12 Eylül

Nazım Tokşen
1.263 views

12 Eylül 1980 darbesinde 650.000 den fazla kişi gözaltına alındı. 98.404 kişi örgüt üyesi olarak yargılandı. 517 kişiye idam cezası verildi. 50’si infaz edildi. 299 kişi cezaevinde öldü. 171 kişi işkencede öldü. 95 kişi çatışmada öldü. 16 kişi kaçarken vuruldu ki en şaibeli ölümler kaçarken vurulanlardır.

Dergimizin 12 Eylül özel sayısında, o dönemde yaşananlara bizzat tanıklık etmiş, dönemi yaşamış kişilerle yapılan röportajlara ve anılara yer verilmiştir. Dönemin tanıkları yaşadıkları insanlık dışı muamelelerin vücutlarında ve ruhlarında bıraktığı onulmaz izlerle yaşamaya çalışırken, darbeciler ve işkenceciler yargılanmadan hayatlarına devam ettiler.

Dönemin önemli isimlerden Hanefi Avcı’ya ulaştık ve kendisi ile görüşme talebimizi ilettik ise de röportaj isteğimiz bir polemiğe dönüştü. Bize göndermiş olduğu metni yayınlayabilirsiniz diyerek iletti. Ancak, ilettiği metin de 12 Eylül’e dair bir açıklama yok. Tarafımıza ilettiği metinde, yazdığı kitaplar ve yapmış olduğu operasyonları anlattığından, bu yazısını yayınlamama kararı aldık. Kendisine ilettiğim soruları ise şimdilik cevapsız bıraktı.

Nazım Tokşen

Anılarda Yaşayanlar – İlhan

12 Eylül arifesinde, Konya’da yaşadığım dönemde çocukluk arkadaşım olan Mehmet Tokşen’le ilgili bir anımı paylaşmak isterim sizinle dostlar. Bizim yaşadığımız mahalle Konya merkez Pirebi Mahallesiydi. Çocuk Esirgeme Kurumu ve Çocuk Yuvası bizim mahallemizdeydi. Bizim okuyup bitirdiğimiz Mevlâna Ortaokulunun da hemen bitişiğindeydi. O donemde bizim mahallemizde ve civarında çoğunlukla demokrat aileler oturmaktaydı.  Bu genellemenin Konya şartları için olduğunu da hatırlatmamda yarar var elbette.

Neyse gelelim anlatacağım olaya; o donem Çocuk Esirgeme Kurumunda (bundan sonra kurum diye bahsedeceğim) devrimci bir örgütlenme gelişmişti. Yıl 1977-78 arası bu arada. Tabi bu da Kurumu faşistlerin hedefi haline getirmişti. Sürekli olarak Kurumu basıyorlar ve baskı uygulamaya çalışıyorlardı. Bu arada Yuva Müdürlüğü de yan taraftaydı. Faşistler basınca yuvada kalan 7-8 yaşlarındaki çocuklar en yakında bulunan bizim mahalleye gelip faşistler Kurumu bastı diye haber verirlerdi.  Bizde o an kim varsa hep beraber koşturarak yardıma giderdik.  Yine bu anlardan birinde Tokşen’le arkadaşlar arasında (sol Mehmet veya Kürt Mehmet diye lakabı vardı) beraber kuruma yardıma gittik. O anda orada bulunan arkadaşlarla (yaklaşık 10-12 kişi) olay yerine varınca genellikle kurumda bulunan devrimcilerle birleşip beraber hareket ederdik. Faşistler biz gelince makine vardır (ki yoktu) korkusuyla kaçmaya başlarlardı. O gün Tokşen oraya varınca bana faşistlerin önünü kesmek amacıyla “gel biz bu taraftan gidelim” dedi. Düşünmeden peşine takıldım. ‘L’ şeklinde olan bir sokağa doğru yöneldik ve L sokağın köşesinden döner dönmez faşistlerin asıl kitlesiyle karşılaştık. Bir anda taş yağmuru altında kaldık. Hemen geri köşeyi döndük. O da ne! Meğer 10-12 kişilik bir faşist grupta bizim arkamıza takılmış. O arada öbür taraftan üstümüze yağmur gibi taş yağıyor.  Bir ara boşluk oldu, Tokşen” hadi birader” dedi ve faşistlerin attığı taşlardan en büyüğünü seçip solak olan eliyle düzgün doğrusal bir yörüngeyle (yani dümdüz yere paralel olarak) bize doğru azgınca koşturarak gelen en öndeki faşistin alnına yapıştırdı. Faşist o darbeyle yere yapıştı ve ortalık bir anda kan gölü oldu. Bunu gören faşist güruh frene basıp kan korkusuyla geri kaçmaya başladı. Bizde Tokşen’le onların attığı taşları toplayıp 40-50 kişilik güruhun peşine düştük. Arkamızda da bizi kovalayan 10-12 kişilik bir faşist var bu arada. Velhasıl duruma diğer devrimci arkadaşlar müdahale edince biz kurtulduk. Faşistler kaçtı. Tokşen’in taşı bizim hayatımızı kurtardı.

Tokşen’in o günkü cesareti takdire şayandı. Felaket anında hızlıca alınan bir kararın hayata geçmesini pratikte görmüş olduk. Eğer o taş faşistin alnında patlamasaydı o an ne halde olurduk tahayyül bile edemiyorum. Yaklaşık 50-60 kişilik bir faşist güruhun arasında kalacaktık ve o ‘L’ sokak bize tam bir kapan olacaktı. Tokşen’in cesareti ve ikimizin faşist grubu arkamıza takıp kovalamamız tam bir cesaret örneğiydi. Biz hiçbir zaman 50 kişiyle iki kişiye saldırmadık ama 2 kişiyle 50 faşisti önümüze katıp kovalamışlığımız vardır. Çocukluk arkadaşım Mehmet Tokşen’le dev sol saflarında beraber geçirdiğimiz yıllar belki de hayatımızın en anlamlı yıllarıydı…

12 Eylül & Kum Torbası

Mekân: Ne önemi var ki!Mustafa Angın

Emniyet binasının alt katında akıldışı bir izdiham yaşanmaktadır. Kamyonlardan dipçikle indirilen tutsaklar, tek sıra halinde parmaklıklara itilmektedir.    

Ancak izdiham, aşırı kalabalık ya da yığılma anlamına gelmemeli. Diğer yandan olanları anlatabilmek için yalnızca bir tanık yeterli değildir. Örneğin bir kadın bile, gebe bir kadının bebeği üzerine inen dipçik darbesini asla tanımlayamaz. Ya da aynı şiddette vurulan iki yumruk, genç birisi üzerine hissedilir acı bıraksa bile, yaşlı birisini öldürebilir.

Bu yüzden demir parmaklıklar ve hücrelere sokulan 240 kişinin yaşadıkları teker teker anlatılabilmeli ki, toplam acının nasıl çıldırma noktasına ulaştığını görebilelim.

Bir metre kareye ayakta ya da yere çömelmiş olarak 4 kişi sığmak zorundadır. Bu zorunluluk dipçik, kauçuk cop ve askeri botların tekmeleriyle sağlanır.

Ancak sayısal olarak sıkışıklığı anlatabilmeyi yine kofluk olarak görmekteyiz. Çünkü anlatılan yalnızca metre kareye sıkışmış insan sayısı değildir. Hücrelerde yalnızca genç erkekler var iken, parmaklıklar arasında her tür insan vardır.

Kadınlar vardır. Gebeler vardır. Aybaşı sancısı tutanlar vardır. İlaç kullanması gerekenler, kalbi delik olanlar vardır. Yüksek tansiyonu olanlar, böbrek yetmezliği olanlar vardır. Bundan daha ötesi karnında ikizi olan vardır. Bundan da beteri, evde bırakılmış bebesi olanlar vardır. Bundan da beteri, bebeğini yanında getiren ve emzirmek zorunda kalan anneler vardır.

Kaba dayak, psikolojik işkence tekniklerine henüz gelmedik, önce mekân ve detayları anlatalım istedik.

Ancak burada her şey, planlandığı ve beklendiği şekilde gelişmez. Bileşik kaplar yasası, plandan tasarımdan anlamaz. Bir yere uygulanacak basıncın dışarı taşması kaçınılmazdır.

Bebelerin ağlaması, sancısı olanların kıvranması, ilaç alması gerekenlerin çığlığı, kakasını ve çişini altına salanlar, havaya karışan ağır bok ve idrar kokusu, kusanlar, bayılanlar ve tüm bunların dışında, tuvaletin taşarak koridor ve parmaklıkların bulunduğu bölümün boka bulaşması kaçınılmazdır.

Teğmen çıldırasıya bağırmaktadır.

“Yangın kovalarını getirin. Çeşmeye hortum takın. Pisliklerini temizletin şu komünistlere. İtiraz edenin beynini patlatın.”

Sevgi, gözleri bağlı çene hizasına kadar bir mermer masanın üzerinde yüzükoyun yatmaktadır. Elleri ve ayakları kenardaki mandallara bağlıdır. Çırılçıplak olduğunu söylememize gerek yok.

Sorgu timi iki kişidir. Kod adı Tilki olan, tutsağın kafa hizasında yere diz çöker. Göz bağını aşağı indirir. Karga adlı sorgu timi ayaktadır. Avucunun içini yalayarak parmaklarını kızın popo aralığına sokar. Pantolonunun kemerini gevşetir. Tilkiden uyarı gelir.

“Acele etme Karga. Belki bugün yeni bir gündür. Kızımız öter. Silahların yerini söyler.”

Avucunda tuttuğu sigarayı kibritle tutuşturur. Derin bir nefes çektikten sonra, sigarayı ona uzatır.

“Bir nefes al istersen militan.” Sevgi evet anlamında başını eğer.

“Bak gördün mü demiştim sana karga.” Karga şaşkınlıkla elini geri çeker.

Militanın dördüncü günde gevşeyebileceğini tahmin etmemiştir. Belli belirsiz tebessümle sigarayı onun dudakları arasına bırakır.

Sevgi tüm sigarayı dişleriyle ağzının içine çekerken sorgu timi şaşkınlıkla onu seyreder. Sevgi yanan sigarayı dişleri arasında söndürür tütünü ezer. Tilki işkenceden acı duymaması için kızın tütünü yutacağını sanır. Sevgi mermer tezgâhtan kafasını kaldırabildiği ölçüde sorgu timine gülümser. Tilki yere oturmuş tuhafça onu izlemektedir. Sevgi ağzındaki tütünü iyice ezdikten sonra tüm hıncıyla sorgu timinin yüzüne tükürür.

Tilki “kahretsin” diyerek ayağa doğrulur. Yüzünü siler. Kızın saçlarından tutarak kafasını bir miktar kaldırır ve diziyle kızın suratına birkaç kez vurur. Pantolonuna damlayan kanla daha da sinirlenir. Karga yanına gelir.

“Adın Tilki ama çaylaktan farkın yok. Sana demiştim. Ama bir kez daha denetelim diye tutturdun. Gördün mü bak. Bunlar komünisttir. İnsanlıktan nasibini almamıştır. Göreceğiz bakalım ne kadar dirençlisin militan bozuntusu.”

Karga biraz uzaklaşır. Sevgi onun yalnızca diz kapaklarına kadar olan kısmını görmektedir. Karga elindekilerle birlikte Sevgi’nin yanına varır.

  “Şimdi beni iyi dinle komünist bozuntusu. Şu elimde bir kum torbası var.” Kum torbasını hissetsin diye bir karışlık mesafeden çıplak sırtının üzerine bırakır.

“Şu elimde de bir çekiç var. Bunlar ne işe yarayacak diye beyinsiz beynini yorma. Şu mermer masadan kaktığında şu olacak. Bu kum torbasını sırtına, tam ciğerlerinin üzerine koyacağım. Hissediyor musun?” Kum torbasını bastırır.

“Sonrasında elimdeki şu küçük çekiçle kum torbası üzerine ritmik bir şekilde vuracağım.” Çekici tutsağın çıplak baldırında birkaç kez dener.

“Bu kum torbasının görevi sırtında iz bırakmamak içindir. Çünkü buradan çıktığında rapor bile alsan sağlam gözükeceksin.” Kızın kulağının yanına kadar eğilir.

“Daha sonra ritimli 32 vuruş yapacağım. Kaygılanma hemen ölmeyeceksin. Sonra seni salıvereceğiz.” Bir süre susar.

“Ne o, sevindin mi?” Kahkahalarla ayağa doğrulur. Yeniden sokulur. Fısıltı halinde konuşmaya devam eder.

“20 Gün sonra ağzından sızıntı halinde kan gelecek. Ancak doktora bile gitmiş olsan fayda vermeyecek. Otuzuncu gün kan gelmesi sıklaşacak. 40. Günlerde artık halüsinasyon görmeye başlayacak ve sık sık bayılacaksın.”

“Altmışıncı güne varmadan nefes alman zorlanacak. Çünkü bu ritmik darbe, önce epitel dokuyu yırtacak, sonrasında ise ciğerlerine bağlı lifli bağ dokularını. Ardından ise her öksürdüğünde bronş boruların sökülecek ve kan kusarak öleceksin.”

Tutsağı psikolojik olarak teslim almanın ilk adımıdır bu. Bir adım sonrası ise gerçek uygulama başlayacaktır.

Kadının saçlarından tutarak başını yukarı kaldırır.

“Haydi, şimdi sıra sende kancık militan. Söyle bakalım silahları nereye zulaladınız?”

Tutsaktan ses çıkmayınca hızla saçlarını bırakır. Kadının çenesi mermer tezgâha çarpar. Sevgi’nin dudağı patlar.

Tilki iki eliyle tutsağın ensesine bastırır. İyi duydun mu bizi. Öt şimdi. Silahları nereye sakladınız?” Karga tezgâhın yanına varır. Bedeninin altından tutsağın memelerini avuçlar. Biraz oynaştıktan sonra meme uçlarını parmakları arasında ezmeye başlar. Sevgi dişleriyle patlamış dudağını ısırır.

Tilki hırsını alamamıştır, kızın gırtlağına sarılır. Karga Tilkiye bakınır. Kız, dört gündür kendilerine vakit kaybettirmektedir. Ancak Tilki kendini kaybetmek üzeredir. Omuzundan tutarak onu geri çeker.

 “Yeter Tilki. Boğacaksın bacımızı. Belki düşünmeye ihtiyacı vardır. Bırak, az soluklansın, Bak göreceksin. Söyleyecek şimdi silahları nereye sakladığını.” Aslında her hareketleri, önceden eğitimi verilmiş bir oyunun parçalarıdır. Tilki sigara yakmak için biraz uzaklaşır. Duvar dibinden bekleyen onbaşı ve askerleri süzer. Sigara paketini çıkarır. 

Karga kod adlı sorgu tim, kızın başı hizasına kadar eğilir. Fısıltı halinde kızın kulağına seslenir.

“Haydi bacım. De diyeceğinide, sen de kurtul bizi de kurtar.”

Sevgi, uzun uzun öksürerek nefes almaya çalışır. Karga hemen el ve ayak mandallarını gevşetir. Kızı önce yan çevirir, sonra koltuk altlarından tutarak kıç üstü oturmasını sağlar.  Hemen onun göz bağını bağlar ve kızın iki kolunu arkaya büker.

“Hadi bacım. De artık. Hem silahlı örgüte üyesin hem de silahımız yok diyorsun. Bana yalan söylüyorsun demiyorum. Söyleyeceksin elbette. Ama sizler okumuş insanlarsınız.”

Sevginin kollarını bırakır. Mermer tezgâhın yanına kıçını vererek oturur. Bir elini kızın bacak arasına koyar. Tilki sigara dumanını üfleyerek yanına gelir. Sorgu timi ona sus işareti yaparak devam eder.

“Nerde kalmıştım. Haa. Siz yüksekokul okuyorsunuz. Az mantıklı ol.  Hem silahlı örgüte üye ol hem silahsız ol. Olmaz öyle şey. Size bir dolu atış eğitimi vermişlerdir. Öyle değil mi? Ama sen ne diyorsun.”

Sevgi onun konuşmasındaki nefesi takip eder. Öksürükten sonra ağzına toplanmış tüm balgamı bu kez Karganın suratına püskürtür. Karga hışımla doğrulur.

“Allah belanı versin kaltak.” Suratında akan salyayı yıkamak için koşar adım uzaklaşır. Tilki beş adım gerisinde hazır ol da bekleyen onbaşıyı yanına çağırır. Asker topuk selamıyla yanına varır.

“Emredin komutanım.”

“Şu din düşmanının kollarını hemen bağlayın.” Onbaşı iki askere el eder. Sevgi’yi sırt üstü bağlarlar. Asker geri çekilirken Tilki bağırır.

“Daha emrim bitmedi asker.”

Bu bile kendilerine verilen eğitimin bir parçasıdır. Onbaşı sanki suç işlemiş de affedilmeyi bekler gibi avazı çıktığı kadar bağırır.

“Emredin komutanım.”

“Bu işin böyle tatlı dille olmayacağı açık. Asker şimdi aşağıya in. Mavi berelilerden üç er kap gel. Hepsi de doğulu olsun. Onlar beyaz kadından hoşlanırlar. Bu kancığı önden arkadan, kan gelene kadar siksinler. Kan gelmezse ben sizi.” Küfrederek sorgu salonundan ayrılır.

70 gün sonrası

Sevgi, bahçedeki yavru kediyi severken, burnundan damlayan kan parmaklarına dökülür. Yere çöker. Göğe başını kaldırır. Gökyüzü kan kırmızısıdır. Başını çimenlere dayar. Kedi karnına sığınır. Ağzından sızan kan toprağa düşer. Elini kedinin karnına koyar, gözlerini yumar.

Söyleşi(Röportaj)

İsminiz nedir?

Necmettin Demirkaya

1980 İhtilali döneminde gözaltına alındınız. Göz altı süresi ne kadardı?

Yaklaşık 90 gün sürdü. İlk gözaltı süresi 45 gündür fakat işkenceciler ek 45 gün daha süre alarak bu gözaltı süresini 90 güne çıkarttılar.

Bu süreçte işkence gördünüz mü?

Evet, mesaili işkence gördüm.

Mesaili işkence nedir?

Sabah saat 8 de başlardı. Akşam 17 ye kadar devam ederdi. Mesai bitince işkenceciler evine giderdi. Yaklaşık 90 gün böyle geçti.

İşkence yöntemleri nelerdi?

Genellikle falaka, filistin askısı ve kaba dayak vardı. İşkenceciler saatlerce yüzüme yumruk atıyorlardı. Bir süre sonra bayılıyordum. İşkenceden sonra yemek getirirlerdi ama o yemeği yemek imkansızdır çünkü çenenizi hareket ettiremezsiniz. İşkenceciler bir nevi alay ediyorlardı. İnsanlık onurunun ayaklar altına alındığı bir yerdi.

İşkencecileri tanıyor musunuz?

Kaldığım cezaevinde dönemin en bilindik ismi olan Esat Oktay atandı. İlk defa elektronik copu o zaman gördüm. Askerlere de o coplardan verdi. Geldiği gün sabaha kadar mahkumları yani bizi dövdürdü. O gün sabaha kadar askerler dayak attı. Bütün geceyi dayak yiyerek geçirdi insanlar. Esat Oktay gittiği her yerde zalimliğini gösterirdi. Bu onun için sıradan bir şeydi.

Hiç unutamadığınız bir olay?

Birgün üst düzey komutanlar nezarethaneyi ziyarete geldiler. Ben de karşımda Milli Güvenlik hocamı gördüm. Ticaret Lisesinde okuduğum dönemde benim hocamdı. Kendisi yüzüme bir kere bakabildi. Sonra kafasını yere eğdi bir daha bakamadı bana. Yüzüm tamamen şişti. Ellerim, kollarım, ayaklarım her yerim şişmiş ve morarmıştı. Bana dedi ki geçeçek, bütün bu yaşananların hepsi geçecek dedi. Samimiyetini ve üzüntüsünü yüzünde gördüm. Ona hocam demek istedim ama diyemedim o an tam diyecektim dışarıya doğru yöneldi ve gitti…

12 Eylül Ülkenin Kara YazgısıHayati Uçar

Niğde cezaevinden çıkalı altı gün olmuştu.  Altı gün kısa bir zaman bir hafta bile değil. Oysa bu altı günde birçok şey yaşanmıştı. Niğde cezaevine gelişimiz başlı başına bir olaydı. Kısaca anlatmak gerekirse; Konya kapalı cezaevinde çıkan bir yangın sonucunda bizim koğuş olduğu gibi ellerimiz ikişer kişi kelepçelenerek Niğde kapalı cezaevine marşlar söyleyerek gelmiştik.

Niğde cezaevi kale gibi yapılmış eski bir cezaeviydi. Bahçede taşlar yürümekten aşınmıştı. THKO, THKPC, TİKKO örgütlerinin lider kadroları buradaydı ve yine birçok devrimci de burada tutuluyordu. Devlet burayı bilinçli seçmişti. Deniz, Yusuf, Hüseyin, Mahir, Sinan, İbrahim Kaypakkaya öldürüldükten sonra hareketlerin lider kadroları seçilmiş ve bu cezaevinde tutuluyordu. THKO-TDKP davasından yargılandığımız için bize yer hazırladılar fakat birkaç yatak eksik kaldı. En küçükleri ben olduğum dan beni kurtuluş koğuşuna gönderdiler, öyle uzak bir yer değil karşı koğuştu.

Eşyalarımı koğuşa getirdiğimde biri karşıladı beni Ertuğrul Kürkçü’ydü o. Karşımda Kızıldere Katliamından kalan devrim tarihinin önemli isimlerinden biri duruyordu.

“Hoş geldin Hayati “dedi.

Bana yatacağım yeri gösterdi hemen yan ranzaydı. Baş ucunda Lenin’in gençlik resmi asılıydı.

Sevinmiştim. Niğde cezaevinde öğreneceğimiz çok şey vardı, öğrendik de… Koğuş komün sorumlumuz Aydın Çubukçu, her akşam sosyalizm üzerine konuşmalar yapar diğer gençlerinde neler bildiğine bakar, tartışılacak konular yaratırdı. Kütüphanemiz çok genişti. Türkiye’de çıkan dergiler ve kitaplarla arkalı önlü doluydu.

Sonra kendi koğuşuma geçtim. Cezaevi eski olduğundan tavanları çok yüksekti, yataklar demirlerle üç kat kaynakla tutturulmuş, yan tarafa merdiven yapılmış ranzalardan oluşuyordu. Her ranzanın başında lamba vardı, ışıklar söndüğünde yan perdeleri çekip kitap okuyabiliyordun.

Günler okumak, araştırmak ve tartışmayla geçiyordu. Burası bizim için okuldu, dışarıda eylemle geçen günlerimiz bizi bu olanaktan yoksun bırakıyordu. Akşamları duvarlara yazı yazmak, polislerle kovalamaca, öğlen kalfa ve çıraklara sendika muhalefeti anlatmak, pullama afiş, akşama doğru okul çıkarmalarında çatışmak, akşam gece ikiye kadar hazırlık yine çeşitli bildirileri posta kutularına atmak ve sabahlamaktı hayatımız. Bazen üç gün uyumazdık dördüncü gün posamız çıkardı.

Üç ay geçmişti. Biz avluda maçlar yâda voleybol oynayarak vücut sağlığını korumaya çalışsakta cezaevinin yan tarafında çimento fabrikasından çıkan duman cezaevinin üstünden geçiyor, toz halinde avlulara yağıyordu.

Maltada volta atarken hoparlör de birkaç arkadaşın ismi okundu.  Ziyaret sandık fakat isimler okunmaya devam etti. Benim adım da okundu. Gardiyanın biri

“Eşyalarınızı toplayın müdüriyete gelin” diye bağırdı.

Aylar geçmişti hala örgüt olarak yargılandığımız mahkemeye çıkamamıştık. Herhalde bize mahkeme gününü söyleyecekler ya da başka bir cezaevine sürgün edilecektik. Hiç birimizin aklında tahliye olmak yoktu. Mahkeme bizi Anayasa’ nın 146/1 maddesinden yargılıyordu yani idam…

Erdal Eren’ de Ankara’da aynı davadan yargılanıyordu, mektupları gelirdi Niğde cezaevine. Ne bilelim 12 Eylül Darbecilerinin daha reşit olmayan arkadaşımızı darbeden dört ay sonra asacağını. Erdal asıldığında bu sefer ben Konya Askeri Cezaevinde, tutukluların darbeci işkence odalarından çıkıp genel yaşam haline dönmeye çalıştığı koğuşlarından birindeydim.

Biz yine Niğde’de tahliye günümüze dönelim. Müdürün odasında müdürle beraber iki kişi daha vardı. Birimiz içeri giriyoruz, sorgudan geçiriliyoruz dışarı çıkıyoruz diğeri giriyor. Gece on ikiye kadar bu işlem sürdü hala bir şey bilmiyorduk.

Müdür gardiyanlara işaret verdi.

“Tahliye” deyip bizi gece yarısı ıssız cezaevinin önüne bırakıp arkamızdan kapıyı kapattılar.

Hepimiz toptan imhamı edilecektik aklımıza gelmedi değil.

Bazı arkadaşlar Ankara’ ya gitmek için ayrıldılar. Beş arkadaş ne yapalım derken bir arkadaşın babası araç kiralamış kapı önünde bekliyordu.

Araca sıkıştık yola çıktık, Murat 124 marka bir taksiydi.  Daha çok fazla yol almamıştık ki araç yoldan çıktı, bizi şarampole attı. Adana- Konya ayrımında aracı kaldırarak yola koyduk ve tekrar yola çıktık fakat motordan ses geliyordu. Şoför motora bakarken kartele iki adet supap mili düşürdü araba artık yürümüyordu. Gecenin üçünde otostop çekiyorduk. Türkiye’nin o karışık zamanında kimse durmazdı ben olsam bende durmazdım.

Bir arkadaş babasıyla ve taksi şoförüyle kaldı 3 arkadaş otostop çekerken bir kamyon durdu. “Yukarı çıkın” diye bağırdı. Kamyon kasası inekler ve boklarıyla doluydu. Gökyüzünde dolunay vardı asfalt kamyonun altında akıp gidiyordu.

Konya’ya ya yaklaştığımızda polis yolları kesmişti haber edilmişti bizim Konya’ya geleceğimiz. Bizim bindiğimiz araç bekleniyordu bunu sonradan öğrenecektik. Kamyonlar aranmıyordu biz kamyon kasasından daha alt yana oturarak saklanmıştık. Doğal bir dürtüydü bizimkisi polisi görünce saklanmak, engeli kolayca geçtik. Kamyonlar aranmıyordu sabaha doğru Konya merkezine geldik.

Celâl arkadaşımızın istasyondaki her zaman gittiğimiz evine gittik. Kapıda bizi anne babası karşıladı sarmaş dolaş ve sevgi gözyaşlarından sonra güzel bir kahvaltı yaptık. Sabah sokağa çıktığımızda istasyon bölgesi sanki faşist militanların gezi yeriydi izleniyorduk. Akşam otururken bahçeden güçlü bir patlama sesi geldi parça dinamit lokumu atılmıştı, biraz sonra polis araçları geldi. Araçtan inen polisler tanıdık sağcı militan polislerdi. Bizi açık ve net tehdit ediyordu.

“Sizi Konya’da yaşatmayacağız ya terk edeceksiniz ya da sonucuna katlanacaksınız.”

Konya çok değişmişti sağ hükümet Konya ve Kayseri’yi pilot bölge seçmişti. Yani buralar sağ görüşün kalesi olacaktı. Sivil, polis, legal ve illegal her türlü sol olan bölge, kişi ne varsa saldırıyorlardı. Biz nasıl bir aktif çalışma yapabiliriz yeniden sol kitleye nefes aldırabiliriz diye tartışıyor ve radikal eylemler yapabilmek için koşullar yaratmayı planlıyorduk.

Geldiğimiz üçüncü gün yine gece eve silahlı saldırı yapıldı, duvarlara ve camlara gelen mermiler sadece hasar vermişti. O akşam bu evi terk etme kararı verdik, yoksa arkadaşın anne ve babasına bir zarar gelebilirdi. Üçümüzde valizlerimizi alıp çıktık. O aksam İzmir trenine bindim. Salihli ye giderken hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi.

Şimdi baktığımda bireysel mücadele edenlerin hayal kırıklığına şaşırmamak lazımdı. Arkanda güçlü bir örgütün izlerini arasan da bu hayaldi, bunu göremiyordum. Örgüt bizdik bir başka yerde aramaya gerek yoktu, bulunduğun kentte ve bölgede örgütten adamlar gelip eylem yapmıyordu sen ve arkadaşların çatışıyor yaralanıyor hatta ölüyordunuz.

Silahla birçok şeyi başarabileceğimize inanıyorduk, bunu daha önce bir süre başarmıştık. Sonra bir gecede örgüt adına kim varsa hepimizi içeri atmışlardı ve idamla yargılıyorlardı bizi. Şimdi bir tren vagonun da terk ediyordum bu kenti. Salihli’de benim tahliye olduğumu duyan çocukluk arkadaşım İzmir’den yanıma geldi. Seyran tepe denilen piknik alanı olan tepeye çıktık, konuştuk konuştuk akşam oldu. Bulunduğumuz yer tepe olduğundan bütün Salihli’yi seyredebiliyorduk, o kadar çok şey varmış ki anlatacak. Sabahın ilk ışıklarını izliyorduk ve hala konuşuyor şarkılar söylüyorduk

“Haydi istasyondaki lokantadan çorba içelim” dedim.

Tepeden inerken sokaklarda kimsecikler yoktu ana caddeye geldiğimizde bir bekçi çıktı karşımıza.

“Gençler evinize gidin”

“Anlamadım niye gidecekmişim” dedim

“Gidin sonra bana teşekkür edersiniz” dedi.

Şaşırmıştık ne yapalım diye düşünürken.

Kent hoparlörlerinden Kenan Evren’in sesi yankılanıyordu.

“Askeriye yönetime el koymuştur,”

Çok fazla sürmedi tek katlı bir evi kiralık tutmuştum her an polis baskını olabilir diye.

Tahminim hemen gerçekleşti. Bir gece kitap okuyordum, sessiz bir minibüs geçti evin önünden. Kalktım perde aralığından baktım polislerdi az ileriye park ettiler hazırlıklı olduğum için giyiniktim ayakkabılarımı giydim iç avluya çıktım polisler kapıyı vuruyordu, ev sahibi yaşlı bir bayandı.

“Ne oldu Hayati” diye sordu bana.

Dışarıdan

“Açın biz Hayati’nin arkadaşıyız “diye seslendi polis

“Anahtarı almaya gidiyorum de “dedim

Dediğimi yaptı.

“Bir dakika anahtarı almaya gidiyorum “dedi.

Ev yeni evlerin arasına sıkışmış bir bahçeydi.

Çıkış yoktu, iki apartman arasında bir boşluk buldum ellerimi iki duvara bastırarak yukarı ittim sonra ayaklarımı yay gibi gerdim duvarda üç kat çıktım asma sarmıştı damı asmalara tutunup dama çıktım. Çıktığımda avluya polisler girmiş el fenerleriyle avluyu arıyorlardı.

Oradan seyran tepeye çıktım.

Gece soğuktu. Yıkık bir restoran vardı yukarıda, içine girdim. Ateş yakamazdım, sıcak olur diye tabut gibi yatmış bir dolabın içine girdim. Ocak ayı kış ortasında rüzgâr olmasa da ayaz fenaydı. Kız kardeşimin evi hemen yan sokaktaydı.  Tepeden bakarken polislerin o evde de arama yaptığını görmüştüm.

Tepenin arka yüzünden dereye, oradan karşı mahalleye geçip Ahmet adında arkadaşımın evine ulaşmalıydım. O karanlıkta iki saatte aşağıya indim. Öyle bir yoldu ki yanlış bir adım beni uçurumun dibine yollardı.

Ahmet’in evine geldiğimde saat üç olmuştu. Evin arkasından yattığı odanın camını tıklattım. Ahmet uykulu cama çıktı, beni görünce şaşırdı kapıyı açtı. Bir şey sormasın diye “bana bir yorgan ver” dedim. Derken yorganı olduğu yerden alıp kanepeye uzandım. Ahmet’e

“Sabah konuşuruz” dedim.

Islak otlar yüzünden her tarafım ıslanmış, üstüne bir de ayaz gelince fena üşümüştüm. Şimdi yorganın altı sıcacıktı.

Fakat burada kalamazdım, kaçmalıydım ve gerekirse bu ülkeyi terk etmeliydim. Peki, parasız pulsuz bunu nasıl yapacaktım?  Sabah ilk işim bunu planlamak olmalıydı…