1 Mayıs

Mustafa Angın
950 views

Yaşım 23

Bir Mayıs heyecanı evin içini sarmıştı. Üç odalı evde neredeyse aile duymasın diye illegal toplantılar düzenlemeye başlamıştık. Toplantılar derken abim ve ben tabi. Önce sağlam bir yalan bulmak zorundaydık. Arkadaşların evlerinde yirmi otuz gün kaldığımız oluyordu ama telefonla aradıklarında en azından haber alabiliyorlardı. Bunun yanı sıra Bir Mayısın onlar üzerinde tedirgin edici bir özelliği vardı. Kızılcahamam da bir arkadaşın düğününe gitmeye karar verdik. Yalanımız bu idi. Ve yine belli olmasın diye 29 Nisan da evden ayrıldık. Teknik elemanlar derneği TÜTED pankartı altında yürüyüşe katılacaktık

Öğlen sonrası Otobüslere doluştuk. Kırk kişinin aynı anda tek çizgide söylediği marşlar dışında sesi çok güzel olan bir arkadaşımız vardı. Ruhi Su’ya benzer ses tonuyla, bizi İstanbul’a kadar taşıdı. Beni en çok heyecanlandıran yönü, ilk kez İstanbul’a gidecek olmamdı. Otobüsün mola verdiği bir yerde evden getirilen yiyecek sepetleri ortaya döküldü. Çayların aşırı demlenmiş olması nedeniyle sıcak suya bile razıydık.

Yalnız bir handikap vardı. Arkadaşın düğününe gidiyorduk ve evden öylesine bir giyim tarzıyla çıkmamıza izin verilmezdi. Benim üzerimde kadife bir ceket ve kumaş pantolon vardı örneğin.


** Daire içindeki kişi, öykünün yazarı Mustafa Angın’dır.

Otobüs Barbaros Bulvarında durduğunda, ilk kez Ankara simidi dışında bir simitle tanıştık Bayrakları çıkartıp kortej oluşturduk. Taksime çıkış yolumuz Beşiktaş üzerinden olacaktı. Ve deniz tepeden çarşaf gibi gözüküyordu.

Faşizme geçit yok, Yaşasın halkların kardeşliği, Analar doğurur faşistler öldürür, sloganları en üst sıralardaydı.

Bu sloganlar eşliğinde Taksime vardık. İkinci handikap ise, sendikalar tarafından hiç düşünülmemiş olandı. Yerlerde çimlik alanları ayıran 30 santim yüksekliğinde dikenli teller vardı. İlk kurşun atıldığında bir denizde fırtına nasıl patlak verirse,    500 000 insanın savrulması da ona benziyordu. Sonrası fırtınanın devam haliydi.

Birader ( abim ) benden yarım metre geride idi. Arkadan sürüklenen bir basınçla yön tayini olmadan sürükleniyorduk. Önüme o tellerden çıktı. Birader birden tellerin üzerine zıpladı ve teli ayaklarımın dibinde yere yapıştırdı. Yoksa adım atayım da, üzerinden atlayayım gibi bir sonuç olası değildi. Ya da bu yazıyı şu anda kaleme alma şansım olmayacaktı. Bir polis panzerinin devrildiğini gördüm az uzağımda. Bir kadını ezmişti. Sağa sola savrulmalar devam ediyordu. Bir adam gördüm. Bizden yaşça büyük. Göğsünü kafasını yumrukluyordu. Yanına vardık.




On iki yaşlarında bir çocuğu ezilmemek için yerden kaldırdığını anlatıyordu. Keşke yerden almasaydım diye kendini parçalıyordu. Zira çocuk kucağında iken, kafasına bir kurşun değmişti.

Artık küfretmek, en saygın, en onurlu l hareketti. Polis sirenleri, polis panzerleri ve dalgalanarak birbirini ezen insan manzarası, çaresizliğin en açık portresi idi.

Beşiktaş yönünü sorduğumda bana gösterilen yolda, asker üçer beşer gelenleri topluyordu. Dev Genç topluluğu o yöne akın ettiğinde onların arasına katıldım. Asker geri çekilmek zorunda kalmıştı. Deniz kıyısına vardığımızda sanki orada deniz filan yoktu. Ağlayan, tepinen, isyan eden toplu bir öfke vardı. Ve 44 sene geçse de hafızama yapışacak bir olayla karşılaştım. On yedi yaşlarında bir kız kafasını bıraktıkları anda kaldırımlara vuruyor, kendini öldürmek istiyordu. Akşamın alacası düştüğünde hıçkırıklar arasında duyduğumuz olağan üstü bir can yoldaşlığına tanık olacaktık.

Üç Dev Genç militanı, Ankara’da bir kız arkadaşlarını 1Mayıs’a götürmek istiyorlar, yani bizim gibi yalana sığınmıyorlar. Kız gitme taraftarı. Ama ailesi şiddetle karşı çıkıyor. Gençler kızınıza biz kefiliz diyorlar. Devrim adına yemin ediyorlar. Kılına zarar gelmeyecek diyorlar.

Kız hıçkırıklar içinde yere çökmüş, kafasını kolları arasına almış, bağırarak anlatıyor bize bunları. Ve arka arkaya sigara tüttürmeye başlıyor. İlk kez kullanıyor sanırım. Zira sürekli öksürüyor. O da bizim gibi Ankara’dan İstanbul’a gelmiş. İlk ateş açıldığında kızı yere çökerterek üzerlerine kapanıyorlar. Bir genç o anda ölüyor. Oysa bu kızın ne nişanlısı, ne sözlüsü, ne akrabası idi bu gençler. Ancak söz vermişlerdi. Kızınıza biz kefiliz demişlerdi. Kan içinde yerden kalkıyor kız. Diğer çocuklar kim bilir nerede. Çığlık ata ata. Yerlere savrula savrula yola düşüyor. Sahile nasıl geldiğini bilmiyor. Kızı bizim otobüse binmeye razı ediyorum. Çünkü onların otobüsü Tarlabaşı tarafında kalmıştı.

Saat akşam dokuz gibi Barbaros Bulvarına çıkıyoruz. Otobüsler yerli yerinde duruyor. Birader kayıp. 39 kişi çıkmıştık yola. Yirmi kişiyi ne kadar saysak yirmi bir etmiyordu. Zira kayıpları merkeze bildirecektik. Saat on bire doğru sayımız tamamdı. Biraderle kucaklaştık. Ne o dedi. Ceketin sökülmüş senin. O an fark ettim. Ancak ne fark ederdi ki. İnsanlığın söküldüğü bir anda ceket sökülmüş ne ki.

Saat bir gibi Bakanlar Kurulunun olağanüstü toplantısını veriyordu radyo. 35 kişinin öldüğünü de. Demirel’in ağzında yuvarlanan laflar. Öfkeyle koltuklara gömüldük. Ne marş, ne slogan. Resim donmuştu adeta. Sigara içmeyen kimse yok gibiydi.

Bir yoldaş ayağa kalktı. Sol yumruğu havada. Vaktimiz yok ölenlerin yasını tutmaya. Akın var güneşe akın. Gerisini o donmuş suratlar söyledi. Ve her göz, o anda Ruhi Su arkadaşı aradı. Yoktu. Nasıl olurdu. Sayımız tamdı. Yolda benimle gelen kızı da toplamaya eklemiş 39 sayısını elde ettikten sonra kim olduğu türkü söylemeye geldiğinde aklımıza düşmüştü. 35 kişinin içinde olduğunu sonradan öğrenecektik. Ve sayının da 35 olmadığını.

Eve döndüğümüzde haber bizden önce çökmüştü. Biraderi arayan bir arkadaşı, onun İstanbul’dan dönüp dönmediğini sormuştu. Ama zaten suratlarımız, düğünden gelmediğimizi söylüyordu.

Zira Bir Mayıs öncesi iktidarın faşist basın yayın organı Tercüman Gazetesi ve köşe yazarı Rauf Tamer 1 Mayıs 1977 tarihli yazısında; “Arabalar tahrip edilecek. Camlar kırılacak. İnşallah aldanırız, ama kanlar akacak” cümlelerine yer vermiştir.

Çünkü istihbarat hazırladığı eylemi basına önceden sızdırmıştı.

Özetle Burjuvazi; Karşıt sınıfı nasıl bir puştlukla çökerteceğini çok iyi bilir.

Çünkü maşaları, sopalı adamları, çapraz sorgucu adamları vardır.

Ordusu, zaptiyesi, kolluk güçleri vardır.

Tankı, panzeri, taramalı tüfekleri vardır.

İstihbarat güçleri, muhbirleri, ihbarcıları vardır.

Köşe yazarları, köşeli adamları vardır.

Paketli bomba hazırlayan suikastçıları vardır.

Gericileri, yobazları, faşist çeteleri vardır.

İşkenceci, tırnak sökücü, tecavüzcü zebanileri vardır.

Zindanı, gardiyanı vardır.

Sarı sendikaları, yeşil sendikaları, grev kırıcıları vardır.

Savcısı, hâkimi, yargıcı vardır.

Borsası, parası, bankası vardır.

Yani lafın kısası yoldaşlar. Burjuvazi tek başına bir hiçtir.

Hani Gezi Direnişinde dediğimiz gibi.

Kaskını çıkar / Copunu bırak / Delikanlı kim bakalım.

Ama unutmayalım. Ne kadar yenilirsek, ne kadar ezilirsek, ayağa doğrulmasından korktuğu bir sınıf var burjuvanın.

Hani zincirlerinden başkası dediğimiz. Proleter dediğimiz bir sınıf.

Yoksul, aç, gündelik çalışan, harabe evlerde uyuyan, ama aynı zamanda şamatacı, coşkulu, küfürlü, argo konuşan bir sınıf var.

Ne dersin burjuvazi. Yüklerinden kurtulmayı bir dene bakalım.