İnsanın insana yaptığı ve “insanca” yaptığı (Hayvan işkence yapmaz) en uç davranış biçimidir işkence.
İnsan normalde empati kuran bir canlıdır. Peki bir işkenceci ile empati kurabilir miyiz?
Bizler de birer potansiyel işkenceci miyiz?
Neye, kime işkence yapılırsa doğru olur da kime yapılırsa yanlış olur?
Bu konuda objektif olabilmek isterdim fakat mükemmel insanı oynamak bu çağda gerçekleri saklamaktan başka bir şey değildir.
Burada işkenceciye hak vermek veya işkenceyi masum göstermek gibi bir niyetim yok aslında.
Hepimiz biliriz ve/veya bilmeliyiz ki işkence insanlık suçudur. Hani beylik laflar vardır, işkence toplumu sindirmek, korkutmak ve travmatik sonuçlar yaratmak için yapılır. Gerçekten işkence bu amaçlar için kullanılmıştır ve kullanılmaya da devam etmektedir.
İşkence, insanlık tarihinin acı bir gerçeğidir. Türkiye’de işkence dendiğinde, devletin polis, asker ve muhalefet karşıtı militan gençlerin, solcu gençlere her dönemde kişilik imhası için özel yerlerde uyguladığı ve zaman zaman mahkemelere, kitaplara konu olan olaylar gelir akla.
Tabii bu işkenceye çok dar bir çerçeveden bakmak olur.
Geçmiş kültürlerde, kralların, beylerin, konteslerin, Hristiyanlıkta engizisyon, İslam’da ellerinde sopalarla dolaşan namus bekçileri, Yahudilikte haham zulmü gibi birçok tarihi olayı bu kapsamda sıralayabiliriz.
Oysa bizim önce işkence kelimesinin içini doldurmamız gerekiyor.
İnsanın sevdiğinin ilgisizliği, patronun işçisine davranışı, askerde emir komuta zinciri, öğretmenin okulda cezalandırma yöntemi hepsi bir işkence yöntemi olarak görünebilir, bilinçli ya da bilinçsiz fiziki ya da psikolojik olabilir.
Hepsinin temeline inersek karşımıza hep aynı duygu çıkıyor. Acı çekmek ya da çektirmek!
Acı temel olduğuna göre, işkenceyi yapan kişi ya da sistemin bir amacı olmalı bir şey elde etmek – buna bilgi diyelim- fakat işkenceci bilgiyi alsa da durmuyor, işkence sistematik olarak devam ediyor.
Demek ki sadece bilgi almak amaç değil. Peki, o zaman bir insana acı vermenin temelinde gerçekte ne yatar?
Bilim adamlarının fareler üzerinde ki deneyleri de bir tür işkencedir. Hem de entelektüel, insancıl, Hipokrat yeminli doktor ve bilim adamları yapar bu deneyleri. Kurbanlar için olduğu kadar, işkence yapanların da bu psikolojik duruma ne kadar dayanabilir olduğu konusunda istatistik raporlar hazırlar ve iktidara sunarlar. Yani işkence tek boyutlu olarak işkence gören ve bunu uygulayan arasında geçmez aslında. Buna biraz daha üst seviyede bakarsak, iktidarda bulunan liderler ya da yardakçıları ” niye cop kullanalım ki taş gibi gençlerimiz var” diyerek fantezisini dillendirmiş olur.
Fantezi demişken, işkenceci beyinlerin hastalıklı fantezilerini burada sıralamak istemiyorum fakat insanlık tarihinde öyle korkunç işkenceler yapılmıştır ki bunlar bir kitabı doldurur. Bu durum aslında, insanın nasıl hala bu kadar ilkel kalabildiğinin de en güzel göstergesidir.
Latin Amerika’da Şili örneğini verirsek; tarihte Şili’de, öyle sıradan işkenceler aşılmış durumdadır ve yeni metotlar denenir. Devrimci, sosyalist, demokrat insan o kadar çok ki işkence alanları yetmez, futbol sahalarında işkence yapılmaya başlanır. Bu işkenceler yanında cezaevlerinde insan koyacak yer kalmıyor. Alınan bir diktatör kararıyla devrimciler, guruplar halinde kargo uçaklarına bindiriliyor ve hepsi uyuşturucu verilerek uyuşturulup, okyanusun köpek balıklarının çok olduğu yerlerinde akıntıya atılıyor. Böylelikle yeni geleceklere, işkence yapılacak yeni insanlara yer açılıyor.
Şimdi, işkence neden yapılır sorusundan devam edelim;
İnsanın direncini kırmak ve insanlığını unutturmak, korkutarak biat kültürü sağlamak için yapılan sistematik bir uygulamadır işkence.
Amerika’da ( diğer ülkelerde de mevcut) bu konu bilimsel olarak üretilip, sömürge ülkelere servis edilir.
12 Eylül öncesi Demirel Hükümeti polis kadrolarından seçilmiş bir gurup insanı resmi olarak “Sorgulama Teknikleri Geliştirme “adı altında Amerika’ya yolladı, bu bir ön çalışmaydı. Gönderilen bu gurup Amerika’dan geldikten sonra ülkede ki birçok polis ve istihbarat elemanına da bu bilgileri aktardı. Öyle eskisi gibi kaba dayaktan ziyade (nedense kaba dayak yine en fazla olanıydı) psikolojik bilgiyle kafayı karıştırmak, soru bombardımana tutmak, biz her şeyi biliyoruz İmajı, arada inceden elektrik küçük dayaklar, en son silkeleyip meyveyi toplamak. Tabi işkencecinin sabrı varsa bunu yapar, yoksa yatır kaldır, falaka, tırnak kırma, birden yoğun elektrik, dayağın dozunu kaçırma ve ölüm tekrar eden rutin işkence olarak devam ederdi.
12 Eylül işkence de başarılı olmuştur.
İşkencenin bilinçaltına mesajı; “sen benim için böcek gibisin, istediğimde seni öldürürüm ve kimse benden hesap soramaz. Yaşarken bunları hatırla ve benden kork.” Bu yüzden onlarca insanın işkence sonrasında devam eden “beni takip ediyorlar yine işkence yapacaklar” paranoyası yaşamları boyunca kaybolmamıştır. Belki basit bir mahkemesi vardır fakat bu korku, onların karakola ve adliyelere gitmelerini dahi engellemiştir.
Bu konuda, yaşamımdan bir anekdot aktarmak isterim;
12 Eylül gelmiş Salihli’de yakalanmıştım. Konya’ya getirilmiş Müteferrika’ya konulmuştum, nezarete girdiğimde adım atacak yer yoktu. Polis ” bu siyasi kimse konuşmasın bununla” diye içeridekilere seslendi. Guruplar halinde herkesten bir ses çıkıyor yeni gelenler merak ediliyordu. Bir kaç kişi bir şeyler sormak istedi cevap vermedim. Bir delikanlıyı kapıyı açıp içeri iteklediler, meraklılar soru sormaya başladı. Dayak atmışlar elleri şişmişti. Filistinli genç bir şey söylemedi herkesten çekinir bir hali vardı. Geldi yanıma oturdu, etrafına garip garip bakıyordu. Birisi seslendi,” yanında oturan siyasi dikkat et” dedi. Siyasi olduğumu anlayınca bana dikkatle baktı.
“Size işkence yapmıyorlar değil mi?” dedi.
“Nereden çıkarttın bunu” diyerek ona doğru yaklaştım.
” Beni geldiğimden beri dövüyorlar da” dedi.
“Anlaşıldı siyasi değilsin, peki suçun ne?”
Filistinli genç utandı söylemek istemedi, belki bizimde tepkimizden korkuyordu.
“Utanılacak bir şey mi suçun söylemek istemiyorsun.”
“Yok, ondan değil” deyip susmak istedi fakat içinden biriken merak onu konuşmaya itti.
” Beni parkta bir kızla öpüşürken aldılar, bir yandan vuruyor bir yandan niye parkta kızla öpüşüyorsun sende diğer gençler gibi siyasetle uğraşsana diyorlardı. “
Güldüm, gülmek iyi geldi bana her şey ne kadar insancaydı. Gülerek dedim ki;
” Bize de işkence yaparlarken niye başka gençler gibi kız peşinde koşmuyorsun da siyaset yapıyorsun diyorlar” dedim
“Yani dayak atmak için sürekli bir mazeret buluyorlar değil mi?” demişti…
Evet, alışılmış olan mekanik olarak tekrarlanan bir durumdu bu. Kim olursan ol, işkencenin amacı kişiyi sindirmekten başka bir şey değildir. Ne sebep bulunduğu da önemli değildir, zira istenen sebep kolayca uydurulabilir.
Savaşlar işkencenin bir üst boyutudur. Devletler kendi halkına bir ders vermek istiyorsa, yönetenler gerekirse kendileri için lokal savaşlar çıkarabilir ve o lokal bölgede aleni olarak tecavüz, işkence, açlık ve sefalet ortamı yaratabilirler. Bu yerel savaşlar, yapılan işkencelerden daha büyük bir travma yaratır. Halk suskunlaşır, en temel insani ihtiyaçlarını karşılamak için bulunan en kötü yönetime bile razı hale getirilir. Travmatik bir toplum burjuvazi için kullanışlı bir toplumdur. Örneğin Amerika, kendisinden çok uzakta ki ülkelere demokrasi getireceğim diye o ülkeleri işgal ederek, Irak’ta olduğu gibi arkasında 2 milyon ölü, yüz binlerce travmatik insan posası bırakabilmektedir. Amerikan düşünce kuruluşu (Think Tank) RAND bu gibi ayarlamaları hemen yapar. Bu kurumun yöneticilerinden Johann Bolton “Dış politika, ulusal savunma, sağlık ve makroekonomi uzmanlarımız var. Herhangi bir kamu politikası alanı düşünün. O alanda mutlaka bir uzmanımız vardır. Kongre’de karar alma mekanizmasındaki kişiler, kuruluşlar, sendikalar ya da fikir üreticileri için araştırma raporları hazırlıyoruz” diyor.
Ayrıca uluslararası darbe, işgal, suikast düzenlenmesi için her türlü güce sahip olan bu kişiler, hükümete direkt görüş bildirebiliyor ve onlar üzerinde son derece etkililer. Hükümetin politikalarını etkileyebilecek çalışmalar yapan birçok kişi var. Düşünce kuruluşlarına finansman sağlayan birçok kaynak da var. Bu nedenle bu kuruluşlar uluslararası standartlarda maddi destek alıyor. Düşünce kuruluşları anayasanın verdiği haklara dayanarak hükümete “bunu yapsanız daha iyi olur” diyebiliyor.
Yani her ne kadar cop ’un ucunda sana işkence eden bir memur varmış gibi duruyorsa da o cop Amerika’ya kadar uzanıyor.
Aziz Nesin’in çok güzel bir öyküsü vardır, onunla bitirelim.
Fabrikada grev yaptığı için işten atılan ve grev gözcülüğü yaparken milliyetçi grev kırıcıları tarafından dövülen, iş bulamadığı için polis olan vatandaştan ilk görev olarak bir devrimciyi konuşturması istenir.
Polis nezarethaneye girer.
“Adın ne?” diye sorar.
Cevap yok,
İlk önce alttan alır.
Sonra korkutmak ister sürekli sorar,
“Adın ne?”
Cevap yoktur.
Kendi içinde bir işkenceci ruh taşımadığı için şiddet kullanamaz fakat başarısız da görünmek istemez.
Devrimci tek kelime etmez.
O sormaya devam eder “adın ne?” diye,
Yine cevap yoktur.
Bir şey öğrenemeyeceğini anladığında dışarı çıkıp ben başaramadım diyecekken, yeni giydiği ayakkabısının bağcığına basar ve bağcık kopar. “Zaten üç kuruş maaş veriyorlar bir de şimdi bağcık mı alacağım der sinirlenir ve devrimciye bir tokat vurur, kendine şaşırır.”
“Aaa vurdum, vurdum!” der,
Karşıdan bir ses çıkar.
“Artık hep vurursun!”
Sıradan bir insanın işkenceciye dönüşmesi böyle kolay bir şeydir işte.Biz bu işkenceci elleri tutan ve yöneten sistemi bulup çıkarmalıyız ki bu sorunu çözebilelim. Zira bireyler değil sistemin kendisi işkenceci bir organizmadır.