İstanbullu bir ailenin çocuğu olarak gözlerimi Kuzguncuk’ta dünyaya açmıştım. Yaşamımda nelerle karşılaşacağımı, kimleri tanıyacağımı bilemezdim.Şimdi düşünüyorum da gerçekten şanslıymışım, pek çok ünlüyü tanıdım ama hepsinden önce Nazım Hikmet ile komşu olmak gerçekten bir ayrıcalıkmış…
Nakkaştepe’deki köşkümüzün komşuları arasında, dönemin ünlü aileleri ve kişileri vardı. Ali Fuat Cebesoylar,Ressam Nurullah Berk,Abdülbaki Gölpınarlı, ilk kadınmilletvekillerinden Ferruh Hanım, Dr. Kemal Alp, Albay Cemil Bey ve ilkokul yıllarımda yazdığım ilk yazımı dergisinde yayınlayan gazeteci Mahmut Beyonların başında geliyordu. Nazım Hikmet ise tutuklu olmadığı zamanlarMarko Paşa Konağı’nın yanındaki akrabalarına geliyor ve orada kalıyordu.
Nazım Hikmet’i ilk defa orada görmüştüm. Oldukça iri gövdeli, babacan tavırlı, gözlerinden zekâ fışkıran bir kişiydi. O yıllarda edebiyat yönünü, neler yaşadığını bilmiyordum ama bana çok sevimli gelmişti. Birkaç kez saçlarımı okşadığını hatırlıyorum.
II. Dünya Savaşı’nın olduğu zorlu günlerdi. Akşamları aile bireyleri bir odada toplanır, ajans dinlenir (o zamanlar haberlere ajans denirdi) ve sonra da günün siyasi olaylarını, savaşı tartışırlardı. Siyasetten sonra konudönüp dolaşır komşumuz Nazım Hikmet’e gelirdi. Özellikle şiirlerinden söz edilir, ardından aşklarının dedikodusuna gelinirdi. Yanılmıyorsam aşklarından birisi de Kuzguncukluydu. Bende bir kenarda, onların konuşmalarınınçoğunu anlamasamda dinlerdim. Ne gariptir ki, o yaştaki çocukların bellekleri bir başka oluyor. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen konuşulanların bazılarını bugün bile hatırlıyorum. Yakın tarihlerde yazdığım “Bilinmeyen Yönleriyle Nazım Hikmet” kitabımda onun aşklarını dile getirmiştim. Nazım’ın çabuk âşık olan, sevecen, duygu dolu bir kişiliği vardı.
Üvey oğlu Memet Fuat, onun ölümünden çok sonraları şiirlerinin yayın hakkını bir bankaya devretmişti. Ne benim ne de kitabımı yayınlayan Puslu Yayıncılık’ın bundan haberi yoktu. Hangi yönüyle yazarsanız yazın, Nazım Hikmet denilince onun şiirlerinden alıntı yapmadan geçilemezdi. Bende öyle yapmıştım. Sonra banka bizi mahkemeye verdi. Çok tutulan kitap yayından kaldırıldı. Meğer ben şiirleriyle ilgili telif haklarını bilmediğimden biraz fazla yazmışım.
Garip bir ülkede yaşıyoruz. Hakkında onlarca kitap yazılan, dünyadaki ünlü şairlerden birinin şiirlerini bile tam olarak dile getiremiyorsunuz!
Benim çocukluk ve gençlik yıllarım gerçektenkarmaşık günlerdi. Komünist veya solculuğun lafı bile edilmezdi. Anında mimlenirdiniz, bir anda vatan haini ilan edilirdiniz. Sizleri suçlayanlara sorsanız o sosyolojik veya siyasi kavramların ne olduğunu bile doğru dürüst anlatamazlar! Açıkçası zaten bildiklerini de sanmıyorum…
Nazım da o günlerin siyasi ortamından çok çekmişti. Bir kişinin düşüncesini dile getirmesi bile suçtu.
Boğaziçi’nde ulaşım, geçmiş günlerde denizyoluyla sağlanırdı. Her vapur saatinin belirli yolcuları vardı. Babamda çoğu kez Nazım Hikmet ile aynı vapurda karşılaşırmış ve köprüye kadar sohbet ederek birlikte giderlermiş. Yıllar sonra babam Nazım ile birlikte yolculuk etmesinden ötürü polis tarafından izlendiğini öğrenmiş ve çok gülmüştü.
Nazım Hikmet’in yaşamı sıkıntılı ve çok zorlu geçmiştir. Ancak kendisine yapılan eziyetlere, baskılara rağmen hiçbir zaman yaşama küsmemişti. O zor ve çileli günlerde üretkenliğini sürdürmüş ve yazdıklarıyla ünü her geçen gün biraz daha artmıştı. Oysa onun yerinde bir başkası olsa yaşama küser, kendi kaderine lanet ederdi.
Bugün bile bilinen ve bilinmeyen yönleriyle Nazım’ı yazabilmek hiç de kolay değildir.
Yaşamında değerini takdir edemeyenlerce yasaklı olmuştur. Buna rağmen yılmamış, geçimini sağlayabilmek için imzasını atmadığı yazılar, film senaryoları, tiyatro oyunları yazmıştı.
Günümüzde onu mahkûm edenlerin isimlerini bilen var mı?
Nazım Hikmet’i ise dünya tanıyor.
Nazım’ın yazdıklarını okutmamak için konulan yasaklar bir şey ifade etmemiştir. Baskı altındaki öğrencilik yıllarımızda şiirlerini el altından okur, sonra düşüncelerimizi arkadaşlarımızla paylaşırdık. Nazım’ın yaşadığı yıllarda onu anlayamayanlar, onun dünya görüşünü, ideolojisini hesaba katamayanlar,onu şiddetle ve baskıyla sindirmeye çalışmışlardı.
Nazım hiçbir zaman baskıya, zulme boyun eğecek yaradılışta değildi. Gençlik yıllarında idealist olarak Anadolu’nun yolunu tutmuş, Bolu’daki öğretmenliği sonrasında Kurtuluş Savaşı sırasında Moskova’ya gitmiş ve bu gidiş onun yaşamının dönüm noktası olmuştur. Bu arada Kurtuluş Savaşı’nın en duygusal destanı yine onun tarafından yazılmıştır.
Rus edebiyatını tanıdıktan sonra 1922-1936 yılarında yazdığı şiirlerinde yenilikçi bir arayışa yönelmiş, hececilerin dar kalıplarını kırarak serbest nazmı ortaya koymuştur.
Nazım’ın şiirlerinin yanı sıra aşkları da oldukça renkli geçmiştir. Birçok kadınla ilişkisi olmuş, toplumu hiçe sayarak aşkı doya doya yaşamıştır.
İlk defa 1928 yılında hapishane ile tanışmış, orada bile çeviriler yapmış, tefrikalar ve şiirler yazmıştır. Ne gariptir ki; Onu anlamayanlara karşılık hapishane arkadaşları değerini bilmişlerdir.
Nazım, şairliğinin yanı sıra düz yazılarında, fıkralarında, romanlarında ezilentoplumun karamsarlığını, çilelerini yazarken onların çözümlerini de gözler önüne sermiştir.
Nazım’ın kaderi de Karl Marx ve Engels’den farklı olmamıştır. Ekonomi klasiklerinin önde gelen eserlerinden“DasKapital”i yazan Karl Marx’ın yaşamı yoksulluk, acılar, sıkıntılar ve ölümler içerisinde geçmişti. Yaşamı sefalet içerisinde geçen Karl Marks’ın ömrünü verdiği eseri, ölümünden sonra baş tacı edilmiştir. Bugün Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali’deolduğu gibi…
Nazım Hikmet eğitimli ve entelektüel bir aileden gelmiş olmasına rağmen, ülkesinin içinde bulunduğu yoksulluğu görmüş ve buradan çıkış yolu olarak gördüğü komünizmi seçmiştir. Toplumu şiirleri ve yazılarıyla aydınlatmaya çalışmış, bu yönde yaşamından pek çok ödünler vermiştir. Her zaman merak etmişimdir; Nazım bu günleri görebilmiş olsaydı, Sovyetler Birliği başta olmak üzere dünyadaki komünist ülkelerin çözülüşü hakkında acaba ne düşünürdü? Türkiye’de Komünist ve İşçi partilerinin kurulup seçimlere girdiğini görebilseydi “dünyaya erken mi geldim”dermiydi?
Benim gençliğimde biraz soldan söz etseniz hemen “Moskova’ya Moskova’ya!” denirdi. Şimdilerde insanlar ticaret ve iş yapmak için Rusya’ya gidiyor.
Ne garip çelişki…
Nazım çok sevdiği ülkesinden kaçmak zorunda kalmış ve yaşamının son günlerine kadar Türkiye hasretiyle yanıp tutuşmuştur.
Şiirlerinden birisinde duyduğu vatan hasretini bakın nasıl dile getirmişti:
“Yoldaşlar ölürsem o günden önce yani,
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Tepemde bir de çınar olursa, taş maş da istemez hani…”
Erdem YÜCEL