2022 Ocak ayında, Puslu Yayıncılık tarafından basılan kitap 384 sayfadan oluşuyor. Kitabın önsözünde de belirtildiği gibi “…Güney olayı hiç bitmediği ve bu halkın sevgili Yılmaz’ı ile olan o garip ve çözümlenemez duygusal ilişkisi tükenmediği için” onun hakkında yazılmaya devam edilecek ve bu kitapla efsane “Çirkin Kral” bir kez daha tüm gerçekliği ile karşımızda.
Okuması son derece keyifli söyleşiler, Yılmaz Güney filmlerinin Atilla Dorsay farkı ile yapılan analizleri ve her zaman merak uyandıran özel yaşamı, kısacası tüm yönleriyle bir Yılmaz Güney tarihi okutuyor bize bu kitap… Bence kitabı daha da özel ve gerekli kılan husus yazarın da gayet yerinde olarak tespit ettiği üzere, genç kuşaklara Yılmaz Güney ve onun sinemasının tüm yönleriyle anlatılması gerekliliğinin, yani bir toplumsal sorumluluğun yerine getirilmesi olmuştur. Puslu Yayıncılık ve Atilla Dorsay bir efsaneyi yine yeniden halkı ile buluşturmuştur.
Kitabın yazarı Atilla Dorsay; Türkiye’nin en önemli ve kıdemli sinema yazarlarındadır. 17 Mart 1939 İzmir doğumludur. Liseyi Galatasaray Lisesinde okumuş ve 1964 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (Mimar Sinan Üniversitesi) Yüksek Mimarlık bölümünden mezun olmuştur. Çeşitli gazetelerde sinema üzerine yazmış, bunu asıl mesleği olarak seçmiştir. 2013 yılında Emek sinemasının yıkılışını protesto etmek için Sabah’ı ve geleneksel basını bırakarak, Kasım 2013’ten itibaren bağımsız bir internet gazetesinde yazılarını yayınlamaktadır. Çeşitli ulusal ve uluslararası festival ve yarışmalarda jüri üyeliği yapan yazar, Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu’nun ilk Türkiye temsilcisidir.
Okuruyla iletişimi son derece kuvvetli olan ve toplumsal hafızayı bireysel hafıza kadar çok önemseyen bir yazardan, Atilla Dorsay’dan Yılmaz Güney’i okumak ayrıca keyif verici ve doyurucu. Ayrıca kitabı samimi ve akıcı kılan önemli bir husus da Yılmaz Güney’in, Atillâ Dorsay’ın kişisel hayatında da önemli bir yere sahip olan bir ‘dost’u olması… Bu dostluktan yola çıkarak, son derece çarpıcı, dolu, yoğun ve çalkantılı bir hayat yaşamış, ömrünün büyük kısmı hapislerde ve sürgünlerde geçen, buna rağmen yılmadan hayallerinin peşinden giderek, azmi ile dünya sinemasında da önemli bir yer edinmiş Yılmaz Güney anlatılıyor biz okurlara ve şu çarpıcı cümlelerle başlıyor kitabına,
İlkelerimden biri de şudur: Bir insanı gerçekten dost bildiysen, hayatına soktuysan ve birçok şeyi onunla paylaştıysan… Artık, o senin ebedi dostun, değişmez yol arkadaşındır ve şu kahpe hayatımız içinde onu hep gözetmek, savunmak, yardımına koşmak, öbür aleme göçmüş ise anısını temiz tutmak senin artık değişmez görevin, bir hayat misyonundur.”
Bu misyonla bize Yılmaz Güney’le ustaca empati kurduruyor ve onun kendi sesinden anlatıyor tüm yaşanmışlıkları, yaşama dair tanıklıkları…
Kitap sekiz bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler- Umut’lu Sinema Yılları, -Bir Hapislikten Öbürüne, – İçerdeki (uzun) Yıllar,- 12 Eylül’e Doğru, -İmralı’da son Konuşma,- Gerçek Olan Film: Yol ve Kaçış,- Öldük Ölümden Bir Şeyler Umarak ve Birkaç Önemli Belge başlıkları altında yer verilen bölümlerinden oluşuyor. Yazar eski baskılara yeni bölümler eklendiğine de işaret ettiği kitabı için, “Yıllar sonra yeniden basıyoruz, ama bu bir ilk kitap olacak: 2000’lere dek gelen… Sonrasını bir ikinci ciltte toplayacağız. Yeter ki siz okurların bu müstesna kadere olan kadere ilgileri tükenmesin…” diyor.
Kitapta, sinemanın “Çirkin Kralı” olarak tanınan ve hem oyunculuğu hem de filmleriyle tüm ezberleri bozan Yılmaz Güney’in kendi cümlelerine sık sık rastlıyoruz ve sanki onunla sohbet ediyor gibi hissediyoruz. Atilla Dorsay’ın usta sanatçımız ile yaptığı söyleşiler kitapta geniş bir şekilde yer alıyor ve büyük bir merakla okunuyor. Dostlarının anlatımından, arkadaşlarını korumak, dostlarının namusunu korumak için çok defa silaha sarıldığı, silah taşımaktan tam yirmi kez karakola düştüğünü okuruz ve tabii daha pek çok çarpıcı anıyı da…
Her zaman insanları etkilemeyi bilmiş, kaldığı hapishanelerde mahkumları örgütlediği için sürekli bir hapishaneden diğerine “sürgün” edilmiş, muhteşem yetenekli bir sanatçımızı bu ülke atmosferi boğmuş, rahat bırakmamış ve maalesef hâkim öldürmek gibi korkunç bir suçla suçlanmasına ve uzun süre hapis yatmasına da neden olmuştur. Bu olay halen tam olarak açıklığı da kavuşmamıştır. Atilla Dorsay, Yılmaz Güney’in bu trajik olaylarla dolu hayatının belgelenmesi konusunda önemli bir kaynak oluşturmuştur bu kitabıyla.
Kitapta, Yılmaz Güney’in çoğunu hapishanede yazdığı, yönettiği filmlerin kapsamlı analizleri, filmlere uygulanan akıl almaz sansür kararlarının içyüzü, Güney’in hayatının acı bir dönüm noktası olan o cinayet, uzun süren hapishane yılları, sonrasında Fransa’ya kaçışı, özellikle Sürü ve Yol filmlerinin dünya çapındaki başarısı, 1984’te gelen ani ölümü ve büyük aşkı… Tüm bunları son derece kapsamlı, belgeli ve tanıklığa dayalı bir anlatımla sunuyor bize Atilla Dorsay. Olayların yaşandığı döneme ait gazete haberlerini de Dorsay’ın o günlerde yazdığı yazılarla kronolojik olarak takip edebiliyoruz.
Kitabın en çarpıcı bölümlerinden biri Atilla Dorsay’ın, İmralı Cezaevi’nde 1980 yılında 12 Eylül darbesinden hemen önce onunla yaptığı ve bu kitap dışında hiçbir yerde bulunmayan uzun söyleşisi…
Yetmişli yıllarda Türk Sinema tarihinde, o güne kadar yapılmış film tarzını ve filmlerin ideolojik yapısını toptan değiştiren, işçi ve emekçi halkın fakir ama onurlu yaşamını sinemaya sokan, filmlerinde toplumsal eşitsizliğe, haksızlığa, adaletsizliğe isyan eden, halka ve onların sorunlarına yönelen Yılmaz Güney, senarist, yönetmen ve yapımcı olarak son derece önemli filmler yapmıştır, yapılmasını sağlamıştır. Filmleri yurt dışında ödüller alırken, kendi ülkesinde yasaklı olmuş yıllarca gösterime girememiştir. Tüm bu yasakçı zihniyete, baskı ve zorlamalara rağmen, hapishane de dahi film yapmayı başarmış, gerçekten hayal edilmesi güç işler yapmış bir koca yürekli “kabadayı” yı tanımak ve onu anlamak için hiç geç değil. Bu kitap tüm ayrıntıları ile Yılmaz Güney ve onun sinemasını, yaşanılan dönem gerçekliği ile genişçe ve akıcı bir kurgu ile anlatmakta.
Kitapta, Türk Sineması hakkında şöyle der Yılmaz Güney;
“Türk Sineması bugün birtakım korsanların elinde. Hâkim sınıfların temsilcileri sinemada hüküm sürüyorlar. Toptan iyi sinema yapma imkânı bu nedenle bugün yok. Ben, boyun eğen adam olmadım ama özlenen bir sinema ancak daha iyi bir düzende yapılabilir. Sinema, devrim kavgasında birikim sağlar. Devrimci güçlere destek olur. Güzel adam, bizim toplumun adamı değildir ağam. Amerikan Sinemasının adamıdır.” Der.
Atilla Dorsay’ın yaptığı, kitapta yer bulmuş Kasım 1970 tarihli bir röportajında da kendisini;
“En kötü sanatçı bile bugün bu düzenin karşısındadır. Kıyaslama yapılırsa ben, solda kalan sanatçıların içindeyim. Devrimci bir sanatçıyım…” diyerek anlatır. Evet o çok yönlü ve gerçek bir sanatçıdır ama her şeyden önce, inandığı ve baş koyduğu değerlerinden ödün vermeden, gerçek düşünce ve kişiliğini saklama gereği duymadan yaşamış gerçek bir devrimcidir.
Yılmaz Güney’in kısa ve kısaltılmış yaşamına sığdırdığı her filmi yani Umut, Vurguncular, Umutsuzlar, Baba, Ağıt, Acı, Hudutların Kanunu, Arkadaş, Endişe, Zavallılar, Bir Gün Mutlaka, Sürü, Düşman, Duvar ve “ölüm toplumsal bir yazgı mı?” diye sordurtan, “insanoğlunun temel sorunlarını bir destana dönüştüren film.” Yol… Tüm bu filmlerin kamera arkası da dahil yaşadıkları süreç, vermek istedikleri fikir son derece doyurucu olarak analiz edilmiş.
Kısaca “bizden biri” Yılmaz Güney, bizi bizi anlatan biri Yılmaz Güney…
Onu bize tekrar anlatan, büyük bir toplumsal sorumluluğu yerine getiren bu usta kaleme Atilla Dorsay’a ve bu eseri yayına sunan Puslu Yayıncılığa çok teşekkür ediyoruz.
Yazının sonunu bu güzel kitabın başlangıcı ile yapmak istiyorum. Kitabın kapağında yer alan cümle ile,
“Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili.”
Ve yazar şöyle bitirir! “Evet, kapak için seçtiğimiz cümle, Yılmaz’ın geride bıraktığı sayısız özdeyişten biri: Sevgili Fatoş’una adadığı cümle ne çok anlam içeriyor… Nasıl bir hüzün, ne tür bir üzgünlük… Ve adına keder denen, herkesin kendine göre yorumladığı o kavramın bir insan için ne denli olduğunu bize hatırlatıyor. Bir kez daha… Ve belki olabilecek en güçlü biçimde… Sanki bir Dostoyevski, bir Shakespeare, bir Fitzgerald anlatısı gibi…”
Keyifli okumalar.