Başlığa baktığımızda kolay bir eylem gibi görünen bu soru cümlesini biraz açalım ve göründüğü gibi kolay olup olmadığını anlayalım.
Yazar kitaba başlamadan evvel kendi iç dinamiğini tetikleyen bir unsur arar. Aradığı şey suya atılan taş gibi bir dizi dalgalanma yaratmalıdır. O taşın düşüşüyle yazar kahramanını bulur ve etrafında dönmeye başlar. Onunla kurduğu köprü aracılığıyla bağlanma gerçekleşir. Sıra taşın suyun üstünde yarattığı dalgaları ahenkle döndürmeye kalmıştır. Yazar, kahramanını bulmuş, onu şekillendirmeye başlamıştır artık. Uzuvları, duyguları, eylemleri bir araya gelerek mekânda, mekân ise zamanın içerisinde can bulur.
Yazar sorumluluğunu üstlendiği kahramanını öyle bir hâle sokar, olay örgüsünün içine atar ki okuyucu algıları kapsamında kitabı filme çevirir ve zihin ekranında izlemeye koyulur. Burada okuyucu cümlelerin içerisine serpiştirilen duyguları, bilgileri kurduğu empati doğrultusunda kendi benliğine transfer eder.
Bu noktada yazar, sadece bilgi aktarıcısı ise alıcısı yalnızca akıl olacaktır. Ancak içerikte duygu aktarılıyorsa alıcısı kalptir. Bilgi ve duygu harmanlanıp sunuluyorsa senkronizasyon gerçekleşir ve kişi kitabı bütünüyle kabul ederek alır, benliğinde ona yer açar.
Okurun gözünde yaratma gücüne sahip olan yazar – kendine has üslubuyla – edinimlerini duygularıyla sentezleyerek sunuyordur. Bilgi birikiminin derinliği, duygularının yoğunluğu içindeki şevkle birleştiğinde, “Eser” dediğimiz ürün ortaya çıkar. Bunların kimi rafa oturduğu an alıcısının eline düşer, kiminin beklemekten dolayı üstü toz tutar.
Özenerek yaratılan, kalbine ruh üflenen eserler aşkla nakşedildiğinde kitap da yazar da kaygı denilen şeyi kendine dert etmez. Onlar için zaman ve popülarite kavramları önem arz etmiyordur artık. İkisi de yüzünü geleceğe, gözünü tarihe dikmiştir.