ŞİDDET SUÇU MEŞRULAŞTIRILAMAZ!

Runerm Ateş
550 views

KADINA BAKIŞ AÇISI

Türkiye’de son yıllarda artan kadın cinayetlerinde cinsiyetçi dilin etkisi büyük. Toplumda balık hafızalı olanımız çok. Söylenilen onca söz var ki; hatırlatmak istedim.
‘’Kadın ile erkek aynı değildir, fıtrata aykırı.’’
‘’Kadın kahkaha atmayacak, iffetini koruyacak.’’
‘’Kadın mıdır, kız mıdır bilemem.’’
‘’Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek.’’
‘’Evdeki işler yetmiyor mu?’’
‘’Anası ölsün.’’
‘’Kadın çalışarak, fuhuşa hazırlık yapar.’’
‘’Kadının fıtratında köle olmak var.’’
‘’Tecavüze uğrayan kürtaj yaptırmasın.’’
‘’Hamile kadın sokakta dolaşamaz.’’
‘’Kadınlar için tek kariyer annelik.’’
‘’Türk kadını evinin süsüdür.’’



Birileri olmadan önceden de bu ülkede kadının adı vardı ve kadına yöneltilen şiddete karşı bir mücadele veriliyordu. AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in “Bu ülkede AK Parti gelene kadar kadının adı yoktu” sözlerine değinmek istiyorum. AKP  gelene kadar kadının adı yoksa temsiliyeti de yoktu, kadına ne diyorduk sahi? Kadınlar bu  ülkede 1934 yılında elde ettikleri seçme ve seçilme haklarıyla, seçen ve seçilen konumlarındaydı oysa… Artan kadın cinayetleri sayısını mı kastetmek istedi acaba Özlem Zengin? AKP döneminde, kadına yöneltilen şiddet ve ölüm sayıları oldukça artmışken kadın ile başlayan cümleler kuruyoruz. ‘’Kadın’’a yöneltilen şiddet, ‘’kadın’’ cinayetleri gibi cümleler kuruyoruz. Kadın kavramını, aile kavramıyla özdeşleştirip, ele almanın her açıdan problemli bir bakış açısı olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Kadın, doğurmak zorunda değil, biyolojik olarak doğurmasına engel olan bir nedenin olması da gerekmiyor. Kadın, sözcüğüne bakirelik ve annelik olarak bakan bakış açısı hastalıklı bir bakış açısıdır. İki iki daha dört!

SUÇ MEŞRULAŞTIRILAMAZ!

Üniversitelere “neredeyse fuhuş evleri” diyen kişinin bir profesör, akademisyen kimliği olması oldukça üzücü. Öğrencilerine ve verdikleri eğitime bakış açılarının bu yönde olması olsa olsa mide bulandırır. Birilerinin gözünde eğitim yuvaları olmuş, fuhuş yuvaları… Öğrencilere şehvet duyuyorlar mı acaba? Bu benzetmeyi yapanın bir profesör ve akademisyen olması, ülkemizde eğitimin kimler tarafından nasıl yozlaştırıldığını gösterir. Hukukta bu sözlerin ve davranışın karşılığı, ‘’Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılamak.” suçudur. Bizler sapkın akademisyenler istemiyoruz, ortada bir suç varsa suçlular, cezalarını çekmeliler.Görevliler daha toplumdaki bireyler ses çıkarmadan gereğini yapmalı. Olayların bu durumlara gelmesini engellemeliler. Engellenmemesi halinde bir kaotik ortam şüphesiz kaçınılmaz olur.


İstanbul Sözleşmesi şiddeti önlemek için yeterli değil ama şiddetin engellenmesine katkıda sağlayan olumlu bir yanı var ve yadsınamayacak düzeyde. Peki ya İstanbul Sözleşmesi ne? İstanbul Sözleşmesi, şiddetin en baştan önlendiği bir toplum yaratmak, kadınlara ve çocuklara karşı yöneltilen şiddet ve saldırı durumlarında, onları korumak, bir zarar meydana geldiyse cezalandırma süreci yürütmek ve kadınları güçlendirecek politikalar inşa etmek için devlete sorumluluklar veren sözleşme. Sözleşme, şiddet unsurunun, eşitsizlikten kaynaklandığını dile getiriyor. Şiddeti toplumsal bir sorun olarak gören sözleşme, çözüm için toplumsal bir dönüşümü mümkün kılıyor. İstanbul Sözleşmesi 6284 sayılı kanun uygulanmıyor ve kaldırılmak isteniyor. Sorumluluk mu aman ha! ‘’Kimi rahatsız edici meseleler’’ varmış . Çocuk yaşta evliliklerin yasaklanması, LGBTQİ+ bireylere ayrımcılık yasağı, kadına ve çocuklara yöneltilen şiddet unsurlarının, kamu davası olarak görülmesi ve suçun karşılığında yaptırımlar olması gibi durumları rahatsız edici meseleler sınıfına mı koyuyoruz? Yahu hayati konular “Kimi rahatsız edici meseleler” olarak ele alınıp, sorumluluğu atalım üzerinden hamlesi yapılabilir mi?


DÖNÜŞÜM DİLDE BAŞLIYOR
Dilin çok köklü ve toplumun deneyimlerinin bir algılanması olarak ortaya çıkması, dilin bir ideoloji olarak ortaya çıktığını gösteriyor. İktidarlar, dili kontrol altında tutarak, ideolojinin şekillenmesine yön verirler. Dilde oluşan cinsiyetçi kalıplar, toplumu etkiler ve topluma paralel, cinsiyetçi dil kullanımı olarak kendini var eder. Cinsiyetçi, ataerkil bakış açısı, kadının toplumsal alandaki varoluşunu silikleştiren, kadını gölgede bırakan bir noktaya evrilir. Ataerkil ideolojinin karşısında, feminist ideolojinin güçlenerek kendi söylemlerini oluşturması ve eşitlik mücadelesi vermesi gerekir. Her şey, dilde vücut buluyor. Ataerkil bir toplumda erk ve cinsiyetçi söylemlere karşı tutum sergilenip, bu kalıpların yıkılması adına cinsiyet ayrımı gözetmeksizin bir mücadele verebilirsek, toplumun dönüşmesi mümkün kılınabilir. Kadın sözcüğünden rahatsız olan yüksek sayılı bir güruh var. Kadın sözcüğüne bakış açıları, kadını, cinsel bir obje olarak görmeleri ve bu anlamda algı oluşturmalarını gözler önüne seriyor. Kadını, zayıf bir varlık olarak görüyorlar ve bu şekilde göstermek istedikleri için de ‘’bacım, bayan, yenge vb.’’ gibi alt kimlik kalıplarını kullanmaktan vazgeçmiyorlar. ‘’Kadınım.’’ Korkacağım ya da gurur duyacağım bir şey değil. ‘’Ben erkeğim.’’ diyen birinin de korkması, üstünlük sağlaması ya da gurur duyması gereken ekstrem bir durum yok.

Başta ilköğretim kitaplarındaki cinsiyetçi dil olmak üzere ders kitaplarında ve medyanın her alanında kullanılan cinsiyetçi dilin kaldırılması, kullanımının engellenmesi gerekiyor. Ya yandaş kanalların yayınladıkları dizilerde kadına biçtikleri rollere ne demeli? Kadını aşağılayan, zayıf ve korunmaya muhtaç bir varlık gibi gösteren dizilerin yayınlanmasına izin verdikçe şiddetin karşısında değil, şiddeti besleyen tarafta yer alındığını unutmamak gerekir. Kadın yazar, kadın gazeteci, kadın mühendis diyorlar ama erkek gazeteci, erkek yazar, erkek mühendis kalıplarını kullanmıyorlar. Sanki gazeteci, mühendis, yazar olmak erkeğe hasmış da kadınlar bu meslek gruplarına dahil olduğunda ayrıca belirtilmesi gerekiyormuş gibi… Tam unutuyordum TDK’; kadın sözcüğünü, kız olma durumu ve bekaret olarak açıklarken; ‘’erkek sözcüğünü, erkek olma durumu, erkekçe davranış ve yiğitlik’’ olarak açıkladığını ne çabuk unuttuk. Cinsiyetçi mi bu TDK?Kadın ve hak sözcüklerinin bir araya gelerek ‘’kadın hakkı’’ kalıbını oluşturması bile kadınları ötekileştiren bir bakış açısının oluşmasını sağlarken, olaya ‘’kadın hakları değil, erkek hakları değil, eşcinsel hakları değil, insan hakları’’ temelli bakmamız konuya bakış açısından büyük bir ilerleme katetmemize yardımcı olacaktır.


EN BÜYÜK SORUNLARINDAN BİRİ İLETİŞİMSİZLİK

Kendi ahlaki ölçütlerimize uymayan kişilere yöneltilen bir şiddet olduğunda, oh çekerek, destekleyerek belki de susarak şiddeti meşrulaştırıyoruz peki ya bunun kaçımız farkında? Namus kavramını, kadın cinsiyetiyle özdeşleştirip, cinsiyet üzerinden değer yargıları yüklediğimizde en ahlaklı namus bekçisi oluyormuşçasına atıp tutuyor, asıyor, kesiyoruz. Toplumsal dönüşümü mümkün kılan belki de en önemli diyebileceğimiz iki temel alan var ‘’eğitim ve iletişim’’.  Eğitimin de iletişimin de çocukluk döneminde alt yapısı oluşturuluyor. Çocukluk döneminde, sosyal, kişisel ve duygusal yetenek şekillenir, o dönemde çocuğa empati yeteneği ebeveynler ve eğitmenler tarafından öğretilmeli. Çocuk, çocuğu daha o yaşlarda tanımalı, birlikte oyunlar oynayabilmeli, sosyalleşebilmeli. Çünkü onunla arkadaş olup olamayacağını anlaması, kişisel gelişimi için önemli. Kişi tanımlayamadığı varlığa karşı korku besleyebilir. İlerleyen yaşlarda belli hormonal değişikliklerin etkisiyle belli yaşam koşullarının oluşmasıyla çocuk artık birey olur. Karşısındaki bireyi tanımadan eksik bir birey olur. Cinsiyet ayrımı şekillenen kişide, tanımlayamadığı varlığa karşı elde etme içgüdüsü başlar. Ona hükmetmeye, onu metalaştırmaya, onu oyuncağı gibi görmeye başlar. Onu elde edemediği zaman saldırganlık ve zorbalık gibi davranış kalıpları sergileyebilir. Aynı parklarda oyunlar oynayıp, aynı sıralarda oturmadığımız, aynı alanlarda eşit temsiliyet sağlamadığımız sürece bir cinsiyet, ötekini ötekileştirecek ve ona hükmederek, sindirme, silikleştirme politikası uygulayacak.