İç Anadolu platosunun kuzey kesiminde yer alan Ankara ve çevresinde yapılan kazılar İ.Ö 30.000-10.000 yıllarına kadar inen bir yerleşime işaret etmektedir. Prehistorik çağlarda başlayan yerleşimi Hitit, Frig, Galat, Pers, Makedonya, Roma, Bizans, Beylikler ve Osmanlı kültürleri izlemiştir.
Ankara yöresi, Hitit ve Frigleri izleyen Roma döneminde, İran’dan Anadolu’ya uzanan “Kral Yolu” üzerinde önemli bir askeri ve idari merkez konumundaydı.
XVI. Yüzyılda Ankara sancağının ticaret ve sosyal yönden gelişmiş, tımar sisteminin uygulandığı önemli bir eyalet konumunda olduğu açıkça görülmüştür. Afyon, Akşehir ve Konya’dan geçerek Halep ve Şam’a ulaşan önemli bir yol yine buradan geçmiştir. Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılmış Anadolu Mufafsal Defterine göre; Ankara sancağında 741 köy, 339 mezra, 113 çiftlik, 21 yaylak, 466 Yörük topluluğu bulunuyormuş.
Ankara erken dönemlerinde, üç kapısı olan bir kale ve gittikçe alçalan bir arazi yapısına sahipti. Bir zamanlar yalnızca kale içerisinde kalan şehir zamanla onun dışına taşınmıştır. Kale çevresine yukarı yüz; bugünkü Anafartalar Caddesinin altında kalan ve Hacı Bayram Camisinden Karacabey külliyesine kadar uzanan kısmına da aşağı yüz denmiştir.
Ankara’yı 1640 tarihinde ziyaret eden Evliya Çelebi de Ankara kalesini, camilerini, medreselerini, hamamlarını şehrin esnafını, tüccarlarını ve yiyecek içecekleri ile sanatlarını ayrıntılı biçimde yazmıştır.
XVI. Yüzyıldan sonra şehirde han, hamam, çarşı ve pazarlar peş peşe kurulmaya başlanmıştır. Pembe Han, Kapan Han, Kurşunlu Han, Hasan Paşa Hanı, Zağfiranca Han, Tuz Hanı, Çengel Han, Bakır Hanı, Atpazarı Çarşısı, Koyunpazarı Çarşısı, Karaoğlan Çarşısı, Debbağhane Pazarı, Kağnı Pazarı, Uzun Çarşı bunların başında gelmiştir. Ayrıca şehirde, Ahi Elvan Camisi, Ahi Yakup Camisi, Alâeddin Camisi, Arslanhane Camisi (Ahi Şerafeddin), Baklacı Baba Camisi, Hacı Bayram Camisi, Karacabey İmaret Camisi, Koyun Pazarı Camisi, Kurşunlu Camisi, Taücüddin Camisi, Zincirli Camisi, Cenabi Ahmet Paşa Camisi ve Karacabey Külliyesi başta olmak üzere Beylikler, Selçuklular ve daha geç dönemlerde yapılmış camiler bulunuyordu.
Osmanlı’nın I.Dünya Savaşını kaybetmesinden sonra Ankara ulusal direnişin ve Kurtuluş Savaşının merkezi olmuştur. I.Dünya Savaşı sırasında çıkan büyük bir yangın eski bir taşra kasabası görünümündeki şehri bütünüyle harap etmiştir. Kurtuluş Savaşının zor koşullarda kazanılmasının ardından, cumhuriyetin kuruluş yıllarında ilkel bir kasaba görünümündeki Ankara’nın perişan görünümünü Atatürk’ün Nutkunun yanı sıra Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Falih Rıfkı Atay, Ayşe Kulin ve Osman Balcıgil gibi yazarlar roman ve incelemelerinde yer vererek, adeta yoktan var edilmiş olan şehrin o günlerini bizlere tanıtmışlardır.
XX. yüzyılın siyasi olayları, savaşları, toplumları olduğu kadar şehirlerin mimarisini de etkilemiş, yeni kurulan devletlerin kimlik arayışları, farklı kültürleri ortaya çıkarmıştır. Yüzyılın ilk yarısında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin başşehri Ankara’nın yeniden yapılanmasında, Almanya ile Avusturya’daki Nazi baskılarından kaçan Yahudi kökenli mimarların büyük payları olmuştur. Kısacası tarihi kimliğinden uzaklaşan, harap bir kasaba görünümünü alan Ankara’nın yeniden kurulmasında onların katkıları hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.
Yeni cumhuriyetin başşehri Ankara’da yeni bir mimari modelin yaratılması, modern bir batı şehrine dönüştürülmesi istenmiştir. Böylece Atatürk’ün önderliğinde şehircilik ve mimaride de Türk mucizesi dünyaya tanıtılmış olacaktı. Ancak bunu yapabilmek öyle kolay değildi; Osmanlının harap olmuş, çökmüş ekonomisi ile bu güç iş nasıl başarılacaktı?
Türkiye Cumhuriyetinin 1923’de kurulmasının ardından Atatürk’ün temel politikasını oluşturan batılılaşma ve modernleşme girişimleri şehir plancılığı ile birlikte mimariye de yeni bir yön vermiştir.
Modern Türkiye’nin simgesi olacak Ankara’nın yeniden kuruluşunda ülkelerini terk etmek zorunda kalan Martin Wagner, BrunoTaut, Martin Elsässer, Clemenns Holzmaister gibi dünya çapında ün yapmış mimarlar; Gustav Oelsner, Ernst Egli, Henrike Jansen gibi şehir planlamacıları; Ernst Reuter gibi yerel yönetim uzmanları ve heykeltıraş Rudolf Belling Türkiye’ye davet edilmişlerdir.
Ankara’nın planlı bir şekilde gelişmesini sağlamak amacıyla 1928 yılında uluslararası bir yarışmani göz önünde bulundurarak; yeşil alanların ağırlıklı olduğu, yüksekliği fazla olmayan konutların yer aldığı pla açılmış ve bu yarışmaya Leiden Üniversitesinden Hermann Jansen, L. Jausseley ve J.Brix katılmışlardır. Yapılan inceleme sonunda Alman şehircilik uzmanı Hermann Jansen’in planı kabul edilmiştir. Hermann Jansen’in Ankara’nın tarihi geçmişinı uygulamaya konulmuştur. Böylece yeni Türkiye’nin modernleşme planını üstlenen H. Jansen Ankara’nın birkaç bölgeye ayrılmasının yerinde olacağını düşünmüştür. Bunlar devlet binalarının bir arada toplandığı, yabancı elçilik ve diplomatik temsilciliklerin, üniversitelerin olduğu yerler ile konut bölgeleriydi. Bozkırın ortasındaki Ankara’yı çepeçevre kuşatacak yeşil kuşak için şehrin ağaçlandırmasına öncelik verilmiştir. H.Jansen Ankara’nın tarihi kalesinin etrafında “Eskişehir” ve “Yenişehir” diye ikiye ayrılmasını öngörmüştür. Eski şehrin dokusuna hemen hiç dokunulmazken, güney yönündeki tarihi özellikleri olmayan evlerin çoğu yeni yapılanmalar için ortadan kaldırılmıştır.
Ernst Egli çalışmalarında modern mimariye öncelik vermiştir. Ankara da görkemli devlet binalarının yardımıyla batı kültürü ile Kemalizm anlayışını birleştirmek istemiş, hepsinden öte yapılarına ulusal kimlik kazandırmıştır.
C.Holzmaister tasarımlarında büyük dikdörtgen orta avlulu veya U biçimli klasik şemalara, simetrik planlara yer vermiştir. Cephe düzenlemeleri ile blokların birleşmeleri özelliklerinin başında gelmektedir. Cumhurbaşkanlığı köşkü ise dönemin modern yapılarına bir örnektir.
Ankara’nın yeniden yapılanması 1927-1935 yıllarını kapsamış, adeta mimari bir mozaik olarak tanımlanmıştır. Çoğunluğu Alman kökenli olan ve ortak bir kültürü kısmen paylaşan yabancı mimarların yapıları birbirlerine benzemiş olsalar bile yine de uyum içerisinde olduklarını söyleyebilmek biraz zordur. Kısa süre sonra yetişen Türk mimarlarından bazıları yapılanların geleneksel mimarimizi yansıtmadığını ileri sürmüşlerdir. Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarisi olarak isimlendirilen bu dönem de Türk mimarların ortaya koyduğu önemli yapıların sayıca daha az olmasının nedenlerinin üzerinde özellikle durulmalıdır.
Cumhuriyetin ilk on beş yılında Türkiye’nin hemen her yerinde değişim rüzgârları eserken halkın büyük çoğunluğu yapılanları coşkuyla karşılamıştır. Böylece savaşlarda yanan, yıkılan şehirlerin imarı eldeki maddi imkânlar doğrultusunda yapılmıştır.