve sonrasında işgal edilen yeni topraklardaki henüz tarihsel sürecin erken dönemlerini yaşayan savunmasız kabileleri baskı altına alarak köleleştirdi. Ardından buralardaki yer altı ve yer üstü zenginliklerini merkez ülkelere taşıyan Avrupalılar, kapitalizmin maddi ve teknik altyapısını oluşturmayı başardı. Kapitalist sermayenin ortaya çıkmasıyla atölyeler, fabrikalar açıldı ve ekonominin çarkları bu kez feodaller için değil, burjuva sınıfı için dönmeye başladı.
Kapitalizmin ileri aşamasını yaşayan batılı ülkeler yatırımlarını az gelişmiş ülkelere kaydırmaya başladılar. Marks batı kapitalizminin geldiği aşamayı en ince dokularına kadar inceleyerek mevcut durumu teorik bir çerçeveye oturttu. Marks’a göre kapitalizm yolun sonuna yaklaşıyordu. Ne var ki sermaye ihracı ve ulus ötesi pazarlara kavuşma kapitalizmin kuruyan damarlarına yeni kan pompaladı. Canlanan kapitalizm böylece emperyalist bir boyut kazanmış oldu. Yeni durumun analizini ise Ekim devrimi önderi Lenin yaptı. Böylece emperyalizm olgusu da teorik bir çerçeveye oturtuldu. Lenin’e göre kapitalist sürecin az gelişmiş toplumlarda yaşanmasının mümkün olmadığını, bu ülkelerdeki cılız durumdaki ekonomilerin emperyalizmin hegemonyasına uğrayarak atıl kalacaktı. Bu nedenle az gelişmiş toplumlar normal yollardan kapitalizmi yaşayamazdı. Lenin bunun önünün tarihsel olarak kapalı olduğunu bilimsel olarak analiz etti. Bu analizden sonra dünyada klasik sömürgeci dönemden kalma halklar yeni emperyalist efendilerine karşı ulusal kurtuluş savaşları vermeye başladılar. Dünün köle halkları 1920’lerden sonra (Sovyetlerin de desteğiyle) bir bir bağımsızlıklarına kavuşmaya başladılar.
Emperyalistler arası savaş pazar ve hammadde arayışı içindeki emperyalistler bir süre sonra hegemonya savaşına giriştiler. Birinci (1914-1918) ve ikinci (1939-1945) pazar paylaşım savaşlarında milyonlarca (yaklaşık 90 milyon) insan öldü. Bununla yetinmeyen Batılılar kendi coğrafyalarının dışında da egemenlik savaşlarına girişti. Ayrıca Cezayir, Libya, Rodezya, Mozambik, Kenya ve daha birçok ülkede kimi tahminlere göre dokuz milyon insanın kanı akıtıldı. Pazar ve hammadde arayışında kana doymayan Avrupa ve Amerika savaşlarda acımasız yöntemleri kullanmaktan çekinmiyordu. Nitekim ABD İkinci Dünya Savaşında Japonya’yı hizaya getirmek (veya yeni geliştirdiği bir silahı denemek) için bu ülkeye ait Hiroşima ve Nagazaki’yi atom bombalarıyla vurdu.
Sovyetlerin çözülüşü azgelişmişlerin yeni felaketi oldu.
Sovyetler Birliğinin (Rusya) tarih sahnesinden çekilmesinin ardından (1989) bu ülkeyle vaktiyle siyasi ve ekonomik yönden iş birliği yapan toplumlar da Batının saldırısından nasibini aldı. 1991’den bu yana yapılan Ortadoğu savaşlarında 2.5 milyona yakın insan kızgın çöllere gömüldü. Batının yaptıkları bunlarla sınırlı değildi. Bilindiği üzere daha önceki yüzyıllarda 50 milyona yakın Amerikan yerlisini (Kızılderililer) yok etmiş, ardından Afrika toplumlarını yüzyılları bulan bir köleleştirme sürecine dâhil edilmişti.
Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Bloku ülkelerindeki bürokratik yapının çözülmesinden sonra batılı siyaset bilimcileri ve sermayenin kalemşorları tarihin sonuna gelindiğini, kapitalizmin tek seçenek olarak ortaya çıktığını ve sosyalizmin tarihsel bir kaza olduğunu dile getiriyorlardı. Kapitalizmin allanıp pullanması kampanyaları devam ederken 1991 Nisan’ında ABD’nin Irak saldırısı geldi. ABD Kuveyt’in işgalini bahane ederek bu ülkeye savaş açmış, yüzbinlerce insanı acımasızca öldürmüştü. Emperyalist batı bununla yetinmeyerek sonrasında Yugoslavya, Afganistan, Libya, Yemen ve Suriye’yi vurarak yüzlerce şehri enkaza çevirmiş ve milyonlarca insanın ölümüne, bir o kadar insanın ise sakat kalmasına neden olmuştu. ABD ve Avrupa’nın desteklediği (buna İsrail de dahil) orduların son otuz dört yıldaki saldırılarında 40 milyon insan mülteci durumuna düşürüldü. Bugün Avrupa ve Türkiye’nin maruz kaldığı mülteci göçü vurulan ve ekonomileri çökertilen bu ülkelerden kaynaklanmaktadır. Bu saldırılarda yalnızca ölenler değil hayatta kalan ancak büyük bir yoksulluğa sürüklenerek yaşam standartları dip yapanlar da emperyalist yıkımın mağduru haline geldiler. Kim ne derse desin bu yıkımın sorumlusu ABD ve Avrupa birliğidir.
Batının vahşi yüzü ve yeni rakipler
Batı kapitalizminin Sovyetlerin çözülmesinden sonra insanlığa reva gördüğü hayat yukarıda yazıldığı gibidir. Gerçekte insanlık düşmanı kapitalizm alternatifsiz bir model olarak insanlığa sunulmaya devam edilmektedir; ne var ki mızrak çuvala sığmıyor. Batının vahşeti her geçen gün başka bir yüzüyle ortaya çıkıyor. İsrail’in Gazze saldırısı ve batının amansız desteği ile saldırılar her geçen gün artarak devam ediyor ve bütün insanlık bu duruma seyirci kalmış durumda. “Özgürlükçü” batının “parlak” imajı Gazze saldırısıyla kararmış durumda. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyaya özgürlükçü diye yutturulmaya çalışılan ABD son altmış yılda insanlığa verdiği zararla tarihinin en itibarsız dönemini yaşamaktadır. ABD sadece itibar kaybetmekle kalmamış, ekonomik olarak da büyük bir çöküşün eşiğine gelmiştir. Bırakın başka ülke analistlerini bizzat Amerikalı strateji uzmanları bile bu ülke için iç açıcı olmayan tablolar çizmektedir. Çin 2016’da ilk kez dış satımda ABD’yi geçerek dünyanın en büyük ihracatçı konumuna yükselmiştir. Askeri, ekonomik ve teknolojik ataklarıyla Batı dünyasını yakalayan Çin büyük bir pazar payına ulaşmıştır. Öyle ki siyasi olarak Batı müttefiki ülkeler bile ticaretini Çin’le yapmaktadır. Afrika, Ortadoğu ve Latin Amerika’nın dış ticaretteki en büyük partneri Çin’dir. Her geçen dakika Çin’e yaramaktadır. Dünyanın en yetkin ekonomi uzmanları 2050’lere gelindiğinde ABD’nin ekonomik hacim bakımından üçüncü sıraya düşeceğini varsaymaktadırlar. Amerikan çağının kapanmakta olduğunu artık herkes hissetmektedir. Bu durumu en iyi bilen ülkelerden biri ABD’nin ta kendisidir. ABD silah üstünlüğü avantajını kullanarak başta Çin olmak üzere Asya kuvvetlerini etkisiz hale getirebileceğini ve yeniden dünya liderliğini yakalayacağını düşünmektedir. Bu stratejide Ortadoğu ve Akdeniz çok önemlidir. Özellikle Süveyş Kanalı ve Cebelitarık olası bir savaşta yaşamsal bir öneme haiz olacaktır. Amerikan egemenleri önce Rusya’yı çökertmek, ardından Çin’in hakkından gelmek istemektedir. Denilebilir ki Afganistan’ın 2001’de işgalinin temelinde bu niyet yatmaktadır. Rusya üç yanından kuşatılarak etkisiz hale getirilecektir. Ne var ki Asya kuvvetlerince farklı kanallardan desteklenen gerici taliban güçleri ABD’yi kovmayı başarmıştır. Fakat batı emperyalizmi planlarından vazgeçmiş değildir. Önce Ortadoğu dikensiz gül bahçesine çevrilecek, ardından Lübnan ve İran teslim alınacaktır. Bu amaçla İsrail’e sınırsız yetki verilmiş durumdadır. Vaktiyle Irak, Libya ve Suriye vurularak planda mesafe kat edilmiştir.
Arap ülkelerindeki tarihsel gerilik
Küresel emperyalist sistemin saldırganlığı bu kadar açıkken Arap ülkelerindeki dinci hükümetler toplumu muhafazakarlaştırmakta ve bilimin yerine tasavvufu yerleştirmektedir. Emperyalist ülkeler yeni savaş makineleri üretirken onlar Tanrının rızasını kazanmak için ibadete yönelmekte ve dindar bir nesil yetiştirmek için tarikatlara ve cemaatlere tam gaz destek vermektedirler.
Gerçekte Arap ülkelerini bu hale getiren emperyalizmden başkası değildir. Sovyet tehdidine karşı Arap ülkelerini laiklikten uzaklaşmasını bizzat emperyalizm teşvik etmiştir. Laik toplumlarda komünizmin yeşereceğini düşünen ABD ve Avrupalı strateji uzmanları kendi hükümetlerine Müslüman dünyada anti laik hareketlerin özendirilmesini önermişlerdir. Bu öneriye kulak veren batılı hükümetler laik Müslüman ülkelerde dini hareketlerin kurulmasına hız vermişlerdir. Nitekim Afganistan, Pakistan, İran, Yemen ve Türkiye’nin yanı sıra Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun diğer Müslüman toplumları çeşitli operasyonlarla sağa kaydırılmıştır. 1980’li yılların ortalarında Anavatan hükümeti 163. Maddeyi kaldırarak şeriat propagandasını suç olmaktan çıkarmıştır. Sonrasında diğer sağ hükümetler bu yolda ilerlemiştir. Ne var ki ABD, Sovyetlerin çözülüşünden sonra bu örgütlerin bir kısmıyla köprüleri attı. Böyle olunca bir zamanlar emperyalizmin yedeğinde iş tutan dinci yapılar bu kez silahları efendilerine çevirdiler. Buna Filistin’de Hamas, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Afganistan’da Taliban ve El Kaide örnekleri verilebilir. ABD bu örgütlerden sadece Gülen Cemaatine dokunmamıştır. Çünkü Gülen Cemaatinin rakibi yine bir dinci partiydi ve ABD birini tercih etmek durumundaydı. İki güç karşı karşıya geldiğinde Ak Parti Türk ordusunun desteğiyle Gülen Cemaatini (FETÖ) tasfiye etmeyi başardı. O tarihten itibaren Ak Parti-ABD ilişkileri limoni seyretmektedir. Bugün emperyalizm bir zamanlar yarattığı canavara karşı savaş başlatmış bulunmaktadır ki bunlardan birçoğunu tasfiye etmeyi başarmıştır. Bu savaşta en büyük ortaklarından biri İsrail’dir.
İsrail faktörü
İsrail yüzyıllara yayılacak devlet olma stratejisiyle ABD’yle derin bir iş birliğine girmiştir. Başka bir deyimle İsrail kaderini ABD’yle birleştirmiştir. Kendisine düşmanlık yapma potansiyeli taşıyan ülkeleri yıkmak istemektedir. Irak, Libya ve Suriye’nin vurulması, Yemen’in Suudilerin himayesine sokulmak istenmesi doğrudan bununla ilgilidir. Hizbullah eksenli Lübnan’ın ve molla liderlikli İran’ın etkisiz hale getirilmesi önemli hedeflerinden biridir. Burada kritik soru şudur: Bu savaşı kim kazanacak?
Bu savaşı hava hakimiyeti ve güçlü deniz ve kara orduları, başka bir ülkede operasyon yapma yeteneği, füzeleri, siber saldırı teknolojisi ve çelik şemsiyeleri olanlar kazanacaktır. Şu bir gerçek ki İsrail bütün bu alanları başarılı bir şekilde kullanmaktadır.
Dünyanın en büyük kütüphanesi olarak kabul edilen Bağdat Kütüphanesinin Moğollarca yağmalanması ve Endülüs medeniyetinin Avrupalılarca yıkılmasından sonra kendini toparlayamayan Arap toplumları bugün en karanlık dönemini yaşamaktadır. 15. Yüzyılda Avrupa bilimle buluşurken, Arap dünyası aklı ve mantığı önceleyen El Mutezile anlayışını haklamakla meşguldü. Bilimi ve bilimsel çalışma yapanları zındıklıkla suçlayan dönemin egemenleri yüzyıllar sürecek bir karanlıktan içeri adım atmakta olduklarının farkında değillerdi. Avrupa bu çağda bilimsel ve sanatsal faaliyetlerle mesai harcarken Arap dünyası tasavvufu özendirme amaçlı çalışmalarla hemhal oluyordu. Ne gariptir ki bugün Türkiye’yi yöneten iktidar fen liselerinin üç katı kadar imam hatip lisesi açmakla övünmektedir. Bu iktidar hangi kafanın yönlendirmesiyle bunu yapmaktadır bilinmez ama arap ülkeleri içinde cumhuriyeti ve çağdaşlığı seçmesiyle bilinen bir devleti geri götürmek için mevcut hükümet elinden geleni yapmaktadır. Türkiye’de bunlar yapılıyorken varın diğer Müslüman ülkeleri siz düşünün. İslam ülkeleri içinde parlayan laik Türkiye’nin ışığı söndürülmektedir. Türkiye toplumunun laik, çağdaş, ilerici yönü korunmalıdır. Türkiye’nin ışığı söndürüldüğünde ne Gazze’nin ne Lübnan’ın ne İran’ın ne de diğer ülkelerin kazanması mümkün değildir.
Sovyetler birliği çözüldüğünden bu yana yer kürede adaletsizlik, haksızlık ve ölümler katlanarak artmıştır. Adaleti yeniden tesis etmek, savaşları durdurmak ve dünyanın daha iyi bir yere evrilmesi için var gücümüzle mücadele etmekten başka bir seçenek yoktur. Güneş bir gün yeniden doğacak sonsuz inançla…