Küçük yaşlardan itibaren kitaba ve okumaya meraklıydım. Kendime küçük bir kütüphane kurmuştum. Çocukluğumun geçtiği Kuzguncuk’ta aile büyüklerimden birini kandırarak onları Beyazıt’a Sahaflar Çarşısı’na götürür, biriktirdiğim harçlıklarla kitap, dergi daha doğrusu ne bulursam almaya çalışırdım. Büyüklerimin söylediğine göre benim bu merakım okuma yazma bilmediğim yıllarda başlamış, aldığım dergileri büyüklerime okutur, resimlerine bakarmışım…
Günlerden bir gün Kuzguncuk vapur iskelesinin yanındaki gazete bayine gitmiş nelerin yayınlandığına bakıyordum. Gözüme birden bir hikâye kitabı takıldı, gösterişli bir kapağı vardı. Sabahattin Ali’yi ve yazmış olduğu Sırça Köşk’ü ilk defa böylece tanımış oldum. Hikâyelerden oluşan bu kitabın ana hikâyesi olan Sırça Köşk küçük yaşta olmama rağmen beni etkilemişti.
Türk edebiyatında kendine özgü bir yeri olan, yaşamı mücadele içerisinde geçen Sabahattin Ali kısacık ömrüne pek çok şeyi sığdırabilen, inancı uğruna hunharca öldürülen, yıllar sonra değeri anlaşılan ve hakkında onlarca eser yazılan bir edebiyatçıydı.
Sırça Köşk hikâyesinde üç kafadarın büyük bir şehre gelmeleri, orada saf insanlar tarafından karşılanmaları geçimlerini onların sırtından sağlamaları anlatılır.
Üç kafadar geldikleri şehirde nasıl yaşayacaklarını düşünürlerken içlerinden birinin aklına bir fikir gelmiş: “Gelin benimle beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım, ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde, rahat yaşar gideriz” demiş.
Geldikleri yerde herkes çalışır, elinden geleni yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarlarmış. Tarlalarda, dükkânlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, mallarını başkalarıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz, uşaksız, ömürlerini sürdürürlermiş… Gündelik işlerini görmekten, geçimlerini sağlamaktan başka bir şey düşünmezlermiş. Aralarından seçtikleri de nizamı sağlayıp, hemşerilerine yardım etmekten başka bir şey yapmaz, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.
Üç arkadaş, etrafta gördükleri insanlara sizin sırça köşkünüz yok mu diye sormaya başlamışlar. Onlarda “O da neymiş” diye hayretle sormaya başlayınca:
-Aman yarabbi daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim, demişler. Gün geçmiş şehir halkını bir meraktır almış ve sormuşlar:
-Canım neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse biz de yaparız demişler ama düşünmeden de geri kalmamışlar. Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun. Mademki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber bizde sırça köşkü yapalım, demişler.
Yabancıların elebaşısı:
-Olmaz… Olmaz… Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil… Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan bir şehre gidelim.
O şehrin insanları oturup hesap kitap yapmışlar ve hemen işe koyulmuşlar. Bizimkiler de köşkün mimarlığını üstlenmiş. Sonunda köşk yapılmış ve içine de yerleştikten sonra:
-İşte sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama ileride o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamlara dağıtın, biz işimize bakarız.
Halk artık sırça köşkümüz var diye sevinmiş, kendi yediğinden, içtiğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Aradan biraz zaman geçince sırça köşkten bir emir çıkmış;
-Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize hem hizmete bakanlara dar geliyor.
İkinci kat da tamam olunca üç ahbap oraya da halk arasından kendi işlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmiş. Onlar da ekmek elden su gölden yaşamanın tadını çıkarmaya başlamışlar. Böylece sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, köşke girmeyi başaranlar bir daha oradan çıkmak istememişler. Bir alay insan orada yaşamaya başlamış…
Sırça Köşktekilerden yine bir ses yükselmiş:
-Ey millet birçok şey verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu sırça köşkü sonunda elde ettiniz. Onun bu azameti ve parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, beş davar nedir ki?
Biz sizin şanınız şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz. Bakın bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın.
Sırça köşkün hizmetkârları koyunların kellelerini halka dağıtmaya başlamış. Ancak kelleyi alanlardan biri hayretle bakmış, içerisinden beynini almışlar demiş.
Bir başkası da dili de yok demiş…
Sırça Köşkün yöneticisi “Beyni ne yapacaksınız pişirmesini bilmezsiniz, dilin de size lüzumu yok.” Demiş…
Biri daha bağırmış bu kellenin gözleri de yok…
Köşkten cevap gelmiş;
-Gözü ne yapacaksınız siz bakmasını da bilmezsiniz.
Bu sırada beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleler halkın ellerinde dağılmak üzereyken, birinin canına tak etmiş ve elindeki kelleyi köşke fırlatmış, onu diğerleri izlemiş. Sırça köşk bir anda tuzla buz olup çökmüş, yıkılmış, içindekiler cam kırıkları altında kalmış, yalnızca birkaç kişi kurtulabilmiş.
Sabahattin Ali kıssadan hisse bu masalı şöyle sonlandırmış:
“Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak, eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederken, şu nasihati vermeyi unutmazlarmış:
“Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayın. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.”
Küçük yaşta beni etkileyen Sırça Köşk’e bakıyorum da yazarın ileriyi nasıl görebildiğine şaşıyorum. Sanki değişen hiçbir şey olmamış, sırça köşkler çeşitli ülkelerde içerisinde yaşayanlarla birlikte peş peşe yükselmiş. O zamanlar ezilenlerin paraları cama, betona yatırılmış…
Sabahattin hikâyesinde son noktayı koymaktan da kaçınmamış; acı sonu sırça köşktekiler hazırlarmış