Evrim Neyi Anlatır

Hasan Erol Eroğlu
1.027 views

Evrim bize ne anlatıyor? Evrim denilince ilk anda oldukça karmaşık şeyler akla geliyor. Ancak Oxford sözlüğünde “evrim” kelimesi karşılığı olarak iki tanım veriliyor: ilk tanım; birdenbire olmayan, zaman içinde ve doğal biçimde, kendiliğinden ve sürekli olarak, evre evre olan gelişim, ağır ağır ve kendiliğinden olan niteliksel ve niceliksel değişme süreci ve ikinci tanım da biyolojik anlamda, bir canlıyı ötekilerden ayrımlı duruma getiren biçimsel ve yapısal özelliklerin gelişmesi yolunda geçirilen bir dizi değişme olayı. TDK ise” evrim” sözcüğünün karşılığı olarak; zaman içinde birdenbire olmayan, kesintisiz, niteliksel ve niceliksel gelişme süreci ifadesini kullanıyor. Biyolojik açıdan ise; bir canlıyı ötekilerden ayırt eden biçimsel ve yapısal karakterlerin gelişmesi yolunda geçirilen bir dizi değişme olayı, tekâmül ifadesini kullanıyor. Aslında bütün bir yazıda anlatmak istediklerim bu ifadelerde gizli. Oxford sözlüğündeki ilk tanımlama maddesinin yazarını veya yayın kurulunu gerçekten tebrik etmek gerekir. İzninizle bu ifadeyi yeniden yazmak istiyorum; birdenbire olmayan, zaman içinde ve doğal biçimde, kendiliğinden ve sürekli olarak, evre evre olan gelişim, ağır ağır ve kendiliğinden olan niteliksel ve niceliksel değişme süreci.
Evrim sözcüğü ile ilgili uzun uzun bir etimolojik tartışmaya girmeden, kelimenin kökeni olan “evolutio” ile “evolution” sözcüklerinin de oldukça farklılık gösterdiğini, kelimenin günümüzde kullanılan anlamıyla oldukça yeni olduğunu hatırlamamız gerekir. Kelimenin günümüzdeki anlamıyla kullanımı yaklaşık iki yüzyıllık bir süreci içermektedir. Ülkemizde ise kelime nerdeyse sadece yüzyıldan beri kullanılmaktadır.
Lanetli sözcüklerden biri olan “evrim”, komünizm ve ateizm gibi birbiri peşi sıra kullanılan sözcüklerden daha çarpıcı bir geçmişe sahip bence. Komünist, ateist sözcükleri genellikle bir hakaret sıfatı olarak kullanılırken evrim daha farklı bir değere sahip. Bu değer nereden kaynaklanıyor? Farklılığın kökeninde ne yatıyor?
Ülkemiz açısından baktığımızda bir inanç meselesi olarak görülen evrim, aslında tüm canlılık bilimlerinin büyük ölçüde ana motoru niteliğinde bir kavramdır. Sorulurken bile “evrime inanıyor musunuz?” denilirken bilimsel bir kavramın nasıl olup da bir inanç nesnesi haline geldiğine de şaşırmamak mümkün değil. Aslında bunun altında yatan bir gerçeklik olduğunu açıkça ortaya koymakta yarar var. Evrim, ne anlatıyor başlıklı bu kısa yazıda “evrim” kavramının zorunlu olarak bize düşündürdüklerinden bahsetmek istiyorum. Başlangıçtaki tanıma dönersek, sanırım söylemek istediklerimi daha açık bir şekilde anlatabilirim.
İnsan kendi kısa yaşamında, çevresindeki değişiklikleri algılayabilecek kadar uzun süre yaşayabildiğinde gerek coğrafyada gerekse yaşam alanlarında oluşan farklılıkları çok rahatlıkla gözlemleyebiliyor aslında. Bu değişiklikler ile birlikte canlı türlerinde oluşan değişikliklerde rahatlıkla gözlemlenebilir. Eğer yaşamımız daha uzun olsaydı bu değişiklikleri çok daha belirgin olarak görebilirdik. Son iki yüzyılda pek çok canlı türünün ortadan kayboluşunun gözlemlenebilmesi bile evrim açısından çok önemli bir bulgudur.
Bir başka önemli gözlemde, canlılık ve çevre ilişkisinin yanı sıra canlılar arasında basit gözlemle algılayabileceğimiz yakın ilişkidir. Canlılar arasında ki bu yakın ilişki doğal olarak canlılığın kökeni konusunda bizi ortak bazı noktalar olduğu saptamasına götürür. Yüzlerce yıldır benzer gözlemler farklı kültürlerden insanların dikkatini çekmiş ve bu gözlemler bir şekilde dile getirilmiştir. Uzun süre sadece bitkiler ve hayvanlar gözlemlenebilirken, geçtiğimiz yüzyıl içinde tek hücreli canlılarda gözlem alanımıza girmiş ve daha devrimsel bir değişiklik olarak tüm bu canlıların “el kitabı” niteliğindeki genetik materyalleri de inceleme ve gözlem alanımıza girmiştir. Genetik materyallerin incelenmesi ile bu el kitaplarının benzerlikleri, farklılıkları ve tarihsel süreçleri çok rahatlıkla anlaşılabilir olmuştur. Akşamları ana haber bültenlerinde insanların sanki çok olağan bir gelişme gibi “virüs mutasyonu” kavramını değerlendirmeleri ve bunu hayatın sıradan bir gelişmesi gibi algılamaları inanılmaz bir değişimi göstermektedir. Bu insanların büyük çoğunluğunun canlılığın değişimi ve evrim konusunda basit formal bir eğitim bile almadığını düşünecek olursak, bu değişimin ne kadar şaşırtıcı olduğunu anlayabiliriz.
Hayat, içinde yaşadığımız çevre, o çevre içinde yaşayan canlılar değişiyor ama nasıl, ama neyin etkisiyle, ama kimin sayesinde? Evet, bu amaların sayısını artırabiliriz, yanıtlarıysa bizi aynı yere götürür. Yanıtların bizi götüreceği yer bu işin nasıl başladığı sorusunun cevabı olacaktır. Yazılı tarihin bilebildiğimiz, izleyebildiğimiz başlangıç noktalarından ve yazılı olmayan tarihin elimizde olan ve gözlemleyebildiğimiz kanıtlarından yola çıkarak bu soruların yanıtı çoğu zaman bizi bir yaratana veya yaratanlara götürür. Tek tanrılı dinlerin benzer mitleri, bu yaratılış sürecini ele almış ve bir kısmı bunu ayrıntılandırmıştır. Bir kısmı ise kabaca benzer öykülere dayandırmıştır. Süreç içinde tek hücreli canlıların varlığının anlaşılması ve mikroorganizmaların öğrenilmesi ile birlikte bazı şüpheler oluşsa da muhtemelen bu tür canlıların yaşama etkisi boyutlarından dolayı görmezden gelinmiştir. Ancak büyük salgın zamanlarında kitlesel etkilerin ortaya çıkması ve günlük yaşam üzerinde oluşan etkiler nedeniyle süreç yeniden sorgulanmış fakat teknolojik olanakların yetersizliği ve bilimsel verilerin eksikliği nedeniyle bir sonuç alınamamıştır. 18. Yüzyıl ve aydınlanma ile birlikte önce jeoloji ve ardından canlılık bilimlerinde büyük bir gelişim sağlanmış ve üzerinde yaşadığımız gezegenin sürekli bir değişim içinde olduğu görüşü giderek daha fazla kanıtlanabilir hale gelmiştir. Gezegen sürekli bir değişim sürecinde iken canlılığında bu süreçten etkilendiği, paleontolojideki gelişmelerle her geçen gün daha açık bir şekilde ortaya koyulmaya başlandı. Sanayi devrimi ile birlikte bilimsel gelişimin ivmelenmesi ilk defa canlıların değişebildiği, bazı türlerin yok olduğu ve bazı yeni türlerin ortaya çıktığı görüşleri açıkça ifade edilebilir hale geldi.
Bütün bu tarihsel sürecin doruk noktası Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni” kitabı oldu. Darwin gayet basitçe yaşamın ortak bir atadan köken aldığını, zaman içinde değişen çevre koşulları ile birlikte canlılığın çeşitlendiğini, canlı türlerinin de bu değişimin etkisi ile değiştiğini, bazılarının kaybolduğunu ve bazı yeni türlerin ortaya çıktığını ifade etti. Bu değişim üreme ve çevre koşullarının neden olduğu doğal seçilim sayesinde kendiliğinden gerçekleşiyordu ve herhangi bir amacı yoktu. Her canlı öncelikle varlığını sürdürmeye çalışıyor ve üreme sayesinde soyunu devam ettirerek zaman içinde varlığını sürdürebiliyordu. Bu süreçlerin hepsi doğal yollarla ve kendiliğinden gerçekleşiyordu. Gereken tek şey bu değişimin oluşabilmesi için yeterli bir zaman dilimi idi, değişim yavaş ancak sürekliydi. Çevre değiştiği sürece bu değişimde kendiliğinden gerçekleşiyor ve bazı türler bu değişime değişerek uyum sağlarken ve varlıklarını sürdürürken bazı türlerde yeterli uyumu sağlayamıyor ve yok oluyordu. Başlangıçtaki tanımı neden bu kadar önemsediğimi umarım yeterince açık anlatabilmişimdir! “Birdenbire olmayan, zaman içinde ve doğal biçimde, kendiliğinden ve sürekli olarak, evre evre olan gelişim, ağır ağır ve kendiliğinden olan niteliksel ve niceliksel değişme süreci.”
Küresel salgın sayesinde yukarıda anlatmaya çalıştığım bu süreci hepimiz yakından izleyerek yaşadık. Nasıl ortaya çıktığı tam anlaşılamayan (ister laboratuvar yapımı olsun ister doğal yollarla ortaya çıkmış olsun) bir virüs daha önce konak olarak kullanmadığı bir canlı türünü yani insanı konak olarak kullanarak çoğalmaya başladı ve Çin’in bir eyaletinden çok kısa sürede tüm dünyaya yayılma olanağını buldu. Konaktan konağa geçen virüsler genetik materyallerini kopyalayarak çoğalırken bu kopyalama işlemi sırasında oluşan farklılıklar nedeni ile yani mutasyonlar sayesinde yeni konağı insan topluluklarında yayılma olanağını sürdürebildi. Bu sürecin yaklaşık 2-4 yıl daha süreceğini tahmin edebiliriz. Bir virüsün genetik materyalinde üreme sırasında oluşun kopyalama hataları nedeniyle farklı yetenekler kazanabilmesini hepimiz izledik ve gözledik. Mutasyon artık günlük yaşamımızın sıradan bir kavramı haline geldi. Bu değişimin kendiliğinden ve bir amaç gütmeden oluştuğunu da gözlemleyebilme şansını elde ettik. Bu aslında toplumsal eğitim açısından inanılmaz bir süreç. Buraya kadar her şey anlaşılabilir aslında peki ters olan nedir? Herkes bu süreci doğal ve olması gereken bir süreç olarak algılarken neden evrim kavramına hala direnç devam ediyor. Nedeni elbette büyük ölçüde ideolojik ve inançla ilgili.
Tek hücreli bir canlının değişim süreci tüm dünya tarafından yakından izlenebilirken insan ve onun evrimi gündeme gelince işler tamamen değişiyor ve evrim kavramı ile ilgili asıl tartışma hemen gün yüzüne çıkıyor. Bilim insanları açısından simbiyotik bir organizma olan insanın diğer canlılardan bir farkı yok aslında. İnsan, ister tek hücreli ister çok hücreli olsun tüm canlılık formları gibi bir genetik materyal ve onun kopyalanması ile yaşamını sürdürüyor ve çoğalıyor. Yapısı açısından pek çok canlı formundan belirgin farkları olsa da temel mekanizmalar açısından hiçbir farkı yok insanın. Ruhu ve bilinci itirazlarını duyuyorum ama çok sayıda canlı formunun da ruhunun ve bilincinin olduğuna dair elimizde çok ve yeterli kanıt var. Modern sentez dediğimiz evrim kavramı ile ilgili 1930‘lardan sonra ortaya çıkan ve genetik materyalin somut biçimde incelenmesi ile desteklenen evrim teorisi, tüm canlılık bilimlerinin en temel kavramsal dayanağı aslında. Öylesine yaşamımızın içine girmiş ki bu kavramsal yapı onu silmek ve yok saymak olanaksız aslında. Modern tıbbi yaklaşımlarımız, pek çok teknolojik uygulamalarımız, kavramsal olarak içinde yaşadığımız büyük evrenin algılanması ile ilgili elde ettiğimiz yeni bilgilere dayanıyor büyük ölçüde. Tüm doğa bilimleri artık bu eksende gelişiyor ve yapılanıyor. Ancak insan ve onun var oluşu gündeme geldiğinde bugüne kadar elde ettiğimiz tüm bu devasa bilgi birikimimizi bir kenara itmekten hiç çekinmiyoruz. Bu bakış açısı elbette bilimsel değil ideolojik ve inanca dayalı. Her ne kadar insanın var oluşu ile ilgili bizim tür olarak diğer canlılardan farklı var oluşumuzu ortaya koyacak bir kanıt ortaya konmamış olsa da Charles Darwin’in utangaç bir şekilde dile getirdiği insanın maymunlarla ortak bir atadan türediği hipotezi günümüzde yeterince kanıtlanmış görünüyor; yaşayan tüm canlı türleri arasında genetik olarak bize en yakın tür şempanzeler. Genetik materyallerimiz %98’den biraz fazla birbirinin aynısı. Kuyruksuz maymunlarla yani goriller, orangutanlar, bonobo maymunları ve şempanzeler ile bundan yaklaşık 7-7,5 milyon yıl öncesine kadar ortak atalara sahiptik. Bu bilimsel bulgu neden rahatsız edici olarak görülüyor ve tüm evrim teorisinin karşıtlığı ile ortaya çıkıyor?
İnsanın göklerdeki kutsal yerinden indirilmesi ve sıradan bir maymun gibi basit bir canlı olarak ifade edilmesi ideolojik ve dinsel açıdan katlanılamaz bir süreci ortaya çıkardığı için bu karşıtlık inatla savunuluyor. Vatikan’ın evrim savunucularından özür dilemesi ve kavramsal olarak evrimi bilimsel bir gerçek olarak kabul etmesi bile bana göre zorunluluk nedeniyle topluma yapılmış mahcup ve arkasında durulmayan bir açıklama aslında.
Bundan sonraki yazılarımızda tüm bu süreci çok daha kapsamlı olarak ele almaya çalışacağız. Umarım evrim hem kavram olarak hem de içerik ve etkileri açısından daha anlaşılır ve tartışılabilir olacak. Evrim karşıtlığının, bilimsel düşüncenin toplumsal yaşamda etkisinin az olduğu otokratik ve baskıcı düzenlerde hala düşünce dünyasında kendine geniş bir yer bulduğunu ve bu düzenlerin sürmesi açısından önemli bir katkı sağladığını hatırlamakta yarar var. Özgür düşünce, emeğin özgürlüğü, insanın kavramsal olarak özgürleşmesi, toplumsal eşitlik gibi kavramlar, içinde yaşadığımız tüketim toplumlarının ana motoru olan kapitalist düzen açısından şiddetle karşı çıkılması ve mücadele edilmesi gereken, ideolojik mücadele mevzileri olarak görülüyor. Evrim karşıtlığı da en önemli mevzilerden birisi.