Kendimizi anlatabilmek için homurdandığımız çağlar oldukça geride kaldı. Mülkiyetin amentüsü olarak kabul edilen benim celallenmesini o dönemlerde dilimize dolamamız pek olası değildi.
Daha da ötesi, doğanın üzerinden kopardığımız ya da dişlediğimiz bir parçaya benim denmesi tuhaflığın kendisiydi. Çünkü benim diyenin kendisi de doğanın bir parçasıydı.
Bir parçanın, üstünde tutunduğu başka bir parçaya, bu parça benim demesi kadar gülünç bir durum olamazdı.
Hoş o zamanlar şöyle ağız tadıyla güldüğümüzü de pek sanmıyorum. Belki sevinçten tepinmiş olabiliriz.
Bir parçası olduğumuz doğal hayatta, avımızı kaptırmamak için göğsümüzü yumruklamış ve avazımız çıktığı kadar bağırarak karşımızdakini korkutmaya çalışmış olabiliriz.
Doyduğumuzda ise keyfimize diyecek yoktu herhalde. Artan yiyecekler için buzdolabı ya da derin dondurucuya da gerek yoktu. Belki de dondurucu soğukların etkisi olsa gerek. Ya da, oğlum teyzen geçenlerde üç yumurta almıştı, karşı dalda tünüyor, git onu versin sana deme âdeti de yoktu.
Tuhaf sesler çıkardığımız, daldan dala atladığımız, her meyvenin tadına baktığımız o evrede, bu ağaç benim, şu dal ninemden kaldı gibi çığırtkanlık yapma ayrıcalığımız yoktu.
Birkaç yüz binlik evrim sonucunda ateşi bularak ısınmanın yolunu bulmuştuk. Ancak bu ateş benim buluşum diye kimse patent arayışına düşmezdi.
Avcılıkla süren öykümüz içerisinde, şu Mamut babamdan şu Bizon dedemden kaldı deme lüksümüz de yoktu. Daha da ötesi, ne doğuranın babası, ne de doğan bebeğin kendisi, bu benim annem deme şansı bile yoktu.
İki milyon yıl, Homo Erectus olarak yaşayıp, dört yüz bin sene sonra yok olmuşuz. O yüz yıllarda ortalama bir ülke başına yüz Homo düşmekteymiş.
Ülke deyince aklıma geldi. O dönemlerde benim ülkem, benim vatanım, benim hemşerim gibi deyişler de henüz tanımsızlar arasındaydı.
Avlanarak geçimimizi sürdürürken bir öncekinden daha narin Homo Sapienslerle karşılaştık. Teknikleri daha farklı ve birbirlerine aktardıkları sesler daha anlaşılır durumdaydı.
Homo Sapiens insanı, elli bin yıl önce, on bin sayılarında dolaşırken, altı yüz bin metre kareye bir kişi düşmekteydi. ( 600 000 m2 ) Rakamla yazdım ki daha anlaşılır olsun. Yani Irak’ta bir kişi Pakistan’da iki kişi gibi.
Özcesi 90 000 metre yarıçapındaki bir alana bir kişi düştüğü bir dönemden, 90 m2 odalara nasıl sıkıştığımızı bilmemiz gerek. Bu durumu yaratan nedeni araştırdığımızda kimsenin akıl edemeyeceği bir sahiplenme sözcüğüne sahip olduk.
Benimmm!
Homo Sapiens insanı, ilk madeni bulduğunda, kölelik zincirinin ilk halkasını da ayak bileklerine geçirmişti. Benim Kölem!
Bu şaşırma ünlemlerini neden koyduğumu sormayın. Zira benim buluşum.
Bir parçanın diğer parça üzerindeki egemenliği işte böyle başladı. Kölenin efendisi köleyi sahiplenirken, kölenin de sahipleneceği bir şeyler olmalıydı.
Benim Tanrım. Benim tapınağım. Benim mabedim.
Üretilen her yeni meta, işlenen her yeni parça köleliği şekilden şekle sokarken, ateşten sonra en değerli şey bulundu.
Benim Param!
Ardından bunu diğerleri izledi. Benim Evim. Benim Dolabım. Benim Kocam. Benim Çocuğum. Kullan kullanabildiğin kadar.
Bu benim hayatım. Bana karışamazsın.
Bu haykırış hayatın kendisinin olduğunu söyleyenler açısından çok acınası bir kavramdır. Çünkü bu sav aynı anda, kendisinin kendisine ait olduğunu savunmaktadır.
Örneğin adı Umut olan birisinin, umut benimdir demesindeki umutsuz çırpınışı göremediği bir durumdur.
Bu giydirme, Benim rujum. Benim saatim. Benim telefonum deyişiyle gösterilecek yanları ortaya çıkarırken, Benim rüyam, Benim düşüm, benim geleceğim gibi soyut kavramları da sahipleniriz.
Bu benimcilik, Benim burcum, benim dizim, benim falımla devam eder.
Ancak tüm sahiplenme arzumuz, daima hoşlandığımız ve egomuzu tatmin edecek nesnelere yönelmiştir.
Ve hiç kimse, Bu Benim Dışkım, Bu Benim İdrarım. Benim Sümüğüm demeyecektir. Niye senin kusmuğunu ben mi kustum. Sahiplensene. Cık. Olmaz.
Ve hiç kimse sidikli bir donu sallayarak, bu benim diye bağırmayacaktır.
Ve hiçbir kimse ayak tırnağının koleksiyonunu yapıp sergilemeyecektir.
Benim ifadesinin meşru temeli, gurur duyulan takıların sıfatların üst üste yan yana ardı ardına dizilmesidir. Benim takımım, benim şarkım, benim kokum aynı böbürlenmenin farklı çeşididir.
Bunun yanı sıra ölçekte sınır da tanımayız. Benim vatanım. Benim yurdum, benim köyüm gibi. Bunun dışında, benim namusum, şerefim, onurum saplantıları da yüreğimize saplarız. Yetmez. Benim dinim, benim imanım gibi fizik ötesi varsayılanlara da sahip çıkarız.
Benim yüreğim, benim aşkım gibi homurdanmaların da sonu gelmez. Benim Karım. Benim aslan parçam ( bu oğlan çocuğu için ) gibi kan bağı ilişkileri de benim torbasına atarız.
Benim yorganım, benim yatağım, benim maşrapam gibi ev içi benimcilik oyunlarına ise bayılırız. Benim kitabım. Benim resmim. Benim kalem kutum gibi sahiplenmeler kavgalara bile dönüşebilir.
Benim tasarım, benim projem, benim buluşum gibi düşler ise, geçmiş kuşakların bize aktardığı her şeyin üzeriniz çizer. Yok sayar.
Bu Benim Dünyam şarkısındaki benim sahiplenmesi, sahiplenmenin ne kadar hacim kazandırdığını gösterir bize.
Benim spermim, benim yumurtalarım, benim dölüm ifadeleri ise, kozmostan kuantuma kadar, küçüklü büyüklü irili ufaklı her şeye sahip olduğumuzu gösterir.
Benim köpeğim, benim kedim süslemeleri dışında hiç kimseden ve asla bu benim sümüklüböceğim sözünü duyamazsınız.
Benim Gladyatörüm kısmını atlamışız. Ne ise devam edelim.
Benim cennetim ifadesindeki yerleşik sırıtış, ne yazık ki benim cehennemim yakıştırmasında yer almaz.
Benim bilgim, benim tecrübem, benim zekâm övünmesi ardında göremediği şey ise, kendisinin kendisine kattığı şeyi kendisi sanmasıdır.
Benim doktorum. Benim dişçim. Benim avukatım gibi söylemlerle kendimize yakışan her şeyi sahipleniriz de, şu fosseptik çukur ( bok ) temizleyicisi benim diyemeyiz.
Benim psikolojimi bozma. Benim kariyerimi yerle bir ettin. Benim zamanımı nasıl boşa harcarsın.
De de bitmez. Yoruldum bee.
Bu yazı Benim yazım. O kadar.
Öff bee.